‘90’ların Kabil’inde suç ve ceza
Afgan Yazar Atiq Rahimi, son romanı ‘Kahrolsun Dostoyevski’ ile savaşın çok uzun yıllardan beri esip gürlediği Afganistan’da suç ve ceza kavramlarını sorguluyor. Savaş ortamında sıradanlaşan şiddete ve bu doğrultuda şekillenen toplumsal normlara Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sının izini sürerek bakıyor.“
“Resul tam baltayı yaşlı kadının başına indirmek üzere kaldırmıştı ki aklına ‘Suç ve Ceza’nın hikayesi düştü. Onu yıldırım gibi çarptı. Kolları boşaldı, bacakları titredi. Ve balta elinden kurtuluverdi. Kadının kafatasını yardı ve oraya saplandı.”
‘Kahrolsun Dostoyevski’nin hikayesi böyle bir girişle başlıyor. Hikayenin merkezindeki sorgulamalar da bu girizgahda gizli.
Atiq Rahimi’nin romanı 1990’lı yılların Kabil kentinde işlenen bir cinayet sonrasında tıpkı Dostoyevski’nin Raskolnikov’u gibi hayal ve gerçek arasında geçen bir kesitle başlıyor.
Rahimi bütün romanlarında Afganistan’ın savaşla yoğrulan kaderini anlatıyor. ‘Kahrolsun Dostoyevski’de de romanın merkezinde yine Rahimi’nin ülkesi, doğduğu Kabil kenti var. Bugün bakıldığında anlamını çoktan yitirmiş bir şavaşın ülkedeki hakim kalıntıları ve buraya sıkışmış halkın trajik hikayesinden küçük bir parça Rahimi’nin romanı.
Romanın ana karakteri Rassoul, sevgilisini tuzağa düşürmek isteyen Alya Ana’nın kafasına tam baltayı vurmak üzereyken, aklına Dostoyevski’ nin ‘Suç ve Ceza’sı düşer. Raskolnikov’un cinayet sonrası yaşadıklarını okuduğu bölümlerden tekrar eder. Resul Afganistan’ın seçkin ailelerinden birisinin oğludur. Babası, komünist dönemin subaylarından biri. 1986-89 yılları arasında Leningrad’a okumak için giden Resul’ün Dostoyevski’yle tanışıklığı buradan geliyor. Sovyetler Afganistan’dan çekildiğinde o’da ülkesine geri döner. Kabil’de görünürde biten savaş sivil hayatı esiri yapmıştır adeta. En sert şiddet olayları o kadar doğallaşmıştır ki aynı ülkenin insanları birbirlerini yok etmektedir. Rassoul, geri dönmekle büyük hayal kırıklığı yaşar. Savaşın yıkıp geçtiği ülkede açlık, yoksulluk da hat safadadır. Kirasını ödeyemediği bir evde yaşayan Rassoul, kuzeni Rozmodin’in desteğiyle hayatını sürdürür. Aşk, dostluk, sevgi, mutluluk her şey pılını, pırtını toplayıp gitmiştir adeta. Rassoul’u ise sadece aşkı Suphiye ayakta tutar. Suphiye Alya Ana’nın fuhuş yaptırdığı evinde hizmetçilik yapar. Orada çalıştığı müddetçe kötü yola düşmesi an meselesidir. Ve Rassolu’un bu duruma çözüm için yapacağı tek şey Alya Ana’yı öldürmek, paralarını alıp, sevgilisiyle ailesini kurtarmaktır. Alya anayı öldürür. Fakat bu cinayet anı öyle ağır bir çöküntüye yol açar ki parayı ve mücevherleri almadan kaçar. Bu travma o’na sesini kaybettirir. Rassoul, bu travmadan kurtulmak için mahkemeye çıkıp yargılanmak ister. Suçu bellidir ve ceza çekmesi gerekmektedir. Ama savaşın gölgesindeki ülkesinde her gün süren şiddet ve çatışmalar adaleti, kanunu yerle yeksan etmiştir. Rassoul’un işlediği cinayeti tanımlayan ne suç vardır ne de ceza.
