01 Eylül 2012 13:35

İki hayat bir direniş

Televizyonlarda saat başı “sıcak haber, sıcak gelişme, son dakika”  spotlarının ha bire verildiği günlerde “marka şehir, örnek şehir, dünya devleri arasında yerimizi aldık”  diye reklamı yapılan Antep’in göbeğinde tüm bu sıfatların gerçek yaratıcısı olan 5 bin işçisinin direnişi haber ajansları

İki hayat bir direniş
Paylaş
Mukadder Bayramoğlu

Televizyonlarda saat başı “sıcak haber, sıcak gelişme, son dakika”  spotlarının ha bire verildiği günlerde “marka şehir, örnek şehir, dünya devleri arasında yerimizi aldık”  diye reklamı yapılan Antep’in göbeğinde tüm bu sıfatların gerçek yaratıcısı olan 5 bin işçisinin direnişi haber ajanslarına bile düşmedi. Oysa burada Anadolu’nun Kaplanları diye tanıtılan patronların yüreğine işçiler bu sıcak gelişmeyi  alevle yazmışlardı ve kendi gündemlerini oluşturmuşlardı. Bütün sanayinin gözü kulağı buradaydı. Direniş aynı kaderi yaşayan ülkenin diğer işçi havzalarında da duyulup, destek mektupları gelmeye başlayınca Anadolu Kaplanları kaplanlıklarını bir kenara bırakıp işçiyle konuşma girişimlerine başladılar, “biz sizin babanızız” dediler işçilere. Oğul babayı hiç zor durumda bırakır mıydı? Baba ne yaparsa doğru yapmaz mıydı? Birinci olmak için aç kalmak gerekirse oğul aç da kalmalıydı. Hatta grevin olduğu günlerin Ramazan ayına gelmesinin bir önemi yoktu. Çünkü onlar hayır vesilesiyle yaptırdıkları camilerin minareleri arasında salınan mahyalardaki  “tok açın halinden anlamalı” sözleri öylesine yazılıyordu. Şimdi zaman oğulun aç karnını nasıl doyuracağını düşünmenin değil, fabrikalarına fabrika katma zamanıydı. Bir ara halkın arasına katılır, Şireci Tekstil’in sahibi gibi direniş gününde hayır açılışları yaparlardı. Hem üstelik bu işçiler nelerine güveniyorlardı? Epi topu 5 bin kişi! Oysa onların görmek istemedikleri bir gerçek vardı, onlar 5 bin kişi değillerdi. Onların bakmakla yükümlü oldukları, çocuklarını bırakacak bir yer ve insanca koşullarda çalışacak bir iş bulamayan kadınları, fazladan bir çikolata bile istememeyi çoktan öğrenmiş çocukları da hesaba katınca o işçinin getireceği ekmeğe bakan 20 bin insan daha vardı geride. Ve o direnişle o ekmeğin büyümesini bekleyen 20 bin insan! İşçi mahallelerindeki alışveriş ettikleri bakkalı, fırıncıyı, kasabı ve diğer esnafları saymıyoruz bile. Onlar fabrika önlerinde görünmedikleri için de yok sayılıyorlardı ama tam da direnişin merkezindeydiler aslında. Biz de görünmeyeni görünür kılmak için bu defa da onlara yönelttik sorularımızı.

 

