Şad olup gülmüyor kalbi yaslıdır
İşte böyle, birdenbire, Ege’nin bir köyünde Orta Anadolu’da yakılmış bir ağıtın sözlerinde gelir bulur sizi hüzün...
Özer AKDEMİR
Başına doladığı sarı poşusunun ucuyla gözündeki yaşları kurulamaya çalıştı. Daha doğrusu gizlemek istiyordu ağladığını. Kendisine baktığımı görünce yüzünü çevirdi, hafif arkasını döndü. Başını omuzlarının içine biraz daha gömdüğünde vücudunun titrediğini anladım. Hıçkırıklarını tutmaya çalışarak için için ağlıyordu.
Yanına varıp oturdum 65-70 yaşlarında gösteren adamın. Esmer kavruk yüzü kırış kırıştı. Meneviş rengi gözleri vardı. Göz kapakları, kirpikler, tam kurulayamadığı yaşlardan ıslanmıştı. Utanarak baktı yüzüme. Ağladığından, ağladığının görülmesinden utanıyordu.
“Şad olup gülmüyor kalbi yaslıdır
Karlı dağlar gibi başı pusludur
Ela gözler nemli kirpik ıslıdır
Düşmüş Alman’a yolu Zeyneb’in”
Türküsü geldi aklıma onu böyle kirpikleri ıslanmış görünce. Almanya’ya gidip, orada hastalanıp ölen Zeynep gelinin ağıtıydı.
Egenin bir ucunda, Bozdağ’ın eteğindeki bir tepenin başında, Karaburun’un denizden uzak bu yaylasında Kırşehirli ozan Çekiç Ali’nin bozlağı neden gelir ki insanın aklına? Meneviş gözlü, yaşlı bir adamın hüznü, göz pınarlarına dolan yaşlar, Almanya’da ölen kadersiz Zeynep geline neden benzetilir ki? Acının iklimi, kederin vatanı yok da ondan! İşte böyle, birdenbire, Ege’nin bir köyünde Orta Anadolu’da yakılmış bir ağıtın sözlerinde gelir bulur sizi hüzün...
***
Ne işimiz vardı bu köyde? Kırk, bilemedin elli haneden oluşan bu küçük köy, her iki üç yılda bir bu kalabalığı neden topluyordu. Neden köy kadınları ölü evinde ağıt yakar gibi konuşuyorlardı. Erkekleri neden sus pustu, başları önden kalkmıyordu? Neydi bu köyü, köylüyü hüzne boğan şey?
***
İlk kez üç sene önce, bir bahar gününde iki minibüsle gelmiştik Yaylaköy’e. Urla’dan, Foça’dan, Çeşme’den gelenlerle birlikte 50 kişi yol boyunca etrafı taş duvarlarla örülü ağıllardaki kuzuları, koyunları seyrederek girmiştik Karaburun’un içlerine doğru. Masmavi gökte uçan martıları ve onları kovalayan Ada Doğanını seyrederek ilerledik bir zaman. Karaburun’dan çıkarken, epey uzakta görünen RES direkleri aniden burnumuzun dibinde bitivermişti. Hemen altlarından geçiyordu yolumuz.
Birinin yanında durup sesini dinlemiştik. Rüzgarın ritmine ayak uyduruyor, fır fır dönüyordu kanatları. Havaalanına uçak inerken ya da kalkarken çıkardığı seslere benziyordu. Bu sesle bir ömür geçer mi soruları aklımıza takılı kalmıştı köye vardığımızda.
Biraz çukurun içinde kalan köyün etrafı çepeçevre RES’lerce kuşatılmıştı. Karşı tepedeki direkler minarenin hemen yanı başındaymış gibi görünüyordu.
Sohbetlerde bir dokunup bin ah işittik köylülerden. Adeta canlarından bezmişlerdi. Evlerin 200-300 metre dibine kadar sokulmuştu direkler.
“Uyuyamıyoruz” diyordu köylü kadının biri. “Geçimimiz kalmadı, hır gür eksik olmuyor, psikolojimizi bozdu bu direkler” demişti yanındaki adam. Kocasıydı sanırım.
