Avrupa'nın gündemi: Ekonomide peri masalı sona mı eriyor?
Avrupa'nın gündeminde bu hafta mülteci meselesi ve kötüye gidişi işaret eden ekonomik göstergelerle artan ırkçılık tartışmaları yer aldı.
Fotoğraf: Pixabay
Almanya’da haftalardır süren mülteci tartışması, iktidardaki Hıristiyan Birlik Partilerinin uzlaşmasıyla şimdilik sona erdi. Ancak sorun çözülmedi, sadece gizlendi. Göç ve mülteciler tartışmaları her seçim döneminde oylarını arttırmak isteyen partiler tarafından ısıtılıyor. Üstelik şimdilik AB ülkelerinde ekonominin gidişatı kötü değil. Fakat artık daha zor bir evrenin başladığına dair tespitlerde bulunan ekonomistlerin sayısı, ekonominin gidişatının verdiği sinyallere bağlı olarak hızla artıyor. Spiegel Online’deki makalede, ekonomik durumun bozulmasının mülteci sorunu üzerinden yürütülen gerici tartışmaları daha da körükleyeceği belirtildi.
Öte yandan Fransa’da ülkenin en yaygın satılan Keynesçi ekonomi politik dergisi “Alternatives Economiques” de benzer bir tespit yapıyor. “Peri masalı bitiyor” diyen derginin Başyazarı Guillaume Duval, 2008 krizinin AB üzerinde yapısal yaralar bıraktığını ve kötü ekonomik sinyallerin giderek artmasıyla birlikte AB içinde bölünmelere neden olan sorunların daha da derinleşeceğini; AB’nin “yok olma” riski taşıdığını yazdı.
İngiltere’nin önemli gazetelerinden Guardian’a göre de, giderek kötüleşen ekonomik koşullarda üç görüş öne çıkmış durumda ve bunların kendi aralarındaki kutuplaşmaları AB’nin geleceğini tehdit ediyor.
GÖÇ TARTIŞMALARI: YA EKONOMİK DURUM BOZULURSA?
Henrik MÜLLER
Spiegel Online
Almanya’da mülteciler şimdilik göreli kolay iş bulabiliyorlar. Ama bu hızla değişebilir: Eğer işsizlik rakamları yükselir ve konjonktür felce uğrarsa politik ortam daha fazla zehirlenebilir. İyi haberlere alıştık. 2008/2009’daki krize bağlı durgunluk dışında 2006’dan bu yana Almanya’da ekonomi tıkır tıkır işliyor. Uzun yıllar işsiz kalmaktan duyulan korku gündemin ilk maddesiydi, şimdi ortalıkta pek görünmüyor. İstihdam rekor düzeyde, devlet borçları azalıyor, enflasyon oranı düşük. Şimdilerde günlük öfke ve tartışmalar arasında unutulmuş olsa da son 12 yıldakinden çok kötü yıllar geçirdik.
Yurttaşlara ülkenin en önemli probleminin ne olduğu sorulduğunda çoğunluğun verdiği cevap göç, mültecilik, iltica oluyor. Bu şaşırtıcı bir cevap, çünkü iltica edenlerin sayısı önemli ölçüde azaldı. Eurobarometer anketinin sonuçları refah ve güvenlik içinde yaşanılan Almanya’da bu durumdan şikayetçi olanların sayısının, mülteci göçünden direkt etkilenen İtalya, İspanya ve Yunanistan gibi ülkelerden çok yüksek olduğunu ortaya koyuyor. Ankete katılan Almanların çoğu, kişisel yaşamında göç sorunuyla herhangi bir problemi olmadığını da belirtti.
Toplumsal duygu durumu ile kişisel deneyimler arasındaki bu farklılık kamuoyunun bu konuda nasıl kışkırtıldığını ortaya koyuyor. Hele de son dönemde Hristiyan Birlik Partileri arasında sürdürülen mülteci tartışması ortamı iyice gerdi. İtalya ve Hollanda gibi AB ülkelerinde popülistler hükümete geldi, Almanya’da ise gündemi belirliyorlar.