Perilikaya Antep’te bir işçi mahallesi. Başpınar Organize Sanayi Bölgesi’nde bir süre önce direnişe katılan işçilerin bir kısmı bu mahallede oturuyor. Burada işçi Süleyman’ın evine konuk oluyoruz. 10 gün süren direnişin ardından işçiler önemli bir zam aldılar. Ancak bazı işçiler çeşitli nedenlerden dolayı iş başı yapmadılar. Neden iş başı yapmadığını şöyle açıklıyor Süleyman Kıyak “Grevden sonra patronun yeni dayatmaları oldu. Pişman olduğumuzu söylememizi istedi. Zammı aldık ama bu sefer patron işçileri sindirmek istiyor. Buna karşı çıktım. Patronun hakaretlerine karşı dava açacağım”. Kudret Kıyak’a soruyoruz, ne hissetmiş direnişi duyunca diye, gülsem mi, gülmesem mi tereddüdü yaşıyor bir an ve sonra başlıyor anlatmaya.”Eşimin iş bıraktığını duyunca kısa sürer, akşama girerler içeri diye düşündüm. İş bırakma direnişe dönüşünce çocuklarla birlikte oturup ağladık. Çocuklar 2 gündür babalarını göremedikleri için, bense ev kirası, elektrik, su parasını, çocukların ekmek parasını düşündüğümden... Üstelik 7 aylık da hamileyim. Doğum için para lazım. Hiçbir hazırlık yok. Erken doğum olmaması için gece gündüz dua ettim. Önümüz bayramdı, çocukların ihtiyacı, kışa hazırlık... Bulgur, simit, salça, kurutmalık, kömür  hiç biri daha hazırlanmamıştı” diye hızlı hızlı sıralıyordu. Sonra derin bir nefes aldı ve dedi ki “Gerçi çalıştığında da saydıklarımın hiç birini alamıyorduk ama yarım yamalak oluyordu işte, bakkala yalanımız dönüyordu hiç değilse. Eşim pazarları da dahil çalışıyordu ama yine de karnımızı doyurmaya yetmiyordu. Ona yardımcı olmak için evde ben de bir şeyler yapmaya çalışıyordum. Ama oya parasıyla, dantel parasıyla olacak şey değildi bu. Tek başıma fıstık bile kırdım ama sabahtan akşama kadar kırdığım fıstığın parası sabah kahvaltısında bırakın peynir almayı, zeytin ve ekmek parası için bile yetmiyordu” İşçi Eşinin Kaderi: Fıstık Kırmak Bu şehirde işçi eşiysen eğer fıstık kırmak kaderin oluyordu sanki. Bazen kısılan, bazen yükselen kimi zaman da sinirlenen bir ses tonuyla konuşmasına devam ediyordu. Bizler soru sormayı bırakmıştık. O ne anlatırsa onu dinliyorduk. “Çocuklar anlamıyor. Bir şey istedikleri zaman alamayıp da direttiklerinde cimcikleyip susturuyorduk. O anki halimizi ancak çocukları birşey isteyip de alamayan ana baba ve insan olanlar anlar diyordu”. Bunu söylerken göz yaşları kirpik uçlarına takılıp kalıyordu. “Eşimin işsiz kalmasından korkuyordum ama böyle de yaşanmıyordu. Elde avuçta bir şey yok. Aldığımız maaş kira, faturalar, bakkalın borcu derken 1 günde bitiyor. Geriye kalan günlerde ne yiyelim ne içelim?​” “Antepliler keyifli insanlar, altı gün çalışır yedinci gün sahrede yerler” deyiminin yerini uzun zamandır “29 gün aç çalışırsın, bir gün de karnın doyarsa ne ala” deyimi almış. Eşinin greve ne için çıktığını biliyor Kudret. “Hamile olmasaydım...” diye sık sık hayıflanıyor. “Grev kaç gün sürerse sürsün ben her zaman eşimin yanındayım. Kocam yine iş bulur. Fabrika olmazsa inşaatta amelelik yapar. Çalışsak da açız çalışmasak da!”. Grev boyunca diğer işçi aileleriyle pek görüşememiş. Çünkü sıkıntıdan sancıları olmuş,  bir de 3 küçük çocuk başında... “Ama gözüm televizyonda, telefondaydı, gelecek her haberi dikkatlice takip ediyordum. İşçiler seslerini duyurmak için şehir merkezinde basın açıklaması yaptığında çocuklarının elinden tutup bu halimle gittim oraya. Eşime destek için” diyor. Orada kendi gibi hamile başka kadınları da görmüş. “Keşke grevde olan olmayan tüm işçi ailelerin eşleri ve çocuklarda orada olsaydı. Biz dilenmiyoruz. Biz hakkımızı istiyoruz. Onların bize yardım dağıtmalarını istemiyoruz. Bizim hakkımızı versinler, biz tüm ihtiyaçlarımızı alırız “diyor.

