Avrupa’nın çıkarlar savaşı
Avrupa'nın Gündemi'nde, bu hafta Fransa'da Sarkozy'nin yargılanması, Almanya'da Puigdemont’un tutuklanması ve İngiltere'deki Skripal tartışmaları var.
Fransa’nın Eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, hakkında açılan soruşturmalardan dolayı geçen hafta 48 saat göz altına alındı. Ardından adli kontrol uygulamasıyla serbest bırakıldı fakat 3 hakim “pasif yolsuzluk”, “seçim kampanyasının illegal finansmanı” ve “Libya kamu fonlarını zimmetine geçirmekten” dava açmaya karar verdi. Böylece Fransa Cumhuriyeti tarihinde bir ilk yaşandı ve bir cumhurbaşkanı hakkında görevini ne kadar kötüye kullandığına yönelik toplum içinde bir tartışma başladı. Fransa’dan seçtiğimiz yazı Sarkozy’nin başını çektiği Libya savaşının arka planına yönelik kimi soru işaretlerini gündeme getiriyor.
PUIGDEMONT’UN ALMANYA’DA TUTUKLANMASI
Katalonya Hükümeti Eski Başbakanı Carles Puigdemont’un Almanya’da tutuklanması ülkenin önemli gündemlerden birisi oldu. Kamuoyu yoklamalarına göre tutuklama Alman halkının en az yüzde 61’i tarafından yanlış bulundu. Buna rağmen hükümet tutukluluk halini devam ettirerek politikacının İspanya’ya teslim edilip edilmeyeceği konusundaki kararın alınmasında ısrar etti. Gazetelerin hemen tümü federal hükümetin bu tavrını eleştirdi.
İNGİLTERE’DE SKRİPAL TARTIŞMASI
Çifte ajan olan Sergey Skripal ile kızı Yulia’nın bir kimyasal madde ile zehirlendiği iddiasının ardından İngiltere ve Rusya arasındaki, ekonomik ve siyasi gerginlik had safhada. Bu hafta Financial Times’dan sunduğumuz yazı, Batının ahlaki olarak iflas ettiğini ve bunun Putin’i güçlendirdiğini iddia ediyor. Yazıda “Son on yılda Britanya topraklarında gerçekleşen 14 şüpheli Rus ölümünü araştırmak için bir gayret gösterilmedi. (İngiltere’de) 2013’de Boris Berezovsky gibi birçok oligarkın ölümü intihar diye kabul edilmişti. 2012’de ölen Alexander Perepilichny gibi muhbirler de doğal sebeplerden öldü diye kabul edilmişti” hatırlatması da yapılarak o gün önemli olmayan “Rus ölümleri”ne dikkat çekiliyor.
SARKOZY’NİN LİBYASI
Denis SIEFFERT
Politis
Fransa’da 2007 cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasına maddi yardım davasında, Nicolas Sarkozy’nin mahkemeye verilmesi tekrar geriye bakmamızı gerektiriyor. Zira Fransa ve Kaddafi arasındaki ilişki hem ülkemiz hem de diktatör hakkında önemli bilgiler sunan eski bir hikayedir. Ancak ayrı dönemde anlatılan bir reelpolitik ilişkidir. İlk dönem aralık 1969’da, yani “kaynayan albay”ın darbesinden tam 3 ay sonra Fransa yeni rejime 119 Mirage savaş uçağı sattığında başlar. Oysa ki Fransa’nın Cumhurbaşkanı Pompidou’nun yeni (Libya) başkanını beğenmesi için hiçbir neden yoktu. Nasser’in siyasi mirasına sahip çıkıyordu, bu ise Paris’te hiç de hoş karşılanmıyordu. Fakat elinde daha önemli bir argümanı vardı: Petrol. Fransa’nın petrole ihtiyacı vardı ve ta o dönemde bile büyük bir silah üreticisiydi. Beğeni üzerinden kurulu bir ilişki değildi, karşılıklı çıkar ilişkisiydi var olan. Öyle ki bu ilişki büyük kasırgalardan bile geçebildi. Örneğin Mitterrand, “Büyük Arap Cemahiriyesi” (Libya’nın eski adı) diye kendisini adlandıran Rehber’in (Kaddafi) Fransa konsolosluğunu yaktırması, Hissen Habre’nin Çadı’nı, yani Frans-Afrika’nın* şımarık kalesini istikrarsızlaştırmasından daha iki yıl geçmemişti ki, onunla görüşmeye tereddüt bile etmedi. Fransa işin içinde petrol olursa hiç kindar olmuyor. Eylül 1989’da Kaddafi, UTA hava şirketine ait bir DC10 uçağını Tenere çölünün üzerinde düşürterek 170 kişinin ölümüne neden olduğunda da sesini çıkarmadı.
