'Benim için yeryüzüne dönmek sözcükleri gün ışığına çıkarmaktı'
'Yeryüzüne Dönerken' adlı ilk şiir kitabı yayınlanan Şair Zarife Biliz’le şiir, zaman, hayatın anlamı ve ölüm üzerine...
Fotoğraf: Evrensel
Nurgül ÖZLÜ
Zarife Biliz, 1970 yılında Malatya’nın Hekimhan ilçesinde dünyaya geldi. Çocukluk yıllarını burada arkasından İzmir ve İstanbul’da öğrencilik yıllarını geçirdi. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Tarihi, arkasından İstanbul Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi okudu. Şiirleri ve yazıları ilk olarak Hayalet Gemi dergisinde sonraları Yasak Meyve, Lacivert, Akköy, Sözcükler ve Roman Karamanları gibi dergilerde yayımlandı. Ayrıca yayınlanmış pek çok çeviri kitapları da bulunmaktadır. İyi Kitap, Can Çocuk Yayınları, Tudem ve Beyaz Balina Yayınları’nda yürüttüğü ve devam eden çalışmaları var. Bu kadar dolu ve yoğun geçen bir sürecin beri tarafında ise şairimizin Yeryüzüne Dönerken adlı ilk şiir kitabı 2018 yılında Ve Yayınevi’nden çıktı. Zarife Biliz’le şiir, zaman, hayatın anlamı ve ölüm üzerine değindik biraz. Okurunun da gözünden kaçmayacak olan şiirindeki felsefi derinliğin ayrıntılarını ve izlerini şairimizden de dinlemek isabetli olacaktır.
Annemizin bedeninden kopuşumuzla birlikte yeryüzüne dönüyoruz. Güven dolu bir ortamdan kendimizi yabancı hissettiğimiz soğuk ve eksikliklerimizle dolu bir ortama. Şiirlerinizde kendinden emin, olayları nesnel görebilen bir yetişkin ve onun içinde dünyayı gizemli gören, hayret duygusu içinde olan bir çocuk kalbi var. Neden ‘Yeryüzüne Dönerken’ diye başlayalım mı söze?
“Yeryüzüne Dönerken” ismi içime ilk doğduğunda bunun doğru isim olduğunu biliyor ama mana bahçesinin sınırlarını bir türlü çizemiyordum. Zihnimde iki anlam öne çıkıyordu: “yeryüzüne dönmek” benim için çok uzun yıllardır bir madenci gibi karanlıkta işlediğim, yerin altında tuttuğum –en basit tabirle– sözcükleri gün ışığına, yerin yüzüne çıkarmak demekti. Kendimi dünyaya koşmak, insana soyunmaktı. Ama aynı zamanda insandan soyunmaktı da. Bu şiirler insan kılıfıyla koptuğum evrene, hayvan, bitki ya da taş, varlıklardan bir varlık olarak geri dönme, evrenle göbek bağımı tekrar kurma çabasının tanığıydı zira. İsimde benim bilebildiklerim bunlardı fakat bunlarla kalmadı.
Bir anlamı hayat işaret etti, birini de burada siz işaret ettiniz. Kitap yayına hazırlanırken elim bir olay yaşadık, 19 yaşındaki yeğenimi bir kazada kaybettik. Erkenden yeryüzüne dönen güzel yeğenimin oldu kitap. Anlam kendini kıyıya vurdu. Yaşam dediğimiz süre tabii ki ölüme doğru yürüyüşümüz bir anlamda ve erken olanları bizi tarifsiz bir acıya boğsa da hepimiz eninde sonunda yeryüzüyle kucaklaşıyoruz. Bilirsiniz, Türkçe’de sonsuzluk için iki ayrı kelime vardır: ezel ve ebet. Nitekim ölüm, sonsuzluk maceramızın ebet tarafı. Fakat sizin de belirttiğiniz üzere evrenin sonsuzluğundaki maceramızın ezel tarafı da var. Ezelden ebede, doğumdan ölüme çember tamamlanıyor.