Kadının yorgunluğu, yoksulluğun pansumanı Direniş boyunca çoluk çocuk ne yediniz diye soramıyoruz, çünkü evin durumu bunu anlatıyor zaten. Köyden yapılıp gelmiş, muhtemelen paranın olmadığı günlerde kurtarıcı olan yufka ekmekler sandığın üzerinde deste deste duruyor. Bahçe duvarının bir köşesinde kara kazan ve tavaların durduğu, yemeklerin pişirildiği taş ocak göze çarpıyor, kendince aile bütçesine destek için tüp kullanmıyor da ateşte pişiriyor yemeği.  Zaman zaman konuşmalara çocuklar da dahil olmak istiyor. Belli ki onların da var diyecekleri. Öğretmenleri sınıfı müzeye, hayvanat bahçesine, pikniğe götürmüş. “Sen gittin mi?​” diye sorduğumuzda ise büyük insanların tavırlarıyla gidemeyişlerine bahaneler uyduruyorlar. Yoksulluk onların suçuymuş gibi saklıyorlar parasızlıktan gidemediklerini. Anneleri tamamlıyor sözlerini, “Paramız olmadığı için gönderemedik” diyor. Okuldan birşey istediklerinde çocuklar annelerini onlarla gelmeden okula gitmiyorlarmış. Anne de her gittiğinde öğretmenin karşısında ağlıyormuş. Annesini öyle çaresizlik içinde ağlarken görmek bir çocuk için tarifi imkansız acıdır. “Her şey çocuklarımız için. Biz onlardan sadaka değil emeğimizin karşılığını istiyoruz. Bunun için ne gerekiyorsa, grevse grev, başka bir şeyse o! Bıçak kemiğe dayandı.” diye bitiriyor sözlerini. Bu sözler aslında tüm işçi ailelerinin sözleriydi ve görünen o ki bıçak kemiği çoktan geçmiş, kemiği kesmeye başlamıştı.

 

