Hümanist ve barış yanlısı bir yazar: Stefan Zweig
Tahir Şilkan, yirminci yüzyılın en büyük yazarlarından Stefan Zweig'ı kaleme aldı.
Tahir ŞİLKAN
Savaşa karşı çıkıp barıştan, düşünce özgürlüğünden yana olan aydın ve yazarlar dünyanın her köşesinde ve ülkemizde siyasi iktidarın baskısıyla karşılaşmış, tutuklanmış, hapis cezası ile cezalandırılmış, işinden ve mesleğinden atılmış, aşağılanmış ve savunmasız bırakılmıştır. Bunun en somut örneklerinden biri, yirminci yüzyılın en büyük yazarlarından Stefan Zweig’dır.
Avrupa’nın içine düştüğü siyasi duruma dayanamayarak 1942 yılının 22 Şubatı’nda, Brezilya’da karısıyla birlikte intihar ederek 61 yaşında yaşamına son veren Stefan Zweig, savaşa karşı barışı, karanlığa karşı aydınlığı, insanseverliği öne çıkarmış, özellikle uzun öyküleri ve büyük emeklerle hazırladığı biyografilerle tanınmış bir yazardır.
Stefan Zweig kendini beş özelliği ile tanımlar: Bir Avusturyalı, bir Yahudi, bir yazar, bir hümanist, bir barış yanlısı... Stefan Zweig felaketler zincirinin merkezindeki kişi olarak, kendi neslinin en önemli temsilcilerinden biri olduğunu, büyük olayları bire bir yaşadığını, evinin ve bütün varoluşunun üç kez altüst edilerek, kendisinin geçmişinden koparılarak, bir bilinmez boşluğa fırlatıldığını söyleyecektir.
Stefan Zweig, bir dönemi, yaşanılanları doğru bir biçimde anlatmanın en önemli koşulunun doğruluk ve tarafsızlık olduğunu, kendisinin bunu yerine getiren bir anlatıcı olduğunu yazar.
***
Stefan Zweig, dedesi ve babası ile birlikte çocukluğunu yaşadığı 19. yüzyılı barış çağı olarak niteler. “Onların döneminde de, savaşlar oluyordu ama onlar küçük savaşlardı, çatışmalardı, üstelik ülke sınırlarının çok ötesinde devam ediyordu” der.
“Ancak bizim çağımızda; devrimler, bitmeyen dünya savaşları, ekonomik bunalımlar, kıtlıklar, inanılmaz derecede büyük felaketlerle karşı karşıya kaldık” diyen Stefan Zweig, Savaş öncesinde bireysel özgürlüğün en yüksek basamağına çıktığını, onun her biçimini yaşadığını, ama savaş sonrasında, özgürlüğün, insanlığın yüz yıllardır görmediği ve yaşamadığı biçimde dibe vurduğuna da tanık olduğunu söyleyecektir.
“Saygı gördüm, aşağılandım, özgürlüğü yaşadım, tutsaklığı tattım, zengin oldum, yoksul düştüm. Mahşerin dört atlısı (Kutsal Kitap’ta geçen kıyamet günü ortaya çıkacak mahşerin dört atlısı; savaş, salgın hastalık, kıtlık ve ölümdür) hayatımdan dolu dizgin geçti...”
Son elli yılda tanık oldukları arasında; savaşlar, toplama kampları, işkenceler, kitle soygunları, savunmasız kentlerin bombalanması, yıkılması gibi tüm vahşilikleri yaşamak zorunda kaldıklarını anlatan Zweig, bütün bunlarla çelişik olarak, teknoloji ve düşünce alanında milyonlarca yılda edilen birikimi aşan bir başarı, ilerleme sağlandığına da tanık olduğunu ifade ediyor. Göğün uçaklarla fethi, salgın hastalıkların yenilmesi, iletişimdeki büyük gelişme, atomun parçalanması gibi...
***
Stefan Zweig, Dünün Dünyası başlığıyla yayınlanan otobiyografisinde Birinci Dünya Savaşı öncesi günleri şöyle anlatır.
