18 Mart 2018 01:02

Uslu Market

Yaklaşık 20 yıl önce, altın madenine karşı köylü direnişi en yüksek seviyelerindeyken işe giren birkaç köylüden birisiydi Mehmet Uslu.

Paylaş

Özer AKDEMİR

Aliağa’yı geçtikten hemen sonra başlayan ilk damlalar, Bergama sapağında sağanak yağışa dönüşmüştü. Çamköy yol ayrımına geldiğimizde ise gök gürlemeleri eşliğinde bardaktan boşanırcasına bir yağmur karşıladı bizi. Yolun kıyısında bekleyen jandarma aracını hızla dövüyordu iri damlalar. Aracın yanındaki şarampol küçük bir dere halini almıştı. “Böyle giderse keşif meşif yapılamaz” dedi minibüsümüzden birisi. Gerçekten de bu havada bırakın altın madeni keşfine gitmeyi, başınızı dışarı çıkarmanız bile zordu.

Yine de, mahkeme ve bilirkişi heyetinin İzmir Adliyesinden yarım saat önce çıktığı haberini almıştık. Madene gelmeleri bir saati bulurdu. Çanakkale yolu üzerindeki Ovacık köyü kahvesinde heyetin gelişini beklemeye karar verdik. Altın madenin yanı başındaydı Ovacık köyü. Madene adını vermekle kalmamış, köyün yarısını da vermişti. Köyün doğusunda kızılçamlar ve yabani zeytin ağaçlarıyla kaplı tepeye tesislerini kuran maden, güneye bakan yamaçtaki evleri de işletme sınırı içine almıştı. Maden sahası içinde kalanları, Narlıca tarafındaki tarlaların üzerine yaptırdığı dubleks evlere taşımak istedi şirket. Köylülerin “Gavur evleri” dedikleri bu yeni binalara taşınmaları o kadar kolay olmadı. Aylarca süren protestoların durulması, duruşma salonlarında kazanılan davaların kağıt üzerinde kaybedilmesi, madene karşı çıkanların taşlı yumurtalı saldırılarla dövülmesi ve nihayetinde siyanür barajlarının yapılarak işletmenin hummalı bir şekilde çalışmaya başlamasından sonra köylüler bu evlere sessiz sedasız taşındılar.  

Ovacık köyü kahvesine kendimizi attığımızda yağmur hızını daha da arttırmıştı. Loş kahvehanede yedi sekiz köylü masalarda oturmuş çay içiyorlardı. Pencereye yakın masadaki birkaç ihtiyar köylü çekişmeli bir kağıt oyununa tutuşmuşlardı. Yarım ağız hoş geldin ettiler gelenlere. Kadınlı erkekli 15 kişi kadar olan gruba karşı bakışları, tavırları epey kuşkucu görünüyordu. Çay ocağı başında bardakları yıkayan zayıf, esmer tenli adam, önündeki masada oturup gazeteleri karıştıran göbekli bir köylüye “Gene mi bu çevreciler” dedi kısık sesle. Öbürü, kaş etti, “sus” der gibi. Kahveci gelenlerin çay siparişlerini dağıtırken, göbekli köylü kalkıp, kahvehane bitişiğinde, kapısının üzerinde “Ovacık Muhtarlığı” tabelası bulunan odaya geçip, kapıyı sıkıca kapattı.

Kahvenin çaprazındaki Uslu Market’e ıslanmamak için koşar adım girerken, bakkalın önünde bekleyen sarı köpeğe gözüm takıldı. Sicim gibi yağan yağmurun altında kulaklarını kısmış öylece dikiliyordu. Plastik örtülerle kaplı sundurmayı geçip, tek katlı bakkala girdiğimde, Mehmet Uslu’yu iki yıl önceki bıraktığım gibi sandalyesinde otururken buldum. Sahne hiç değişmemişti sanki; yine izbe, nemli, loş ışıklı bakkalın giriş kapısına bitişik masasının köşesinde bulunan bilgisayardan kağıt oynuyordu. Tozlu raflarda makarnalar, üzerinde hasta organ resimleri bulunan sigara paketleri, parlak ambalajlı bisküvi çeşitleri, çikolatalar, salça, konserve kutuları, deterjanlar gelişi güzel bir şekilde dizilmişti. Raflardan birisinin önünde halka halka “piliç eti sucuğu” asılıydı. Giriş kapısının tam karşısındaki köşeye kondurulan televizyonda açık olmasına rağmen görüntü yoktu.

“Gene karıncaların çevirdiği filmi mi izliyorsun” diye girdim bakkala. Kafasını oyundan kaldırıp baktı, kısa bir tereddütün ardından tanıdı. Kalkıp hoş geldin etti, öpüştük. Başında koyu gri bir bere vardı. Yüzü epey soluk görünüyordu ama bunu ona söylemedim. Zayıflamıştı da.

Uzun uzun konuştuk. Şeker hastalığı ilerlemiş. “Günde 4 kere iğne yapıyorum kendime” dedi. “Köroğlu’nda da protez var. Çocuk yok bizde biliyorsun.” Köroğlu diye eşinden bahsediyordu.

Yaklaşık 20 yıl önce, altın madenine karşı köylü direnişi en yüksek seviyelerindeyken işe giren birkaç köylüden birisiydi Mehmet Uslu. Madene girerken hastaneden “sağlam” raporu almış olan iri kıyım adam, birkaç yıl çalıştıktan sonra hastalanınca işten çıkarılmıştı. O zamanlardan tanıyordum kendisini, hastalığı, madenden çıkarılışı, hak arayışı ile ilgili birçok haber yapmıştım.

Altın madeni şirketi güvenlikçi olarak işe aldığı Uslu’yu daha sonra her işte çalıştırmıştı. Hatta o sıralarda epeyce tartışma konusu olan siyanürlü suların boşaltıldığı atık havuzunda da yüzdürmüştü. Maden, havuzdaki suyun zararsız olduğunu anlatmak için basını çağırmış, bir iki müdür ve işçi suda yüzmüştü. O işçilerden birisiydi Mehmet Uslu. “İdiopetik Trombositenik Purpura” denilen kan hastalığına bu havuzda yüzdükten sonra yakalandığını ileri sürüyordu. Ancak bunun ispatının “tıbben imkansız” olduğunu söylemişti doktorlar. “Dalağını alırsak, yüzde 60 yaşama şansın var” diye de ilave etmişlerdi. Köylülerini küstürme pahasına girdiği madende sağlığını yitirmiş, işten atılmış, hastane odasından dalağını bırakarak çıkabilmişti...

“Tarım bitti, köy bitti, sularımız bitti! Kuş sesleri içinde oyunlar oynadığımız tepede maden araçları vızır vızır şimdi. Üçüncü atık havuzunu da dibimize yaptılar” dedi. Gazetecilere altın madeni yüzünden hastalandığını anlattığı için kendisini gözaltına aldırıp tehdit eden jandarma başçavuşunu dava etmesi ile övündü. Başçavuşun kendisine sonradan yalvarmasına rağmen davadan vazgeçmediğini, adamın başka yere tayin edilmesinin de bu açtığı dava yüzünden olduğunu söyledi.

Madenin işine son vermesinden bu yana, 15 yıldır, köyün girişindeki küçük bakkal dükkanında “Ömrünü tüketiyordu” Mehmet Uslu. Tek varlığı, bu izbe bakkalın içindeki üç beş parça mal, kapıda yağmura aldırmadan bekleyen sarı köpek ve “Evdeki Köroğlu” idi.

ÖNCEKİ HABER

Tiryaki

SONRAKİ HABER

Değinmeler - 18 Mart 2018

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa