Van Gogh’u neden bu kadar sevdik?
Birkan Bulut, Vincent Van Gogh'un yağlı boya tablolarını 100'den fazla ressamın yeniden canlandırılmasıyla hazırlanan 'Loving Vincent' filmini yazdı.
Birkan BULUT
ANKARA
Onu tanımayan yok! Hollandalı Ressam Vincent Van Gogh, çoğu zaman sanatının önüne geçen fırtınalı yaşamıyla dünyanın en tanınan sanatçılarından biri. Bugüne kadar onun hakkında neler yapılmadı ki? Yazılar, kitaplar, sergiler, filmler, hakkındaki çıkarılan türlü rivayetler… Modernizmin bohem sanatçısı için aranan tüm özellikler onda toplanmış, ikon haline getirilmişti. “Toplum tarafından anlaşılmayan bir ressam” olarak ölümünden sonra tabloları -hiç satılmadığı için kardeşi Theo’nun yardımları ile ayakta duruyordu- Fransa’nın birçok sergi salonunda yer buldu. Sanat camiası günah çıkardığı Van Gogh’u kutsadı. Hatta “sanat şehidi” ilan edenler dahi oldu. Peki, kendi kulağını keserek bir kadına hediye eden, tımarhaneye girip çıkmış, gece gündüz resim yapan ve genç yaşında intihar eden bu “garip adamı” neden sevdik?
100’DEN FAZLA RESSAMDAN ON BİNLERCE KARE
29 Aralık’ta vizyona giren “Loving Vincent” yeniden sanatseverleri Van Gogh’un etrafında topladı. Filmin ismi kardeşine yazdığı mektupların sonundaki “Sevgiyle Vincent” imzasından geliyor. Öncesinde, film çalışmalarının başladığının duyurulması ile herkes heyecanla bu filmi beklemeye başlamıştı. Van Gogh’un resimlerinin beyaz perdede dile geleceği filmin gösterime girmesiyle birlikte izleyici bu ilgi çekici deneyimi yaşamak için sinemanın yolunu tuttu. “Loving Vincent” filmi ressamın yağlı boya tablolarının yeniden canlandırılmasıyla hazırlandı. 100’den fazla ressam kolları sıvadı, Van Gogh’un tekniğine sadık kalarak hazırlanan on binlerce kareyle bir reprodüksiyon film ortaya çıkarıldı. Oyuncuların Van Gogh’un resmini yaptığı kişilere benzerliği de buna önemli bir katkı sağladı.
POLİSİYE KURGU, SANATI GERİ PLANA İTİYOR
Film Van Gogh’un ölümünden bir yıl sonrasını beyaz perdeye taşıyor. Van Gogh’un intihar etmesinin ardından Postacı Roulin, ressamın son mektubunu yerine ulaştırmaya çalışıyor. Roulin, Van Gogh’un neredeyse her gün mektup yazdığı kardeşi Theo’ya mektubu ulaştırmak için oğlu Armand’ı görevlendiriyor. Armand’ın hiç istemeyerek Arles’ten Auvers’e gidişi ile başlayan filmde, Van Gogh’un ölümündeki sır perdesi aralanmaya çalışılıyor. Film olukça polisiye bir tarzda kurgulanmış. Genel kanı Van Gogh’un yaşamı ve sanatı çokça bilindiği için ölümünden bir yıl sonrası gibi pek gündeme gelmeyen bir sürecin tercih edildiği yönünde. Ancak filmde işlenen “Cinayet mi, intihar mı” sorusu Van Gogh’un sanatını oldukça geri planda bırakıyor. Kimileri ise aksinin sadece sanatseverlerin ilgi göstereceği bir filme dönüşeceği görüşünde.
Öte yandan filmin tekniği oldukça yaratıcı. Van Gogh’un tablolarının canlandırılması, her kesimden izleyicinin görsel olarak sanat eserinin içerisine girmesini sağlıyor. Benzer bir çalışma sergi olarak 2012 yılında yapılmış ancak böyle bir etki yaratmamıştı. İstanbul ve Ankara’da açılan sergide Van Gogh’un resimleri müzik ve seslendirmelerle hareketli bir gösterimle duvar, tavan ve yere yansıtılmıştı. Ancak Loving Vincent bunun çok ötesinde ve büyüleyici. Filmi izlerken sanatçının resimlerinde her bir fırça darbesi görülüyor ve bazı imgelerin anlamı gerçekten güçleniyor. Örneğin; kargalar sanatçının tarlaları resmettiği çalışmalarında karşımıza çıkıyor. Özellikle ölmeden önce yaptığı son tablosundaki kargaların filmde canlandırıldığını görmek çarpıcı. Karganın Van Gogh’un resimlerindeki tekinsizliği, filmde bir gerilim unsuru olarak kullanılmasıyla pekişiyor. Burada ses ve hareket en önemli iki aktör. Tabloların hareketlenmesiyle hazırlanan “Loving Vincent” izleyiciye ressamın elinden çıkmış bir filmi izleme olanağını sunuyor.