Hatta Paris, BM’nin karar verdiği silah ambargosunu bile bir şekilde deldi. Ve tam da ikinci dönem bundan sonra başladı, yani silah ve petrol diplomasisine “aracılar”ın girmesiyle yeni dönem açıldı. Sinik ve ahlak dışı ilişkiler kuruldu, fakat iki ülke arasındaki ilişkiler zaten geçmişte de öyleydi. Tek fark eskiden bunlar resmiydi. Büyükelçilerimiz doğrudan Albay’la görüşüyor ve raporlarını doğrudan dışişleri bakanlığına sunuyorlardı. Görünüm elbette kötüydü ve bilmek isteyenlerden de bir şeyler saklamak zordu. Fakat artık yeni şahsiyetler sahneye girmişlerdi. Bu dönem Takieddin ve Cuhri’ler gibilerin dönemidir. Aracıların komisyon ve kâr payı aldığı dönemdir. Tıpkı Karaçi** davasında olduğu gibi, ki bu davada o dönem bile Takieddin ve Sarkozy’nin ismi geçiyordu. Karanlık silah ticareti sadece çok parlak olmayan devlet ticareti değil, artık yolsuzluk ve köşeye sıkıştırma anlamına geliyordu. Mediapart’taki meslektaşlarımızın 2012’den itibaren yürüttükleri araştırmalara dayanan adli soruşturma eğer bunu kanıtlayabilirse özel bir ticaretin, daha doğrusu devlet ticaretinin özelleştirildiği ortaya çıkacaktır. Mesele artık devletin kasalarını doldurma değil, bir parti, hatta bir klanın kasalarını doldurma girişimleridir. Üstelik kasayı besleyen kaynak da bir diktatör.
Şüphesiz bir başka sorun daha gündeme geliyor. 19 Mart 2011 Fransız İngiliz askeri müdahalesinde, Albay’ın oğlu Seyfülislam’ın ülkenin doğusundaki isyancı şehir Bingazi’yi kan gölüne çevirme sözünü hayata geçirmesini engellemek tek neden miydi? Kuşkusuz değil. Rejimin isyancılardan iki sahil kenti olan Ras Lanuf ve Brega’yı ele geçirdiği koşullarda kan gölünü engellemeye yönelik müdahalenin meşru olup olmadığına dair tartışma kuşkusuz yürütülebilir. Birleşik Milletlerin 1973 kararnamesine uygun olarak “Koruma sorumluluğu”nun dar bir uygulaması mümkün değil miydi? Ben olabileceğini düşünüyordum ve o dönemde bunu savundum. Müdahale olmasaydı neler olabileceğini de tartışabiliriz. Fakat kesin olan bir şey varsa o da bu BM kararnamesinin çizdiği sınırların çok kısa süre içinde aşıldığı ve NATO’nun devreye girmesiyle ekim ayında Kaddafi’nin çok şüpheli koşullarda öldürülmesine kadar çılgın bir askeri müdahale başlatıldığı.