1962 Kabil doğumlu Atiq Rahimi, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesi üzerine Fransa’ya göç eder. Yazmaya 1990’lı yıllarda başlayan Rahimi, Fransız televizyonu için belgeseller hazırlar. İlk romanı ‘Earth and Ashes’ı Pers dilinde yazar. Fransızca kaleme aldığı ve Türkçeye ‘Sabır Taşı’ adıyla çevrilen dördüncü romanı ise Rahimi’ye 2008 Goncourt ödülünü kazandırdı. Afganistan’a 2002 yılında dönen Rahimi, sinema sektöründe senaryolar yazıp yönetmenlik yapıyor. Atiq Rahimi ‘Kahrolsun Dostoyevski’ romanın kurgusu için ‘Benim çıkış sorum basit: Suçluluğun, öncelikle savaş ortamında ve daha ötesinde sivil savaş ortamındaki önemi nedir?’diyor.
Bu yıl İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’ne konuk olacak olan Rahimi, festivalin bu yılki teması ‘Şehir ve Korku’yu kendi eserleriyle anlatacak.
Savaşın hanidir esip gürlediği bir ülkede suçun, cezanın, ahlak ve toplumsal değerlerin izini sürüyorsunuz. Bunu yaparken Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sı hep yanınızda. Siz suç ve ceza kavramına nasıl bakıyorsunuz?
Suç ve ceza kavramları bütün savaşlarda önemli, sivil savaşlarda daha da önemlidir. Dostoyevski’de “suçluluk” kavramı, düzenli bir sosyal yapıda ele alınır. Hristiyan bir toplumun içindeki yeri, önce psikolojik, sonra politik ve son olarak da metafizik bir planda anlatılır. Benim çıkış sorum basit: suçluluğun, öncelikle savaş ortamında ve daha ötesinde sivil savaş ortamındaki önemi nedir? Afganistan gibi pek çok savaşlar yaşamış bir ülkede bu sorunsal üzerindeki mülahazalar beni islam dininde bu fenomenin nasıl incelendiğine yöneltti.
Raskolnikov ile benzer durumda ama bir savaş ortamında ve müslüman bir toplumda yaşayan Rassoul gibi bir karakteri çizerken, suçluluk duygusunun Dostoyevski’nin eserindekinden bambaşka bir şey olduğunun farkına vardım.
Peki neye vardınız?
Bildiğiniz gibi Hristiyanlıkta ilk (orijinal) günahıyla doğmuştur insan. Sürgün edildiği yeryüzünde işleyeceği sevaplarla cennete ulaşma hakkını kazanmalıdır. İslam dinindeyse, Tanrı insanı bağışlamış ama yine de yeryüzüne göndermiştir. Müslüman doğan insan günahsız, suçsuzdur ancak suçsuzluğunu korumak ve kanıtlamak için belirli bir sınavdan geçer. Bu her şeyi değiştirir.
Benzer şekilde, suçluluk duygusunun karşısında, Lacan’ın da gösterdiği üzere, insanın iki çeşit patolojisi vardır: Ya bu duygunun içinde hapsolur, ki bu da nevrozu meydana getirir, ya da o duyguyu reddederek psikoza sürüklenir. Benim romanımda gördüğümüz gibi, suçluluğunun bilincinde olan Rassoul nevrotik bir vakadır; savaş suçluları ise psikotiktirler!
Başka önemli bir soru: Herkes Dostoveyski’nin şu sözünü bilir: “Tanrı olmasaydı her şey mübah olurdu. “O zaman Rassoul de şu soruyu sorar: Afganistan’daki sivil savaş boyunca neden müslümanlar için insanlık suçu işleme hakkını kendilerinde görmüşlerdir? İnançlar, dini ya da ekonomik ya da politik, her türden inançlar... Bunlar da eylemlerimizi, suçlarımızı haklı çıkarmak/meşru kılmak için değil midir? Dogmatik ruhları rahatsız edebilecek sorgulamalardır bunlar.
