Bir sömürü pazarı Çağlayan
Çocuk, göçmen, mülteci, öğrenci her kesimden insanın tekstil atölyelerinde çalıştığı Çağlayan’daki sömürüyü, ekmek kavgasını kadın işçiler anlattı.
Elif Ekin SALTIK
İstanbul
İstanbul’un Kağıthane ilçesinde bulunan Çağlayan birçok tekstil atölyesini içinde barındıran, tekstil sektöründe önemli pazara sahip olan yerlerinden biri. Ucuz iş gücünün, güvencesiz çalışmanın, gelecek kaygısının en üst düzeyde olduğu Çağlayan, İstanbul Adliyesinin çok yakınında. İş merkezlerine girildiğinde her katında bir atölyenin olduğu Çağlayan bugün sadece Türkiyeli işçilerin değil Suriyeli, Moğolistanlı, Gürcistanlı işçilerin ekmeğini kazandığı, patronların da alabildiğine işçileri sömürdüğü, adaletin hiç uğramadığı bir pazar.
Tekstil işindeki makineciler, overlokçular, son ütücüler, ustabaşılar çoğu reşit olmadan başlıyor burada işe. Ya okul tatilleri ‘değerlendiriliyor’, ya da okula hiç gitmiyor. Bazen bu kadar ağır çalışmaya adapte olamıyor küçük bedenler, atölyeden sık sık kaçıyor çocuk işçiler.
Çağlayan sokaklarındayız, atölye içlerinden, işçi kahvelerinden, duraklardan ve atölyelere bitişik köhne evlerden kadın ve çocuk manzaraları aktaracağız...
7’SİNDE İŞÇİ, 18’İNDE YAŞLI
ORTASINDA soba yanan atölyelerden birine, öğle arasında Canan’la buluşuyoruz. Canan 18 yaşında. 11 yıldır tekstil sektöründe çalışıyor. Atölyeden içeri girdiğimizde sobaya odun atıp ısınmaya çalışıyor. Arkadaşı yemek istemiş, ama “Aç değilim” deyip geri çeviriyor yemeği. Diyarbakır’da doğmuş, ekonomik sıkıntılar sebebiyle geldikleri İstanbul’da 7 kardeş, bir de anne-baba sıkışmışlar bir eve. Hiçbiri okumamış kardeşlerin. Kimisi evli şimdi. Canan ilkokul 4’ e kadar okumuş. Sonra da hop atölyeye. “Sabah 8.30 akşam 7 çalışıyoruz ilk işe başladığımdan beri. Yani yaklaşık 11 saat. Ortacıydım önce, arada işten kaytarıp kaçıyordum. Adapte olamıyordum. Sonradan değişik insanlar tanıdım, ortamı tanıdım. İstemsizce alıştım” diyor Canan. Çalışmadığı günlerde gezdiğini anlatıyor: “Kadıköy, Bakırköy vs. geziyorum. Sık sık sinemaya gidiyorum. Tiyatroya hiç gitmedim. Arkadaş çevrem çoğunlukla işçi. Bazı arkadaşlarım okula devam ediyor. Neredeyse Çağlayan’da büyüdüm, başka nereden arkadaşım olacak!”
Haftalık 550 lira alıyor. Tekstilde çalışan işçilerin geneli bu civarda ücret alıyor. Artık sigortalı çalışmak istediğini söylüyor. Bir spor hocasının kendisine “İki kuruş eksik olsun, sigorta yaptır” dediğini anlatıyor. Canan yaşı tutmazken atölyeleri denetlemeye geldiklerinde patronların kendilerini sakladıklarını söylüyor. “O zaman bize oyun gibi geliyordu, hoşumuza gidiyordu. İşten de kaytarıyorduk. 1-2 saat Çağlayan’da dolanıp geri geliyorduk.” Şimdi hayat onun için öyle değil. Bir güvence istiyor.