Sonucun bu olması ya teşvik edildi ya da örgütlendi tezi bugün elinin tersiyle itilebilecek bir olasılık değil. Sarkozy’nin Fransası bundan iki çıkar bulabilirdi: Silah satın alan ve petrol satan bir dost rejim kurma, rahatsız edebilecek bir şahsiyetten kurtulma.
Fakat buradan da her şeyin manipülasyon olduğunu, Libya devriminin, Libya’da baskının olmadığı fikrini savunmaya çok fazla bir şey kalmıyor, ben bu adımı atmam.
*Fransa’nın, Afrika ülkelerinin bağımsızlığından sonra Fransa’nın çıkarlarını savunmaya yönelik kurduğu sisteme verilen ad.
**Karaçi davası 1994 yılında Fransa’nın Pakistan ve Suudi Arabistan’a silah satmasında “aracı” olanlara komisyon vermeyi reddetmesi sonrası 2002 yılında Pakistan’ın Karaçi şehrinde Fransızlara yönelik bombalı saldırının davasıdır.
(Çeviren: Deniz Uztopal)
YENİ ALMANYA’NIN İLK POLİTİK TUTUKLUSU
Thomas URBAN
SüddeutscheZeitung
Almanya’nın da artık politik tutuklusu var: Ülkesinin bağımsızlığı için çaba harcayan ve halkın ezici çoğunluğunu arkasına alan Katalonya Eski Başbakanı Carles Puigdemont, Alman halkının çoğunluğunun da karşı çıkmasına rağmen, tutuklandı. Puigdemont’un politik bir tutuklu olduğunu sadece Barselona’daki yerel parlamento üyelerinin çoğunluğu ve Uluslararası Af Örgütü söylemiyor. İsviçre ve Belçika’daki, Brüksel ve Bern merkezli adalet bakanlığı uzmanları da politikacının İspanya’ya teslim edilmesinin yanlış olduğunu belirtiyorlar. “Katalonya sorunu İspanya’nın bir iç sorunudur, Puigdemont da bir suçlu muamelesi göremez” diyorlar.
Şimdi Katalonya sorunu Berlin’e erişti. Bu sorunla birlikte çok sayıda gerilim de taşınmış oldu. Alman Adalet Bakanlığı, Belçika Adalet Bakanlığından farklı davranabilir mi? Berlin’de Katalan ayrılıkçı hareketinin yaptıklarının yasalara uygun ve meşru olmadığı konusunda mutabakat olmasına rağmen Almanya bir AB ülkesi olarak demokratik bir kitle hareketinin hapis ve para cezalarıyla güçsüz hale getirilmesi için çaba harcayan Madrid hükümetine destek verebilir mi? İspanyol egemenlerinin hukuk sisteminin Katalonyalı ayrılıkçıların ekonomik ve toplumsal varlığını yok etme planı oldukça açık değil mi?
Söz konusu olan kişi terörist değil, özgür seçimlerle yönetime gelen ve demokratik araçlarla mücadele eden bir politikacı. Bu nedenle İspanyol hukuk profesörleri dahi Katalonya’da bir ayaklanma veya isyandan söz edilemeyeceğini belirtiyorlar. Katalonya’daki şiddetin kaynağı ayrılıkçılar değil İspanyol emniyet güçleri. Madrid, merkezi hükümet olarak, ayrılıkçıları politik açıdan tarafsız hale getirme hakkına sahip olsa da bunun için saldırıya gerek yoktu, pasif seçim hakkının lağvedilmesi ve ayrılıkçı örgütlerin yasaklanması yeterli olurdu.
