Peygamber devesi ve ölüm
Ölümün kol gezdiği bir bölge, dumanlar savuran termik santral, demirçelik fabrikaları. Ve kendini kirliliğin ortasında bulan peygamber devesi...
Özer AKDEMİR
Üzerinde peribacaları resmi bulunan Nevşehir Karoser yazılı kamyon kasasından rüzgarın uçurduğu peygamber devesi böceği kendini bir anda yolun ortasında buldu. Arkadan gelen araçlar tarafından ezilmemesini, şansı kadar, ince uzun bacaklarının çevikliğine de borçluydu. Hızla yolun kenarındaki otların içerisine daldı.
Bir günü geçkindir seyahat ettiği kamyon kasasından ani bir rüzgar tarafından savrulduğunda düştüğü bu yerin neresi olduğuna dair en küçük bir fikri yoktu.
Düne kadar bozkırın uçsuz bucaksız buğday tarlalarında yaşıyordu. Bir biçerdöverin biçip deste haline getirdiği otların arasında hapis kaldı. Oradan da üzerine branda gerilen bir kamyonun kasasına istiflendi. Ne kadar çabalasa da çıkamadı saman balyalarının arasından. Saatlerce süren çabası sonrası saman yığınının ucuna gelip, ışığın geldiği branda deliğinden kafasını uzattığında ise nasıl olduğunu anlamadan asfalt yolun ortasına yuvarlandı birdenbire.
Can havliyle içine girdiği otlar bozkırın otlarına benzemiyordu. Garip bir kokuları vardı. Havaya baktı, hava da bir garipti. Toza benzer bir pus, kirli beyaz bir örtü gibi sarı sıcağın altında incecikten buğulanıyordu.
Yoldan biraz daha uzaklaşıp arabalar tarafından ezilme riskini atlattıktan sonra etrafını görmek için uzun bir çiriş otuna tırmandı. Çiriş otu da bir tuhaftı doğrusu. Gövdesi kupkuruydu. Üstelik bitkinin tepesindeki pembe yumrular sararıp boynunu eğmişti. Ayaklarına yapışan siyahlığın ne olduğunu anlamaya çalışırken etrafına göz gezdirdi. Baktığı tarafta, ovanın bir ucuna doğru iki uzun baca yükseliyordu. Epey uzakta olmalarına rağmen, dev gibi dikilen bacaların uçlarında kırmızı renkli kuşaklar fark ediliyordu. Etrafında kocaman gri binaların olduğu bacaların ağzından sarımtırak bir duman tütüyordu. Bunların gerisinde de, küçük bir tepenin üzerinde rüzgar santrallerinin kanatları dönüp duruyordu.
Çiriş otunun üzerinden zıplayıp inen peygamber devesi az ötedeki ebegümecilere doğru yürüdü. Acıkmıştı. İncecik bacakları ile birkaç adımda ulaştı ebegümecilere ama aralarında bir türlü aradığı böceklerden bulamadı. Havadaki is kokusu bütün bitkilerin üzerine sinmişti.
Yemek için böcek aranırken çok yakınında bulunduğu yere doğru gelen başka bir peygamber devesi gördü. Kendisinin neredeyse yarı boyunda narin yapılı bir erkekti bu. Daha gelişinden kendisine kur yaptığını anladı. Başka zaman olsa sert tepki gösterirdi ama bu sefer ses çıkarmadı. Açtı çünkü! Yanına yaklaşan bu erkek peygamber devesi birazdan mutlu ama çiftleştiği dişisi tarafından yenmiş bir peygamber devesi olacaktı!
***
Peygamber develerinin siyah bir tozun içerisinde ölüm ve aşk arasındaki ince çizgide dolaştığı tarlayı uzaktan gören, yolun karşı kıyısındaki tepenin üzerinde bulunan köyde de birileri bu sarı dumanlar savuran bacalar hakkında konuşuyordu. Bir zamanlar Rumlarla Türklerin bir arada yaşadığı bir köydü Kozbeyli. Etrafı yemyeşil ayçiçeği, bamya, börülce, enginar tarlaları ile çevriliydi.