RASSOUL’UN SESSİZLİĞİ DUYGUSAL BİR SUSKUNLUK
Alya Ana’yı öldürdükten sonra sesini, ruhsal dengesini kaybeden Rassoul’un babasının öldüğünü öğrendiğinde kılı kımıldamıyor. İki ölüm arasında Rassoul nasıl değişimler geçirmiştir?
Eğlenceli bir anekdot paylaşayım sizinle bununla ilgili. İlk versiyonlarda Rassoul’un ses kısıklığı kesin değildi. El yazımın son okumasını yaptığım zaman, editörüme teslim etmemden hemen önce, bu karakterin tek bir repliği bile olmadığını fark ettim. Şaşkınlık içindeydim. Karakterimi bir psikoanaliste götürmek için randevu aldım. Üç seansın ardından, onun suskunluğuna bir anlam verebilmiştim duygusal bir suskunluktu Rassoul’unki. Bu Fransızcada bir kelime oyunu da oluşturuyordu: “Sesini kaybetmek, yolunu kaybetmektir” (ses ve yol kelimelerinin Fransızca’da farklı yazılıp ancak aynı şekilde telaffuz edilmesinden doğan bir kelime oyunu)
Bu fenomen romanlarımda sıklıkla görülebilir. Külün ve yeryüzünün çocuğu Yassin, bombalanma yüzünden işitme yetisini kaybeti. Ama çok küçükken, dünyanın neden bir anda sessizleştiğine de şaşırdı. İşitme yetisini kendisinin kaybettiğini anlayamaz; savaş, bombardıman ve tankların dünyanın sesini çaldığına inanmıştır!
Siz bütün romanlarınızda ülkenizin yaşadığı savaşı anlatıyorsunuz. Hikayelerinizle ülkenizin yasını mı tutuyorsunuz?
Evet. Yazılarımda yas tutmayı denedim. Umarım “Kahrolsun Dostoyevski” romanım ile, savaş hakkında yazmaya son verebilirim. Daha anlatacak o kadar çok aşk hikayem var ki! (İstanbul/EVRENSEL)
MAĞDUR OLANLARIN HİKAYESİNİ ANLATIRIM SADECE
Afganistan’ı savaşı, şiddeti, adaleti sorgulayan bir kitaptan bahsettiğimizde, Afganistan’daki emperyal politikların sorgulanan bu sistem üzerindeki etkilerine kitapta yer vermiyorsunuz. Neden?
Bana göre tüm savaşlar birbirine benzer. Beni ilgilendiren savaştan ziyade savaşın insanlar üzerinde yarattığı sonuçlar. Afgan, Rus, Suriyeli, Filistinli, Vietnamlı olsak da, aynı ölçüde acı çekeriz bir savaşta. Ben, en iyi bildiğim bir ülkedeki savaş vahşetini anlatıyorum.
Aynı şekilde, ABD, Rus veya Çin, Suriye, İsrail ya da İslamcı orduların hepsi aynı suçu işler. Hiçbirşey değişmez! Ben jeopolitika uzmanı değilim, şu ya da bu ülkenin bir diğer ülkedeki siyasal sorunlarını, askeri eylemlerini analiz etmiyorum. Mağdur olanların hikayesini anlatırım sadece.
HERKES SIRASI GELİNCE CELLAT OLUYOR
Ülkede yaşanan şiddetin sesleri hiç dinmiyor kitapta. Şiddeti, yıkımı ve insanı romanınızla anlatırken, oradaki topluma dair gözlemleriniz neler oldu?
Otuz sene süren bir savaş, bir halkın güvenini yok ediyor. Diğerlerine ve kendilerine karşı olan güveni! Ve her savaştan sonra, eğer halk yas tutmuyorsa, savaş suçlularının davaları görülmüyorsa, tüm ülke intikam almaya düşüyor. İşte orada da, sivil savaş başlıyor. Herkes sırası geldiğinde cellat (infazcı) ve mağdur oluyor.