Puigdemont İspanya’nın bir iç sorunu olan Katalonya sorununu, İspanya’nın aleyhine olacak şekilde, uluslararası bir sorun haline getirmeyi başardı. İspanyol egemenleri de son günlerdeki akla hayale gelmeyecek icraatlarıyla ne kadar dar görüşlü olduklarını kanıtlayıp sorunun büyümesinin sorumlusu oldular. Halbuki daha üç gün önce Barselona’daki bağımsızlık taraftarları, ayrılıkçı üç örgütün aralarındaki birliği bozması nedeniyle meclis çoğunluğunu kaybetmişlerdi ve bu sırada Belçika’da sürgünde olan Puigdemont hiçbir AB politikacısı tarafından ciddiye alınmıyordu. Ancak birkaç gün önce dar görüşlü şekilde, İspanya’nın Muhafazakar Başbakanı Mariano Rajoy’un direktifiyle çok sayıda Katalan politikacı tutuklandı ve Puigdemont’la ilgili olarak da Avrupa’nın neresinde olursa olsun tutuklanıp Madrid’e teslim edilme kararı çıkartıldı. Bu karar Kuzey Almanya’daki otoban polisleri tarafından uygulandı. Puigdemont tutuklandı. Tutuklandığı Kiel ve başkent Berlin’de bu kararı kim ve hangi akla hizmet ederek aldı henüz bilinmiyor. Bilinen yapılanın zekice bir şey olmadığı...
İspanyol hükümetinin hamlesi Katalonya’daki ayrılıkçıları tekrar tek vücut haline getirdi. Bölgede Katalonya’nın ve doğal olarak tüm İspanya’nın ekonomisini sarsacak grevler yapılacağı tehditleri uçuşuyor. Ve AB yine önemli hiçbir şey yokmuş gibi davranıyor. Brüksel, İspanya Başbakanı (Mariano) Rajoy’u Katalonya ile politik çözüme zorlama konusunda sessiz kaldı, bunu ihmal etti. AB’nin yap(a)madığını Berlin’in yapmasının tam da zamanı.
(Çeviren: Semra Çelik)
RUSYA VE BATININ AHLAKİ İFLASI
Edward LUCE
Financial Times
RUSYA’nın batı demokrasisine rakip olduğu sıkça söylenir. Fakat bu yanıltıcı. Rusya, resmen Vladimir Putin ve oligarşi çevresine fayda sağlamak için çalışıyor. Böyle bir rejim, ancak kleptokrat olmaya doğru yol almış ülkeler için örnek olabilir.
(…) Fakat, batıya karşı en önemli ideolojik tehdit ülke içinden geliyor. Sayın Putin’in zenginlik kaçıran makinesi, Batı’nın ahlaki zaaflarını gösteriyor. (Putin’in) suç ortakları, Batı olmadan başarılı olamaz.
Bu özellikle ABD ve Britanya için geçerli. Bir çok batı demokrasisinden farklı olarak, ABD ve Birleşik Krallık anonim sahipliğe izin veriyor. Çoğu demokratik ülke, bir mülkiyetin, mesela bir şirket ya da gayrimenkulün, intifa hakkı sahibinin kimliğinin beyanının istiyor. Ne hikmetse, İngilizce konuşulan en büyük demokrasilerde durum böyle değil. ABD hazinesinin verilerine göre, her yıl 300 milyar dolar para aklanıyor. Britanya ve kıyı ötesindeki merkezlerinde bu rakam 125 milyar dolar. Çoğu fark edilmiyor. Rusya ekonomi uzmanı Anders Aslund’a göre en büyük yabancı sermaye Rusya’ya ait. Bay Putin’in kişisel zenginliğinin 50 milyar dolar ile 200 milyar dolar arası olduğu tahmin ediliyor. Bu rakam en düşük haliyle bile bir çok Birleşik Milletler üyesi ülkenin gayrisafi yurt içi hasılasından daha fazla. Fakat bu durumu bozmak için çok az adım atıldı.