Al çiçekli başörtüsünün ucunu aklaşmış saçlarına sokarak konuşan başka bir kadın ise hem dertli hem öfkeliydi; “Ben istemez miydim çocuğum da bir masa köşesinde otursun. Ama biz çobanız, geçimimiz bu. Aslımız Yörük. 65 yaşında, iki kilo kepeneğin ardı sıra ekmek parası kazanmaya çalışıyoruz. Eşim de çoban, keçilerin ardında şu yaşında. Keçilerimiz bu direklerin altına gitmiyor. Yaylıma çıkaracak mera kalmadı. Her tarafımızı direklerle sardılar. Bize bu zulmü neden yapıyorlar? Neden, neden...?”
***
“Ülkemiz neden elektrik için yurtdışına para versin ki? Rüzgarımız esip duruyor. Temiz -yenilenebilir. Doğaya zarar vermemek için üniversitelerden bir sürü rapor alıyoruz. Ben de yurtseverim” dedi şirketin müdürü. Söylediklerine kendisinin de inanmadığı gülümsemesindeki yapmacıklıktan belliydi.
“Bize ne anlatıyorsun ki bunları müdür bey” dedi Kent Konseyinden bir kadın. “Seni çağırdık, sorunlarımızı anlatmak, çözüm aramak için. Bize kuantum fiziğini anlattın! Söyleyecek bir şeyin yok çünkü. Hatta, ‘20 sene sonra Yayla Köy diye bir yer kalmayacak’ dedin. Demedin mi?”
Müdür gözlerini kaçırdı. “Nüfus oranı, projeksiyon, göçler” gibi bir şeyler geveledi. İnsanların söyledikleri sözlere o kadar umarsızdı ki...
***
Yine bir ÇED toplantısı yapılacaktı. İki kez iptal ettirilip, üçüncü kez izin verilen ÇED’in toplantısı!
Açtıkları her davayı kazanan ama direklerin tepelerine dikilmesine engel olamayan köylüler bu sefer epeyce sessizdi üç yıl öncesine göre. Bıktıkları, çaresizliği öğrendikleri o kadar ortadaydı ki! Şirketin güvendiği de buydu zaten.
“Savaş var” dedi şirketten birisi. “Suriye’de askerlerimiz savaşıyor siz buradan neyle uğraşıyorsunuz”
“OHAL var” diyordu jandarma komutanı, “slogan atamazsınız, yürüyemezsiniz.”
Ucunda dürbün takılı uzun namlulu tüfeğini çapraz tutan asker gözlerini kaçırıyordu. Her birinin ana-baba-bacı-kardeşiydi karşılarındaki. Sadece yaşamak istiyorlardı.
***
Yanına oturunca koluna dokundum ihtiyar adamın. “Hayırdır amca?” dedim. Gözlerindeki nemi kuruladı tekrar, sarı poşusuyla. “Hayırlık durum mu kaldı oğul” dedi. “Görüyorsun halimizi. Ölmüşüz ağlayanımız yok. 50 direk vardı 37 daha dikeceğiz diyorlar. Biz mahkemeyi kazanıyoruz onlar bildiğini okuyorlar. Bu şirketlere mahkeme işlemiyor”
Sakinleşti konuşurken, uzun uzun anlattı. Köylülerden bekçi olarak işe girenler olduğunu, elektrik faturalarının şirket tarafından ödenmesinin köylünün direnişini kırdığını söyledi.
Sonra duygusallaştı yeniden. Sesine yerleşen titremeye engel olmaya çalışarak dedi ki; “Ondan da ötesi ne biliyor musun yeğenim? Kendi köyüm de esir gibiyim! Teyzen öleli üç yıl oldu. Ölene kadar hiç ayrılmamıştık. Şu direklerin oradaki mezarda yatıyor şimdi. Yanına hazırladım ben de mezar yerimi. Diyorlar ki ‘20 sene sonra köy möy kalmayacak.’ Evleri, sokakları, mezarları bile alacakmış şirket. Ölsem mezarım burada kalacak mı bilmiyorum! Ya teyzenle benim mezarları da ayırırlarsa?!..”
***
Anadolu’nun bu yüreği güzel insanlarının yurtları başına yıkılıyor uzun zamandır. Maden, termik, baraj, RES, jeotermal derken, hastalıklar, ayrılıklar, sayrılıklar bitmek bilmiyor.
“Şad olup” gülmüyorlar, “yalan dünyada.” Ölülerinin huzur bulup bulmayacaklarını bile bilmiyorlar!