Denize çok uzak değildi, yirmi dakikayı bulmayan yürüyüşün sonunda toprak bir yoldan inilirdi sahile. Masmavi deniz dibinin çakılları suyun yüzeyinden sayılırdı. İçinde oynaşan balıklar görülürdü.
Denizin kıyısından Aliağa’ya doğru yürüdüğünüzde ya da bir Akdeniz fokunun ardı sıra Çandarlı tarafına yüzdüğünüzde antik Nemrut Limanının taşları ile karşılaşırdınız. Kıyıda ise Kyme antik kentinin kalıntıları size ‘merhaba’ derdi. Bir zamanlar bütün bu demir-çelik, gübre fabrikalarının, termik santral ve RES direklerinin olduğu yerler Kyme’nin sokakları, caddeleri, evleriydi. Şimdi ise avuç içi kadar bir alana sıkıştırılmış, unutulmuş, unutturulmuştu!
***
Şakirin Dibek Kahvesinde, koyu gölgeli bir çardağın altında yapılan çekimlerde Kozbeyli Köyü Muhtarı Hayrettin Günindi şunları söyledi: “Artık her taraf sanayi, her taraf fabrika, her yanda dumanlar tüten bir baca. Adım atacak yerimiz, soluk alacak havamız kalmadı. 30-40 yıl öncesine kadar çiftçilik yapan köylülerimiz bugün bu fabrikalara işçi oldular. Bazıları iyi de paralar kazandı, ama bu para hayır getirmedi kimseye. Kanserden kırılıyor köylümüz”
İki genç kardeşin hüzünlü öyküsünden bahsetti sonra; “Yirmilerinde iki genç kardeş. Küçük olanı evlenecekti. Evlilik için kan testi yaptırdığında kan değerlerinde sorun çıktı. Tekrar yaptırdı aynı sonuç. Sonra kardeşi de rahatsızlandı bu arada. Onun kan testlerinde de değerler kötüydü. İkisinin de kanser olduğu ortaya çıktı. İkisi de aynı demir çelik fabrikasında çalışıyordu. Ağabey şu anda hastanede tedavi görüyor. Küçük kardeşin durumu biraz daha iyi. O dalyan gibi delikanlıların durumunu gidip bir görseniz, ‘Bırakalım bu termik santrali, elektriği, mum ışığında yaşayalım’ dersiniz”
***
Ege Üniversitesi Hastanesi onkoloji servisine gidip gördük Çelikkol kardeşleri. Volkan Çelikkol, saçları dökülmüş, beti benzi sapsarı, teni adeta saydamlaşmış bir halde yatıyordu. Uzun süre yatmaktan yanları çürümeye başladığı için iki de bir acı ile vücudunu kıpırdatmak zorunda kalıyordu. Hastalanma öyküsünü şöyle anlattı: “HABAŞ Demir Çelik’te hurda sarıyordum. Hurda demir çelik. Tozlar havada uçuşuyordu ve bizim hiçbir koruyucu maskemiz, giysimiz yoktu. Sonra kan tükürmeye başladım. Kansermişim”
Evlilik hazırlıkları yaparken kanser olduğunu öğrenen kardeşi Ahmet Çelikkol da ağabeyinin başındaydı. “Başka insanlar bunu görsün, bizim durumunuza düşmesin” dedi son söz olarak.
***
Volkan Çelikkol, kamera karşısında son sözlerinin yayımlandığı Çepeçevre Yaşam programını izleyemedi. Çekimlerden 15 gün sonra hastanede yaşama gözlerini kapattı. Öldüğünde 25 yaşındaydı! Kardeşi çok ağır ve uzun bir tedavinin ardından yendi kanseri.
Aliağa Foça arasındaki bölgede yer alan sanayi kuruluşları nedeniyle her yıl kaç kişinin kanser olduğu, kaç ineğin, koyunun anormal doğum yaptığı, kaç bitkinin kuruduğu ve kaç peygamber devesinin açlıktan erkeğini yediği bilinmiyor...