Meryem Uğur 40 yaşında bir kadın ama 40 bin derdi var. “Nasıl anlatsam, nerden başlasam bilemiyorum” diyor. “Hayatımız çok zor. Kocam asgari ücretle çalışıyor ve eline geçen para 760 lira. Bunun 225 lirasını kiraya, sonra faturaları da çık 400 lira ya kalıyor ya kalmıyor. Bununla bir ay idare etmek zorundayım. Akşamları sofraya bir tas sıcak yemek koyma marifeti de bana kalıyor ama bu parayla ne pişirsem bilemiyorum”.  9 kişinin karnını  azıcık parayla doyurmak, yüksek ekonomi bilgisi ister istemesine de Meryem okumuş değil! Gerçi okumuşların da bu işin içinden çıktıkları söylenemez ama... Hayat Meryem’i iğne deliğinden geçirir gibi ekonomi uzmanı yapıvermiş, 40 bin derdi de üzerine yıkmış.”Evde ne şofben var ne de güneş enerjisi. Evi ısıtmak için kullandığı sobanın bir yanı çürüyünce onu banyoya aldım. Bu sobada odun yakmadım hiç. Evimizin karşısındaki çöp konteynırın yanına,  penyeci atölyesinin bıraktığı penye kırıntılarını çocuklara getirtip onu yakıyorum. Ya da çocuklar marketlerden karton kutu topluyor. Odunu ancak kışın evi ısıtmak için sobaya ya buluyoruz ya bulamıyoruz. Kışın tüp çok gitmesin diye yemeklerin çoğunu sobanın üzerinde yapıyorum”.  “Olmayan şeyin idaresi nasıl olur”u anlatıyor aslında Meryem. “Taze ekmeğin tadını unuttuk. Daha ucuz diye büyük marketlerin ve ekmek fırınlarının bayat ekmeklerini alıyoruz. Aldığımız yer de uzak, dolmuş parası vermemek için yürüyerek gidip geliyoruz. Taze ekmeği bir maaşı aldığımız gün, bir de eve misafir geldiğinde görürüz”. Misafire ayıp olmasın diye bazen borca alıyorlarmış taze ekmeği. Eş dost bazen kıyafet, ayakkabı veriyormuş. “Bazıları giyilecek gibi değiller ama ne yapalım ayağımız yere basmasın diye giyiyoruz, giydiriyoruz” diye ekliyor. Akıllara “Bugün Ne Giysem” televizyon programı geliyor, ünlü modacıların “yakışanı giyin” sözleri burada “ne bulursam giyin”e dönmüş. Kendinden bahsetmesini istediğimizde “Ne anlatayım? Ben kendimi unuttum” diyor. Kendini unutmak... Yaşamı nefes alıp vermekten ibaret olarak görmek zorunda bırakılmak insanın yüreğine kaya gibi oturuyor. “ Akşama kadar evin içinde ‘ne yapsam da tasarruf yapsam’ diye düşünüyorum. Kafamı derdimden kaldıramıyorum. Sıcaklar geldi geçti, bir gün bile vantilatörü açıp çalıştırmadık, elektrik parası çok gelir diye. Sudan kısayım diyorum, nasıl kısayım? Kokalım mı? Mecbur kullanıyoruz. A ha yine suya zam geldi. Artık takip edemiyoruz”. Dert anlatırken alnında boncuk boncuk biriken terini elinin tersiyle siliyor. “Çalışmak istesem bile 7 çocuğu kime bırakayım? Okula biri gidiyor, biri geliyor”. Okumamışım ama bilirim Konuşma boyunca gülümsediği tek an çocuklarını anlattığı an oldu. Ne de olsa “her şey onlar için”di ve onlar yüzünü kara çıkarmamışlardı. Okulda hepsi de çok başarılıydı. Bize çocuklarının aldığı belgeleri gösteriyor bir yandan da. Sonra yine hüzünlenip “Ama çocuklar okul ihtiyaçları için bir şey isteyip de yok dediğim zaman, çocukların “Sen bize aferin, hep çalışkan olun deyip sırtımızı sıvazlıyorsun ama istediklerimizi almıyorsun” lafını duyduğum zaman çok zoruma gidiyor bu yoksulluk” diyor. Sosyal güvenceleri olduğu için de hiç bir yardımdan yararlanamıyorlarmış: “Dilenmez dilenci olduk kimsenin haberi yok. Çalışırken bunları yaşıyorduk. Şimdi eşim işten atıldı, Şireci Tekstil’de  grev yaptığı için. Karşı çıkmasın da ne yapsın? Gece gündüz çalışıyor, aldığı parayla ancak sürünüyoruz. Yaşamıyoruz artık. Fabrikadaki çalışmasını eşim anlatınca diyorum ki insanın çalışacağı yer değil. Aman diyoruz yaman diyoruz. Eşim çalışıyor ama bari hak ettiği parayı alsa, o da yok. İki kuruşu bize çok gördüler. Ama başkalarına gelince var. Suriyelileri getirip parayla bakıyorlar. Biz açız bizi görmüyorlar”. Ne yapılması gerektiğini de anlatıyor bir çırpıda “Okumamışım ama bilirim. Bizi sen sucusun, bucusun, Kürtsün, Türksün diye bölüyorlar, bizi kandırıp ekmeğimizi elimizden alıyorlar”diyor. “Kocam ekmek parası için greve çıktı, polisler işçilere saldırdı. En büyük eksikliğimiz insanların birbirini tutmaması. İşçi işçiyi tutmalı. El ele vermeliyiz “diyor kararlı bir sesle ve noktayı koyuyor.

Dergimizi pdf formatında görüntülemek için tıklayın

ÖNCEKİ HABER

Ben oğlumu ateşler arasından aldım başka analar almasın

SONRAKİ HABER

Savaşı “öldürmek” için sokağa çıkmanın vaktidir

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa