Türkiye’nin zor kavşağı: Tababet ya da hacamat
Hakkı Özdal, TTB'yi protesto ederek, 'Dik dur eğilme, hacamatçılar seninle reis' diyen 'hacamatçılar'a ilişkin yazdı.
Hakkı ÖZDAL
CHP’de bir dönem etkin yönetim görevlerinde bulunmuş, genel başkan yardımcılığı yapmış bir isim olan İstanbul milletvekili Gürsel Tekin, geride bıraktığımız hafta Medyascope TV’de İrfan Bozan’la konuşurken bir ara şöyle söyledi: “Sadece farklı düşüncelere sahip insanlar, gazeteciler, yazarlar değil, CHP Genel Başkanı ve CHP’nin kurumsal kimliği de tehdit altında…”
Türkiye’nin içinde bulunduğu ‘olağanüstü’ durumu çarpıcı şekilde resmeden bir ifadeydi bu. Gelecekte siyasi tarihçiler, 2018 Türkiyesi’ndeki durumu aktarırken, rejimdeki alt üst oluşu ve yaşanan sert ‘dönüşüm’ü tarif edebilmek için, cumhuriyetin kurucusu pozisyonundaki partinin bile kendi kurumsal varlığını tehdit altında hissettiğini gösteren bu sözleri yardıma çağırabilir. Ama bu, Türkiye’deki tablonun, doğru olsa bile eksik bir resmi olacaktır. Ve o resmi tamamlamak için aynı hafta içinde ortaya çıkan bir başka ‘sembolik’ olay faydalı olabilir: Hacamatçıların eylemi!
Suriye’nin kuzeyindeki Kürt kasabası Afrin’e yönelik askeri harekatın başlamasının ardından barış yanlısı bir uyarı metni yayınlayan Türk Tabipler Birliği, ‘yeni’ rejimin taarruza dönüşmüş hiddetiyle karşı karşıya kalmışken, sabaha karşı evleri basılarak gözaltına alınan TTB merkez yöneticisi hekimler emniyet nezarethanelerindeki yıpratıcı bekletilişlerinin üçüncü günündeyken, “Hacamatçılar Federasyonu”isimli bir kuruluş, İstanbul’daki Nurosmaniye Camii’nin önünde cuma namazının ardından bir ‘protesto’ eylemi yapıyordu. Taşıdıkları pankartlarda, “Söz konusu vatansa hacamatçılar yanında Reis” ve “Dik dur eğilme hacamatçılar seninle” gibi sloganlar yazılıydı.
Binlerce yıllık hekimlik ilmiyle modern tıbbın birikimini temsil eden toplam tıp bilgisinin, tababetin; son zamanlarda devletin de yardımıyla ‘alternatif tıp’ diye parlatılıp pazarlanmak istenen, ama nihayetinde bir tür ‘üfürükçülük’ olan hacamat ile aynı ‘denklemde’ anılabilmesi;kendilerine haccam ve haccame diyen bu kişilerin hekimlerin yerine sağlık alanını temsil etmeye aday olma cüretini gösterebilmeleri, ‘modern Türkiye’nin yüzüncü yılına ramak kalmışken, devasa bir zaafını da ayan beyan gösteriyor.
Cumhuriyet Türkiyesi’nin kendi kuruluş mitini oluştururken bir tür ‘başlangıç’ noktası olarak gösterdiği 19 Mayıs 1919 günü Mustafa Kemal Samsun Limanı’na inerken, yanında bulunan az sayıdaki kişiden biri doktor Refik Saydam’dı. Saydam, o günden başlayıp Kurtuluş Savaşı boyunca, şahsi doktoru ve yakın arkadaşı olarak Mustafa Kemal’in en yakınındaki isimlerden biriydi. Ve 1939’da, İsmet İnönü, Fethi Okyar ve Celal Bayar’dan sonra cumhuriyetin dördüncü başbakanı olmuştu. Doktor Refik Saydam, cumhuriyetin kuruluşundaki ‘pozitivist’ tözü temsil eden unsurlardan biriydi. Aradan geçen bunca zamanın sonunda, bırakın pozitif bilimleri, bunlar arasında hep ayrıcalıklı bir yeri olagelmiş hekimlik ve tababet ile onun evrensel ilkelerinin bile taarruz edilecek bir düşman gibi gösterilebildiği noktaya gelindi. İşlerin bu noktaya gelmesinde, hacamatçıların tabipleri ‘terör sevici’ diye suçlayabilme cesaretine erişebildikleri bu atmosferin oluşabilmesinde payı olan bir yapısal zaaftan; bu zafiyette bizzat ‘kurucu pozitivizmin’ ve onun ‘sürdürücüsü’ olduğunu iddia edenlerin etkisinden söz etmemek olmaz.