Ya ekonomik açıdan iyi yıllar sona ererse ne olacak? Ya işsizlik yeniden artarsa? Hangi politik etkilerle karşı karşıya kalacağız?
İşsizliğin yüksek olduğu toplumlarda göç olayı daha büyük sorun yaratıyor. Yerliler arasında yeni gelenlerle var olanı paylaşacaklarına dair korku giderek artıyor. İtalya ve Fransa gibi ülkelerde mültecilere yönelik acımasız tavrın bir nedeni de iş piyasasındaki güvencesizlik.
Almanya’nın işi ise geçen yıllarda göreli kolaydı. Güçlü ekonomik ilerleme istihdamı arttırdı. Burada yaşayan mülteciler iş yaşamına katıldı. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütünün (OECD) verilerine göre Almanya’da ülke dışında doğan kişiler arasındaki işsizlik oranı çok düşük düzeydeydi. Fransa ve İtalya’da işsiz göç kökenlilerin sayısı Almanya’dakinin iki katı, Yunanistan ve İspanya’da ise dört katıydı.
Suriye, Afganistan ve Irak gibi savaş ve kriz bölgelerinden gelen mülteciler de istihdamın yüksek olmasından kârlı çıktılar. Nisan ayı verilerine göre bu gruptan yaklaşık 297 bin kişi sosyal sigortalı bir işe ya da yarı zamanlı işe sahipti.
Ekonomik durumun iyiliği ne kadar uzun süre devam ederse göç kökenlilerin de durumu o kadar iyi olacak. Ama maalesef garanti yok.
İYİ HABERLER AZALIYOR
Alman konjonktürünün iyi haberleri azalıyor. Aylardan beri işletmelerdeki atmosfer kötüleşiyor. Ekonomik araştırma enstitüleri tahminlerini aşağıya doğru düzeltiyorlar. Şimdilik hâlâ ekonomi büyüyor, hâlâ istihdam artıyor, yeni bir rekor olarak 44.8 milyon kişi çalışıyor. Ama tehlike sinyallerinin sesi yükseliyor.
Alman ekonomisi dünya ekonomisindeki sallantıya karşı dokunulmazlığa sahip değil. İlerleyen ticari savaş etkilerini gösteriyor. Alman ihracatı şimdiye kadar bu durumdan etkilenmedi ama bu durum hızla değişebilir. Hele de ABD, Alman otomobillerine vergi cezası getireceği tehdidini hayata geçirirse...
Küresel ticari çatışmaların dolaylı etkileri de Alman ekonomisini etkiliyor. Örneğin Çin’le ABD arasındaki çatışmanın sertleşmesi Almanya’yı da etkileyecektir. Çin’in yüksek borçlu ekonomisi zaten sallanıp duruyor, ABD’nin ticari savaşı gelişmeyi frenleyecektir. Pekin’in durumu ne kadar vahim gördüğünün kanıtı önceki hafta konjonktürün sağlamlaştırılabilmesi için bankaların kredi vermelerinin kolaylaştırması oldu.
Risk listesi oldukça uzun. Avrupa’da konjonktür zayıflıyor, petrol fiyatları artıyor, İngiltere’nin AB’den ayrılması sonrası durum ve değişik ülkelerde popülistlerin ortak olduğu hükümetlerin kurulması gibi AB’nin ve avronun geleceğini güvensizliğe sokan gelişmeler durumu olumsuz etkiliyor. Tüm bunların Almanya’ya değmeden geçmesi imkansız. Ana soru ekonomimizin bundan etkilenip etkilenmeyeceği değil ne kadar etkileneceği şeklinde.
İş piyasasındaki dinamizmin giderek zayıfladığı çoktan beri biliniyor. Bu göç konusundaki tartışmaların yükselme tehdidini beraberinde getiriyor.
İşsizlik artarsa zaten aşırı duygusal sürdürülen göç tartışması daha da sertleşecek. Ekonomik durumun kötü olduğu ülkelerde gerilimin ne denli arttığını görmekteyiz. Önceki hafta yapılan AB zirvesinde Angela Merkel’in çabasıyla alınan kararların ortamı yumuşatıp yumuşatmayacağını zaman gösterecek.