BAŞKA BİR VAN GOGH PORTRESİ
Filmde üzerinde durulan başka bir nok-ta da -intiharıyla da ilişkilendirilerek- sanatçının toplum dışılığı. Bu yalnızca Van Gogh’a özgü bir durum değil. Özellikle modernizmle birlikte sanatçıların öznelliği daha da ön plana çıkmıştı. Artık İncil’de yazanlar, filanca derebeyinin portresi, akademi kurallarının yerini sanatçının isteği almıştı. Sanayileşme, teknolojik gelişmeler, özellikle fotoğraf makinesinin icadı sanatın rolü açısından bir kırılma noktası oldu. Empresyonistlerle başlayan bu yeni dönemde artık önemli olan sanatçıydı. Van Gogh kardeşine yazdığı mektubunda şöyle diyordu: “Portre üstüne olan görüşümden vazgeçmiyorum, iyi buluyorum bu görüş için çarpışmayı, insanlara göstermek istiyorum ki kendilerinde fotoğrafçının fotoğraf makinesiyle ortaya koyabileceği şeylerden daha başka bir şeyler vardır”* Ancak Van Gogh, diğerlerinin aksine hakim resim ideolojisinden ayrılmaya çalışıyordu. Vaizliği bırakıp hayat amacının resim yapmak olduğuna karar vermesinin ardından ideolojiyi de kenara bırakmıştı. Bu nedenle onun bir varoluşçu olduğu yönündeki fikir oldukça güçlü. Onun için sandalyede oturmak için odanın kenarında duruyor, köylülerin eli çalışmaktan kabalaşıyor, botlar yürümekten aşınıyordu. Olabildiğince yalın. Başka bir mektubunda şöyle diyordu: “Hayır, köylüleri onlardan biriymişiz gibi çizmeliyiz, köylü gibi duyarak, köylü gibi düşünerek. Bu olduğumuzdan başka olamazmışız gibi.” Bu empatik sözlere ve çevresi ile geliştirmeye çalıştığı ilişkilere rağmen, davranışları onu toplum dışına itiyordu. Filmde de bu konu sanatçının sonradan anlaşıldığı ve herkesin “Sen onun için ne yaptın ki?” sitemleriyle gösteriliyor.
POPÜLER KÜLTÜRÜN VAN GOGH’A YAKLAŞIMI
Oysa bugün de kendi kulağını keserek genelevde bir kadına veren herhangi bir kişi şüphesiz çevresinde iyi karşılanmayacaktır. Peki bugün Van Gogh’u neden bu kadar seviyoruz? Yanıtını vermek zor. Tabii bunda pek çok sanatçıyı popüler kültür ürünü haline getiren, özel hayatları ile pazarlayan piyasa ilişkilerinin etkisi var. Frida Kahlo, Picasso gibi Van Gogh da bir popüler kültür ürünü olarak karşımıza çıkarılıyor. Che Guavera’nın başına gelenin yine muhalif kimlikleri ile bilinen bu sanatçıların başına gelmesi ise düşündürücü. Meksika devriminin kızı Frida, Franco’ya karşı Picasso, 1848 devrimi konusunda kardeşine karşı devrimcileri savunan Van Gogh…
BAKTIĞI HER ŞEYE SEVGİ BESLEYEN RESSAM
Van Gogh, özel hayatını bir kenara bırakırsak 8 yıllık ressamlık yaşamında gündelik hayatın resmini yaptı. Tarlalar, kadınlar, komşuları, postacı, çalışan köylüler, madenciler, çiçekler… Milletinin resimlerini seviyordu. Çok geç başladığı resim yolculuğunda diğerlerine yetişmek, ressam olmak için gece gündüz çalışması gerekiyordu. Ancak o dönem gündelik hayata yönelen ressamlardan farklı olarak baktığı her şeye sevgi besliyordu. Desenlerinden tablolarına kadar bu yansıyor ve kendisi de mektuplarında yaptıklarından aşkla bahsediyordu. Bence bu aşk ve yalınlık onu sevmemizdeki en büyük etkenler oldu. John Berger’in deyimiyle desenleri adeta “aşk haritalarıydı”.
*Vincent Van Gogh “Theo’ya Mektuplar” (İstanbul: 1969 Yankı Yayınları)