ÜNİVERSİTEYE GİTMEK İSTİYORUM
“Geleceğe dair hiçbir şey düşünmüyorum, çünkü geç kaldım” diye iç geçiriyor Canan. Ama yine de bir umut taşıdığını söylemeden edemiyor. “Okuma umudumu hiç yitirmedim, fakat bir yandan da hiçkimse destek vermeyince kendi açımdan eksiye düşüyorum. Şu an açık öğretimden okuyorum bir arkadaşın ısrarıyla ve yakın bir arkadaşımın dışında bunu hiç kimse bilmiyor. Ailem dahi bilmiyor, ‘Yaşın geçmiş, bu saatten sonra ne okuyacaksın’ diyecekler. Ben de en azından liseyi bitireyim istedim. Şu an ortaokulda okuyorum. Ailem liseden sonra ‘Gitmeyeceksin’ diye diretse de ben mutlaka üniversitede okumak istiyorum.” diyor ve okul kitaplarını gösteriyor. “Daha bunlara çalışacağım.”
KONU SAVAŞ: 'BUGÜN SESSİZ KALIRSAK...’
Atölyede kendilerinin dışında Suriyeli, Moğolistanlı, Gürcistanlı işçilerin de olduğunu anlatıyor Canan: “Çok değişik milletlerden insanlar var. Özellikle de Suriyeli işçiler. Bazen konuşuyoruz, bazen konuşmuyoruz. Bizim atölyede ayrımcılık yok. Tabii ayrımcılık yapanları da görüyorum. Bir dönem işsiz de kaldım, çünkü Suriyeliler hem düşük ücrete hem de uzun saatler çalışıyordu.”
Sohbetimiz savaşa geliyor. “Savaş değil barış istiyorum. Küçücük bedenler ölüyor, anneler-babalar ölüyor. Bizim de başımıza gelecek illa ki. Biz bugün sessiz kalırsak başkaları da yarın bize sessiz kalır. O yüzden kesinlikle savaş istemiyoruz. Arkadaşlarımla da konuşuyoruz. İnsanlar masumca ölüyor. Bütün işçiler savaşı istemiyor. Hiç kimse ölmesin istiyorlar. Biz de birgün kim vurduya gideceğiz, gerçekten az kaldı, dünyanın sonu geliyor.”
'BEN KİMSE İÇİN BEDEL ÖDEMEK ZORUNDA DEĞİLİM'
İŞÇİLERİN yemeğe gittiği, çay içtiği bir lokantaya doğru ilerliyoruz. Lokantaya girdiğimizde iki kadın işçi ayağa kalkıp selamlıyor bizi. Yanlarına oturuyoruz. Çay söylüyorlar. Kısacık bir zaman var öğle yemek paydosunun bitmesine. Hemen başlıyoruz sohbete.
Dilan ve Gülşen 23 yaşında. Görece daha büyük bir atölyede, 80-90 kişinin çalıştığı bir yerde çalışıyorlar. Onlar da çocuk yaşta çalışmaya başlamışlar. 9 senedir tekstil işi yapıyorlar. Dilan ekonomik sebeplerle okuyamamış, Gülşen ise “O zamanlar kimse kızları okutmuyordu” diyor. Dilan çok kısa bir süre ortacı olarak çalıştığını sonra hızla makineye öğrendiğini anlatıyor: “Çalıştığım iş tekstil olsun istemezdim, oturarak çalışmak isterdim. Şu an şikayetçi miyim ama bilmiyorum” diyor. Okumuş olsa hukuk ya da tıp okumak istermiş. “Gerçekten başarabilirdim, çünkü derslerim iyiydi.”
-Çalışma koşullarından memnun musunuz?
-İyi bir yerde çalışıyorum, patronum da iyi biri. Sigortam da olduğu için şikayetçi değilim. Maaşım da iyi. Biz yoksulluktan geldik, ama bunu tamamen patronlara yüklemek doğru değil. Direkt sistem sorumlu bu durumdan. Patronların bir suçu yok, şekillendiren sistemin suçu var. Belki ben de patron olsam öyle olacağım.