“...İnsanlar savaşı tanımıyordu, savaş efsane gibi bir şeydi ve özellikle çok uzaklarda, geçmişte kaldığı için, kahramanca ve romantik bir şey haline gelmişti. İnsanlar savaşı okul kitaplarında yazılanlardan ve galerilerdeki resimlerden biliyorlardı: pırıl pırıl üniformaların içindeki süvarilerin hamleleri, yürekleri delip geçen öldürücü kurşunlar ve tüm savaşın coşkulu zafer yürüyüşü haline geldiği bir dönem... Sevinçle ve coşkuyla savaşa koşan gençler ve bu coşku ortamında üzüntü ve korku gibi çok doğal duygularını yaşamaktan utanan anneler ve kadınlar savaşın çok kısa süre içinde ‘zaferle’ sonuçlanacağına ve biteceğine inanıyorlardı...”
Stefan Zweig otobiyografisinde, yaşanacak savaşı ise şu sözlerle anlatır:
“...Ancak 1939 kuşağı savaşı tanıyordu, artık kendini kandırmıyordu ve bu kuşak savaşın romantik bir şey değil, tam aksine barbar bir şey olduğunu biliyordu. Bu savaşın yıllarca süreceğini ve hayatlarından yeri asla doldurulamayacak şeyleri alıp götüreceğinin farkındaydı. Meşe yaprakları ve rengârenk giysiler içinde düşmana saldırılmayacağını, tam aksine bitlenmiş, haftalarca yarı aç yarı susuz siperlerde, karargahlarda bekleyip duracağını, düşmanıyla bir kez bile göz göze gelmeden paramparça olacağını biliyordu. Yaratılan savaş teknolojisi ile devasa tankların yolunun üzerindeki yaralıları ezip geçtiği, uçakların kadın ve çocukları yataklarında yatarken paramparça ettiği biliniyordu. 1939’daki savaşın ruhu olmayan makinalaşma nedeniyle insanlık tarihinin yaşadığı tüm savaşlardan bin kat daha kötü, canice ve barbarca olacağı biliniyordu...”
***
Stefan Zweig’ın kendisini tanımlarken kullandığı sıfatların içinde hümanist ve barış yanlısı olmak da vardır. Gerçekten de novella, öykü ve romanları dışında özellikle ‘Rotterdamlı Erasmus’ ile ‘Vicdan Zorbalığa Karşı Ya Da Castello Calvin’e’ başlıklı biyografi kitaplarında hümanist yanını bütün çıplaklığıyla gösterir. Mazlum olanla özdeşleşen bir dil ve anlatımla mezhep savaşlarını, düşünce özgürlüğünü engellemeye çalışanların karşısında düşünceler ileri sürerek zorbalığa karşı durur.
Clarissa romanında, vicdani ret kavramını benimsediğini gösteren bir karakter yaratarak savaş karşıtı, silah karşıtı tutumunu gösterir. Stefan Zweig, dünyadaki ilk vicdani ret manifestosunun imzacılarından biridir.
“... Benim için Fransız’ı, Rus’u ya da Avusturyalısı yoktur. Düşman kan hücrelerine dayanılarak tespit edilemez...” der, savaşmak istemeyen asker.
Clarisse’de cepheye gitmemek için hasta rolü yapan askeri şöyle konuşturur Zweig: “...Evet korkuyorum... Korkmak binlerce defa ölmek demektir, ölümün kendisinden beterdir. Ben korkuyorum... Kendi silahımdan korkuyorum... Ben ona dokunamıyorum... Ölümü ensende hissetmek yalnızca bizi parçalayacak olan bombayı beklemek, göçük altında kalmak, çığlıklar, başkalarının kanını ellerinde hissetmek... ben artık savaşmak istemiyorum... ben birini süngüleyemem... bomba patlayana kadar bekleyemem... bana sokak kazdırsınlar... bana tuvalet temizletsinler... ama cepheye göndermesinler...”
***
Stefan Zweig savaşa karşı çıkıp barıştan yana olmasının bedelini çok ağır biçimde ödemiştir. Doğduğu, yaşadığı kentin meydanlarında kitapları yakılacak, Yahudi olması nedeniyle yaşlı annesinin kent parkında dinlendiği banktan kaldırılıp kovulduğunu duyacak ve annesinin cenazesine katılamayacaktır.
Avusturya, İngiltere, ABD gittiği hiçbir ülkede barınamayacak ve çaresizlik içinde sığındığı Brezilya’da otel odasında karısı ile birlikte intihar ederek yaşamına son verecektir.