Türkiye’de dini otoritenin siyasi ve idari kurumlardaki yeri ile gündelik yaşamdaki nüfuzunun ne olması gerektiği konusundaki sert mücadele, temsili, yer yer daha örtük biçimlerle 200 yıl öncesine kadar gidiyor. Ama bu çetin kavgada laik güçlerin inisiyatifi büyük oranda ele geçirdiği süreç, Kurtuluş Savaşı ve takip eden yıllarda cumhuriyetin kurulmasıyla devam eden “yeni Türkiye’nin kuruluşu” süreci oldu. 1920’li ve 30’lu yıllardaki laik reformlar, devleti ve siyaseti dinin otoriter nüfuzundan arındırmaya dönük idari (padişahlık, halifelik kurumlarının lağvedilmesi gibi) düzenlemelerin yanı sıra, toplumun gündelik yaşamındaki din etkisini denetlemek ve sınırlamak üzere atılmış, tarikat ve tekkelerin yasaklanması, dağıtılması gibi adımları da içeriyordu. Kurucu ideolojinin ‘pozitivizmi’ dini ve onun zehirli etkilerini kamusal yaşamdan temizleyip, aracısız bir şekilde ‘özel alan’a hapsetmek isterken, onun Osmanlı sınıflar matrisindeki işlevlerini görmeyi başaramayan ya da bunu reddeden bir tutum da takındı. Cumhuriyetin kökenindeki, toplumu “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle” olarak gören tahayyülün dolaysız bir sonucu olarak, din ve dincilik, sınıflar mücadelesi konteksinde görülmedi. Zorla dağıtma ve yasaklamanın ardından, yeraltına çekilenleri de amansız bir takip ve denetimle kontrol altında tutma çabasının, ‘din sorunu’nu bir ‘asayiş sorunu’ olarak görmenin sonucu oldu biraz da bugünkü tablo.
Örneğin, yüzyıllardır kaderine terk edilmiş, hastanesiz, doktorsuz, hemşiresiz Anadolu insanının bir tür ‘şifacılık’ işleviyle kurumsallaştırdığı türbelerin kapatılması, eşit, ücretsiz ve yaygın kamusal sağlık politikalarıyla tahkim edilmedi. Bu türbeler ve etrafındaki tekkelerin insanları, bir tür ‘yer altına çekilme’ taktiği uygulayan siyasal amaçlı dincilik ile daha kolay temas kuracakları bir yarı gizlilik içinde yaşamaya devam ettiler. İşçi-köylü emekçi sınıflar lehine, toplumcu bir gelişme yerine, dini birer semptom olarak ortaya çıktığı yerlerde ‘harici’ tedavilerle etkisizleştirmeye çalışan pozitivizm, kendi doğrusal gelişiminde de metafizik bir duvara çarparak tuz buz oldu zaten. Özellikle 12 Eylül faşist darbesinden sonra, 80’li yıllardan başlayarak, tepe yamaçlarında ve göğü kaplayan bulutlarda bir ilahi işaret gibi beliren Atatürk siluetleri tespit/icat etmeye çalışan gülünç propaganda bunun en uç örneklerinden biriydi. Cinci hocalardan sırttan kupa çeken hacamatçılara kadar bir dizi eski toplum ucubesinin, neredeyse tam 100 yıl sonra, sakladıkları tüm karanlık eski düzen enkazından dışarıya uğraması; cinci hoca sorununu cinci hocanın kendisinden ibaret sanan bakış açısının dolaysız bir sonucuydu. 1920’lerin ilk yıllarında ortaya çıkan ümit verici havayı kısa sürede tekçi bir anlayışla dağıtan ve sonrasında da donarak statükoya dönüşen resmi bakış, çok korktuğu ‘üfürükçülüğü’ hayal bile edemeyeceği bir noktaya taşımış oldu ironik şekilde.
Bugün, en yetkili ağızlarından “Genel başkanımız ve kurumsal kimliğimiz tehdit altında” açıklamaları duyulan kurucu partinin karşı karşıya bulunduğu durum ile hacamatçıların Nurosmaniye’deki “Söz konusu vatansa hacamatçılar yanında Reis” pankartı arasında dolaysız bir ilişki var. Halkın, dinin gerici fonksiyonu karşısında, eşit yurttaşlık temelinde demokratik bir sistemle temsilini önermeyen hiçbir direnç, toplumu düşman olarak işaret ettiği çeşitli gruplara bölen ve kapsamak yerine ayrıştırmayı ilke edinen ‘yeni’ rejim karşısında, ‘ölmüşlerinin ruhunu yardıma çağırmaktan’ daha öte bir ‘çözüm’ üretemeyecektir.