“Senden patron olur mu?” soruma karşılık utangaç ve şaşkın yüzüme bakıyor. Cevap vermekten çekiniyor. Göçmen işçilere karşı ayrımcılık yapmadıklarını, ayrımcılığa da izin vermediklerini söylüyor. “Suriyeliler belki başlarda ayrımcılık yaşıyorlardı, ancak haklarını savunmayı biliyorlar bence. Onların rest çektiği kadar biz çekmiyoruz.”
Türkiye’nin bir savaşın içine çekilmesini kesinlikle desteklemediğini söylüyor Dilan. “Çok yanlış bir şey olarak görüyorum, başlı başına bir haksızlık. Ona ne, niye gidip Suriye’ye giriyor. Ben zaten diğer ülkeleri de anlamıyorum. Nasıl izin verebiliyorlar!” “İşyerinde konuşuyor musunuz?” soruma “Çok konuşmadık, kızlar pek siyasetle ilgilenmiyor. Ben de eskisi gibi ilgilenmiyorum. Ama savaşı da istemiyorum. Elimde olsaydı gerçekten bir şeyler yapardım, ama herkes elini taşın altına koymadıktan sonra ben de koymam. Ya herkes birlikte birşeyler yapmaya çalışmalı ya da ben kalkıp kimse için bedel ödemek zorunda değilim.”
OKUMAK İÇİN ÇALIŞMAK
Akşam üzeri artık. Çağlayan’ın sokak aralarında bir kafeye oturuyoruz. Henüz işçiler paydos etmemiş, ancak kafe kalabalık. Zilan geliyor, kocaman gözleri ile gülümsüyor, henüz 18 yaşında. Bir süredir tekstilde çalışıyor, daha önce pastanede de çalışmış, bir zincir markette de. Üniversiteye hazırlık için dershaneye gitmek istiyor, para biriktirmesi gerek. Bu nedenle tekstilde çalışıyor şu an. Parayı biriktirdikten sonra Yüksekova’ya gidip orada hazırlanacak üniversiteye. “Hem daha ucuz, hem de daha iyi eğitim veriyorlar orada. Babam böbrek nakli oldu. Toparlamaya çalışıyoruz şimdi. Yoksul bir aileyiz. Bugüne kadar birçok alanda çalıştım en çok para tekstilde. İstesem sigorta da yaparlar, ama ben istemiyorum. Asgari ücretin üstünde alıyorum, çalışma koşulları benim için güzel. Diğer çalıştığım yerlerden daha iyi diyebilirim. Ortaya ben bakıyorum, başka bir sıkıntım derdim yok.” diye anlatıyor. Her şeyin ustabaşının elinde olduğunu, ustabaşıların işyerinde herkese bağırıp çağırdığını anlatıyor öfkeyle.
İNSAN OLSUN YETER
Zilan’ın çalıştığı atölyede Suriyeli işçiler de varmış. “Ben iletişim kuruyorum” diyor. “Benim için insan olsun yeter, fark etmiyor; ama overlokçular ayrımcılık yapıyor. Afedersin hakaret bile ediyorlar. Onlar da anlamıyor. Mesela deneyimli bir eleman vardı Türk. Suriyeli bir işçi de çok iyi çalışıyordu. Türk olan Suriyeli’yi patrona şikayet etti; işten attırdı. Böyle düşmanca yaklaşıyorlar.” Kendisi de okuldayken Kürt kimliğinden dolayı ayrımcılığa maruz kalmış.
SURİYELİ MELEK VE EMİNE
Çağlayan’ın atölyelerinden çıkıp atölyelerden biraz aşağıdaki evlere doğru ilerliyoruz. Dik yokuşların olduğu yerlerden yürüyoruz. Bir sokağa giriyoruz, çıkışı olmayan bir sokak gibi. Daracık bir alandan küçük bir avluya giriş yapıyoruz. Aşağıda çocuk parkından getirilmiş bir basket potası. Kapıyı çalıyoruz. Çamaşır suyu kokusu geliyor hemen burnumuza, temizlik yeni bitmiş.
Ev bir oda bir salon. Ama salon büyük bir vitrinle ikiye bölünmüş. Bir tarafı çocuk odası yapılmış. 3 yıl önce Suriye’nin Halep şehrinden savaştan kaçıp gelmiş Melek ve ailesi. Melek’in eşi Çağlayan’da tekstil işçisi. Halep’teyken de tekstil atölyeleri varmış. Melek ise evde boncuk işi yapıyor. “Bu ara iş yok, eve boncuk işi alamıyoruz” diyor. Tabii bütün bunları konuşurken 15 yaşındaki kızı Emine bize tercümanlık yapıyor. Emine nişanlı. Neden bu yaşta nişanlandığını soruyorum, “E beklersem ya evlenip ayrılmış biri ile evlenirim ya da yaşı büyük biriyle” cevabını veriyor. Annesi Melek de 13 yaşında evlenmiş. Şimdi 33 yaşında. Suriye’de bir kız çocuğu 15-16 yaşını geçirirse ona ‘evde kalmış’ gözüyle baktıklarını anlatıyorlar.
SAVAŞTA KIZLARA ÇOK TECAVÜZ ETTİLER
Melek’in 3 de oğlu var. İkisi okula gidiyor, biri çalışıyor. Okullar tatil olduğu için okuyanlardan büyük olanı da atölyede çalışıyor. Emine de bir sene çalışmış tekstilde. Suriye’deki hayatlarının güzel olduğunu anlatıyor Melek. “Haftada üç gün tatildi. Ama şimdi bakıyoruz ki tatil yok. Sürekli çalışmak zorundayız.” Suriye’de kadına yönelik şiddetin çok yaşanıp yaşanmadığını merak ediyorum. Emine giriyor burada lafa: “Yaşanıyordu, ama çok değil. Savaş olduğu zaman kızlara çok tecavüz ettiler. Kızları kaçırıyorlardı bir de; eve gelip kızları alıp gidiyorlar ailelerinden. Silah satıyorlar, sattıkları kişilere de kızları hediye olarak veriyorlar. Hangisini beğeniyorsa bir kişi örneğin; o kızı kuaföre alıp güzelce hazırlıyorlar sonra o adama veriyorlar. Babam çok korktu bana şey olacak diye, o nedenle çıktık Suriye’den. Ama şimdi korkmuyoruz.” Yaşadıklarını anlatırken ne kadar korkmuş olduğunu hissediyorum ses tonundan. O günleri tekrar yaşarmış gibi anlatmaya devam ediyor Emine: “İnsanları öldürüyorlar. Niye Suriye’deler... Ne işleri var. İnsanlar akşam yattıkları zaman sabah kalkamayabiliriz korkusu taşıyor. Evimizin yanında bir bomba patladı, iki sokak oldu tek sokak. Babam bir bebek buldu enkazın arasında.”
Bu arada nargile içiyor Melek. Onlarda bir kültür, gelen misafire nargile ikram etmek. Anlatıyor; Türkiye’ye gelip şu an oturdukları evi bulmuşlar. Melek kızarak anlatıyor o zamanı: “Evin her yanı dökülüyordu. Mutfaktan böcekler çıkıyordu. Bu evi o kadar çok temizledik ki, ancak kurtardım böceklerden, ancak düzene sokabildim. 750 lira kira veriyoruz buraya. Değmeyecek bir yer. Ev sahibimiz çok paracı.” Türkiye’ye ilk geldikleri zaman gittikleri birçok yerde hakarete uğradıklarını, ayrımcılığa maruz kaldıklarını anlatıyor. “Türkçe anlamadığımız için bize küfür ediyorlardı. Şimdi daha az ayrımcılık yapılıyor. Çünkü tepki gösteriyoruz biz de.”