Batı’nın 130 Rus diplomatını sınır dışı etmesi önemli bir adım olarak görünüyor. Tabii hiç bir şey yapmamaktan daha iyi, fakat tek başına bu hızla dönen atlıkarıncayı durduramaz. Hatta bu geleneksel karşılıklı sınır dışı etmeler Bay Putin’in işine geliyor. (…)
ABD başkanı ve Britanya başbakanının motivasyonları da incelenmeli. Bu ay gerçekleşen sinir gazı zehirlenmesi utanç verici, ve yapılanları göz ardı etmeyi imkansızlaştırdı. Sanki Putin olayın altına imza atmıştı.
Belki de bu yüzden son on yılda Britanya topraklarında gerçekleşen 14 şüpheli Rus ölümünü araştırmak için bir gayret gösterilmedi. (İngiltere’de) 2013’de Boris Berezovsky gibi birçok oligarkın ölümü intihar diye kabul edilmişti. 2012’de ölen Alexander Perepilichny gibi muhbirler de doğal sebeplerden öldü diye kabul edilmişti.
Altı yıl boyunca, Sayın May’in yönetimi altında, içişleri bakanlığı bir çok dosyada işi ağırdan aldı. Üstelik, Theresa May, ulusal güvenliği gerekçe göstererek Perepilichny soruşturmasına hükümetin dosyalarını vermeyi reddetmişti. (…)
Şimdi Britanya sarsılarak ani bir kararlılık gösterisine zorlandı. Batı’yı birlik gösterisi yapmak için toparlamayı başardığı için Sayın May’in durumu iyi görünüyor. İşçi Parti Lideri ve Rusya hayranı olan Jeremy Corbyn ile karşılaştırılınca (Sayın May) güçlü bir Thatcher savunucusu gibi duruyor. Yine de sınır dışı etmeler çok az etki yapacak. Londra’nın gayrimenkul satışlarının birçoğunun Ruslara ait olduğu tahmin ediliyor. Londra’da çok fazla sayıda banka, emlakçı ve lüks hizmet sunucusu Rus parası ile zenginleşiyor.
ABD de Britanya gibi yasa dışı kazanılmış paraya oldukça açık. Fakat önemli bir yönüyle Amerika daha büyük risk.
2015’de paravan şirketler, müttefik ağları ve farklı yöntemlerle Putin ve arkadaşlarının paralarını nasıl kaçırdıklarını açıklayan Panama Belgeleri sızdığında, Bay Putin’in Hilary Clinton’ı suçladığı sıkça unutuluyor. Bir örnek vermek gerekirse, bu sızıntı sayesinde Putin’in en yakın dostu, Sergey Roldugin’in net değerinin 130 milyon dolar olduğunu öğrendik. Sayın Roldugin yaşamını çello çalarak kazanıyor.
Bir diğer müttefiki Mikhail Lesin’di. Lesin, Bay Putin’in eski baş danışmanı ve Russia Today (RT) kanalının kurucusuydu. Sayın Lesin ve Bay Putin’in arası açıldı. 2015’de Washington DC’de bir otelde ölü bulundu. Vücudunda çok büyük darp izleri olmasına rağmen, ABD yetkilileri aylar sonra kazayla ölüm kararı verdi. Sayın Lesin ölümünden bir gün sonra federal soruşturmacılara ifade verecekti.
Bu durumda Sayın Putin’in bu kadar cesaretlenmesi şaşırtıcı olmamalı. Rusya’nın 2016 seçimlerini etkileme çalışmaları biraz da Panama Belgeleri için öç alma girişimiydi.
Batının çoğu, Rusya tehlikesini tersten görüyor. Rusya’nın ekonomisi İtalya’dan büyük değil ve askeriyesi kötü bir durumda. Rusya her şeyi kaybetme korkusuyla elindeki güce sıkıca tutunan bir otokrat tarafından yönetiliyor. Şeffaf muhasebe Sayın Putin’in en çok korktuğu silah. Zenginliğini mülkiyet haklarının güvenli ve hukukun egemenliğinin sağlam olduğu ülkelerde saklıyor olması bir çok şeyi anlatıyor. (...)
(Çeviren: Çınar Altun)