Havuz, yılan ve gelincikler
Özer Akdemir, Salihli Ovası'na kurulan jeotermal kuyusunu yazdı: Bütün bu güzelliklerin ortasında cerahatlenmiş bir ur gibiydi havuz!
Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel
Özer AKDEMİR
Salondan çıktığımızda gün ikindiye ermişti. Bozdağ’ın gölgesi Barış Mahallesi’nin üstünden kalkalı epey olmuştu. Palmiyelerle süslü geniş bir caddenin iki yanına sıralanmış evler, ağaçlarla kaplı tepelere kadar uzuyordu. Evlerin çatılarının üzerinden görünen iki tepe vadiyi bir boğazmış gibi daraltıyor, vadi sonra yeniden genişliyordu. Dağın yamaçlarında ise bir öbek ev göze çarpıyordu. Kızılçam ormanının ortasındaki bu evler, yeşilliklerin arasında kaybolmuş gibiydiler.
Dağın doruğundan Salihli Ovası’na doğru incecik bir duman iniyordu. Duman, bazı yerlerde yeşillikleri örtüyor, ince beyaz bir tül gibi ırgalanıp duruyordu. Bozdağ sanki nefes alıp veriyordu.
***
Arabalarımızı, siperlikleri göz hizamıza indirerek güneşin battığı yere doğru sürdük. Evlerin geniş bahçeleri mazı ve alev ağacı çitleri ile çevrelenmişti. Bahçelerin içerisi rengarenk bitkilerle bezenmiş, dar asfalt yolun sağında solunda kırmızı çiçekleri açmış nar ağaçlar vardı.
Barış Mahallesi girişindeki Yeşilçam Düğün Salonu’nu dolduran mahallelilere, 80’ine merdiven dayamış Hamdi Akgün amca bu narlardan bahsetmişti, yarım saat kadar önce. Çok eskilerde kalmış anıları özlemle anlatırken sesi titriyordu; “Çok değil 20-30 yıl önce buralar nar ağaçlarıyla doluydu. Öyle tatlı, öyle güzel kokulu, öyle iri narlardı ki! İzmirli, İstanbullu tüccarlar bunları alabilmek için birbirleriyle yarışırlardı. Sonra borlu su çıktı”.
Titrek sesi konuşmanın bir yerinde çatallaştı Hamdi amcanın. Gözlerinde belli belirsiz bir buğunun biriktiği görülüyordu. Boğazını temizledi, içinden taşan gözyaşlarını tutsa da sesindeki hüzne engel olamayarak konuşmasına devam etti; “Borlu su çıkınca nar ağaçlarının hemen hepsi kurudu. Benim evimin bahçesinde de vardı nar ağacı. Onlar da yavaş yavaş öldüler gözlerimin önünde. Ben de beton döktüm tüm bahçeye. Toprağı gömdüm betonun altına, bir ölüyü gömer gibi”.
Biraz daha konuşsa yorgun bacakları gövdesini taşıyamayacaklar gibi duruyordu. Sözlerini bitirirken bu sefer öfke vardı sesinde; “Bugün, evlerimizin dibini kazıyor jeotermalciler. Bizi insan yerine koyup isteyip istemediğimizi sormadılar bile. Geçmişten biliyoruz biz bu jeotermalin neler yaptığını. 40 yıl önce, Bozdağ’dan gelen şu çam havası ile, narlarla, akasyalarla, leylak, yasemin ve melisa ağaçları ile kaplı ovanın güzel kokularını içimize çekelim, ömrümüzün geri kalanını bari sağlıklı yaşayalım diye geldik buraya. Yaşamak için geldik biz, kanser olmak için değil”
***
Düğün salonunda yapılan halk toplantısını örgütleyenlerden Emekli Öğretmen Hakkı Hoca toplantının bitiminde, evinin hemen arkasında açılan jeotermal kuyusunu görmemizi istedi. Mayıs ayında yazı aratmayan bir sıcağın ardından ikindi yeli ile serinleyen mahallede, tek katlı bir evin yanında durdu araçlarımız. Düğün salonu ile evin arası bir kilometre bile yoktu. Yanımızda yöremizde üzüm bağları sıralanmıştı. Kızıla çalan topraklarda sebze filizleri boy vermiş, türlü meyve ağaçları çiçeklenip serpilmişlerdi.
Hakkı Hocanın önü üzüm asmaları ile çevrili tek katlı, sarı boyalı evinin yanındaki toprak yoldan gidilen kuyu, 20-30 metre kadar ilerdeydi. “Kuyu” dendiğine bakmayın; etrafı tel örgülerle çevrelenmiş, tabanına siyah plastik örtü serilmiş, içi kötü kokulu, kirli sarı su ile dolu kocaman bir havuz vardı karşımızda. Havuzun içindeki sudan kesif bir kükürt kokusu yükseliyordu.
Havuzun yanındaki sondaj çamurunun akşamları fosfor gibi parladığını, bunun üzerine bir gece kepçelerle toprak atılarak çamurun gömüldüğünü anlattı Hakkı Hoca. Evlerin yanı başında yer alan havuz, daha düne kadar hiçbir önlem yokken, mahallelinin tepkileri sonrası etrafı tel örgülerle çevrilmişti.
Doğayı coşturan baharda, çiçeklerin en güzel koktukları mevsimde, bütün bu güzelliklerin ortasında cerahatlenmiş bir ur gibiydi havuz!
***
Güneş, kadim Sart kentinin bulunduğu yerden yavaş yavaş alçalırken, daha içerilerde Caferbey köyü ile Barış Mahallesi ortasında yer alan başka bir kuyuya götürdü bizi Hakkı Hoca. Engebeli, iri taşlarla kaplı yola bizim aracımız dışında girmeye cesaret eden olmadı. Tarlaların ortasındaydı bu havuz da. Genişçe bir tarla kazılmış, üzerine çakıl taşları örtülmüştü. Alanın ortasında kalın sondaj borularının olduğu yerden sürekli, kirli kokulu sıcak bir su sızıyordu. Boruların biraz ötesinde yer alan, dört metre genişliği yaklaşık iki-üç metre derinliğindeki havuzun boyu elli metreye yakındı. Diğer havuzdaki gibi siyah plastik bir örtü ile kaplanmıştı ve yine o kötü kokulu su vardı içinde.
Havuza kocaman bir yılan düşmüştü. İki metreye yakın boyu olan bilek kalınlığındaki yılan, plastik örtüye tırmanmaya çalışıyor, düz yüzeye tutunamayıp gerisin geri suya düşüyordu. Havuzun hemen yanı başında anne bir keçi ve yeni doğmuş iki yavrusu otluyordu. Bir çoban, sürüsü ve köpeği ile yanımızdan, üç yüz dört yüz metre ilerideki ağılına doğru geçip gitti.
Akşam güneşinin ilk ışıkları havuzun kirli suyuna, kötü kokusuna inat kenarlarında biten kırmızı gelinciklere vururken ayrıldık oradan. Plastik örtüden tırmanmaya çalıştıkça kayan boz yılan artık görünmüyordu. Havuz, Bozdağların eteğindeki bu şirin toprakları olduğu kadar boz yılanı da kükürt kokuları içerisine hapsetmişti. Doğa, neşeyle zıplayıp duran keçi oğlaklarıydı, yaşam fışkırıyordu her şeye rağmen. Ve kükürt kokulu havuzun kenarında açan gelincikleriyle direniyordu bahar.