Doğadaki dengelerin bozulmasına başkaldıran, sadece “İnsan denen tamahkâr hayvan hariç” diyerek insanın kötülüğünden korkup, hayvanlara ve doğaya sığınıyor şiir özneniz.
Başka türlüsü nasıl mümkün olur bu zamanda hiç bilemiyorum. İnsana muhtaçlığım ölçüsünde nefretim de var sanırım. Doğaya ise hayvan varlığımla geri dönebilme yönünde derin bir özlemim. Başka türlü bir “olmayı” hiç tecrübe etmedim ama en temelde insanı da, insan olmayı da sevmiyorum. Doğada ise varlığıyla huzur bulduğum canlı cansız o kadar kardeşim var ki! Doğanın kendiliğini seviyorum, insanın yapaylığı ise en basit tabiriyle yavan ve sıkıcı.
Zaman, soyut bir mekân algısı oluşturuyor şiirinizde; çocukluk günlerinizden hafızanızda kalan izler esas mekânınız denebilir mi? . Çocukluk günlerimizin hazları birer sürpriz olarak çıkıyor karşımıza. Nesneler dünyası üzerine kurulu olmayan, fantastik ve gizemli bir aura seziliyor kitapta. Bu kurgusal bir tercihiniz midir yoksa yazarak rahatlamanın olmazsa olmazı bir eğilim midir?
Zaman soyut bir mekânınız derken çok doğru bir şey söylediniz. Kaynağını artık olmayan bir zamandan alan, varla yok arası bir bellek zamanının içine oturup yazıyorum şiirleri, var olduğu kesin bir hiç-zaman, zamanı aşkınlaştırarak, ileri geri giderek ve ân’a dönerek dokuyorum. Bana bu kaçınılmaz geliyor, çünkü hepsi içimde aynı anda yaşıyor, karmakarışık bir örümcek ağı gibi, ben aradan birkaç deseni alıp bu kargacık burgacık, bu zavallı dile tercüme etmeye çalışıyorum ancak. Nesneler varsa eğer şiirde, o hiç-zamanın belleğinden çıkıp geliyordur kesin, orada bir yerleri olduğu için buradalar.
Bu dünyada olmadığım zaman çok, fakat her an şiirin sarayında da değilim elbet, uzun zaman hiç uğrayamadığım da olur oraya. Dönüp durursunuz; hayvanlar, ağaçlar, kurtlar, atlar, taşlar sonra şiire tercüme olur, karanlıkta gölgeler kıpırdar sadece ve gözler işe yaramaz… Kurgusal tercih ve haz dediniz. Hazla aram pek hoş değildir. Tercih ve irade konusunda da biraz karışık düşüncelerim var. Sahici olan hiçbir şey tercih değildir belki de, zorunluluktur aslında ama bazen biz onu tercih sanırız.
‘KARŞILIKLI BİR KEŞİF’
Yazı işleri müdürlüğü, editörlük ve çevirmenlik yaptınız. Çeviri ve editörlük çalışmalarınız hâlâ devam etmekte. Yazdıklarınızı çıktığınız içsel yolculuklardan doğaçlama mı yazıyorsunuz yoksa öncesinde tasarlayıp temayı belirleyerek mi?
Ben şiiri bulmuyorum, aramıyorum da, o gelip beni buluyor. Otuz yıldır yerin altında yazmayı sürdürmemin başka bir açıklaması olamaz zaten. Bazen bir şiirin kendini tamamlaması çok uzun zaman alabiliyor. Hiç bitmeyen, yarım kalmaya yazgılı görünenler de yok değil. Bazen hangi dizenin hangi dizeyle hasbıhal edeceğini önceden ben de bilmiyorum. Uzun süre tek başına avare dolanan dizeler, ikilik, üçlük, dörtlükler oluyor. Karşılıklı bir keşif bu, hiç şüphesiz ki şiir benden fazlasını biliyor. Bunu asla inkâr etmem.