Siyaset, sağduyulu hareket etmeli. Geçen haftalarda Almanya’da sert sözlerle sürdürülen göç tartışması, işsizliğin arttığı koşullarda çok daha tehlikeli olacak. Birlik partileri arasındaki çatışma sona erdikten sonra gerçek problemlerin politik çözümüne geri dönmeliyiz. Tartışmalarda kullandığımız sözlere de dikkat etmeliyiz.
(Çeviren: Semra Çelik)
AVRUPA’YA KARŞI RAKİP VİZYONLAR, BİRLİĞİ PARÇALAMAKLA TEHDİT EDİYOR
The Guardian
Hans KUNDNANI
AB liderleri (Almanya Başbakanı) Merkel, (Fransa Cumhurbaşkanı) Macron ve (Avusturya Başbakanı) Orban şimdiye kadar (AB) projenin içeriği hakkında hiç bu kadar bölünmemişlerdi.
Perşembe günü Angela Merkel, AB’nin geleceğinin, göç meselesine cevap bulup bulamayacağına bağlı olduğunu dile getirdi. Göç meselesi ne kadar zor olsa da AB’nin karşı karşıya kaldığı devasa zorluklardan sadece bir tanesi. Son derece karmaşık ve birden fazla parçalara bölünmüş, son on yılda yaşanan gelişmelerin sonucu olarak ortaya çıkmış, gittikçe de derinleşiyor gibi görünmektedir.
Avrupa projesinin geleceği, AB’nin yalnızca Akdeniz’deki mültecilerle etkili bir şekilde ilgilenip ilgilenmeyeceğine değil, aynı zamanda Avrupa’nın ne olması gerektiğine dair farklılaşan kavramları uzlaştırmak için de bir yol bulup bulamayacağına bağlıdır.
Son birkaç ay içinde neredeyse aynı anda şiddetlenen ve Avrupa’yı coğrafi ve politik açıdan hatlara bölen şey avro ve mülteci krizi olmuştur. İki meselenin her birinde, AB üye ülkeleri farklı koalisyonlar kurdular. Örneğin, Yunanistan ve İtalya, avro krizinde Almanya’ya karşı çıkıyor ama sağcı popülist partiler Yunanistan ve İtalya’da hükümet olurken bile mültecilik tartışmasında Almanya ile aynı tarafta yer alıyorlar.
Bu kargaşa ortasında üç rakip görüş ortaya çıktı: Birincisi Merkel’in “rekabetçi” Avrupa fikridir. 2010 yılında Merkel’in “liderliğinde” başlayan avro krizi, AB’ye üye devletler üzerinde pazar disiplini uygulamak için giderek daha fazla araç haline gelmiştir. Almanya liderliğindeki rekabetçi Avrupa görüşü, Avro Bölgesindeki borçlu ülkelere kemer sıkma politikasının dayatılmasına vesile oldu. Başka bir deyişle, Avrupa yanlısı terimlerle ifade edilmesine ve daha fazla bütünleşmeyi savunmasına rağmen, esasında neoliberal bir görüştür.
İkinci görüş ise, Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un “koruyucu Avrupa” fikriydi. Macron, vatandaşlar ve üye devletler arasında daha fazla dayanışmanın olacağı bir AB’yi öngörüyor. Pratikte bu Almanya ve diğer alacaklı ülkelerin korktuğu avro (para birimi kullanan ülkeler) bölgesinde daha fazla dağıtım ve risk paylaşımı anlamına geliyor. Bu görüş Fransa’da olmasına rağmen Avrupa’nın merkez sol görüşüdür. Fakat Macron, Berlin’de güvenirlik kazanma adına Fransa’da yaptığı yapısal reformlar için, yine de daha fazla neoliberal olarak görülüyor.
Üçüncü görüş, Macaristan Başbakanı Victor Orban’ın bağımsız devletlerin “Hristiyan Avrupası” fikridir. Bu görüş ilk olarak Almanya’nın da önderlik ettiği bir girişimde, AB üye ülkelerini 2015 yılında zorunlu mülteci kotalarını kabul etmeye zorlamak için ortaya çıktı. Ancak Avrupa projesinin daha geniş bir eleştirisine dönüştü. Orban kendisini, AB’nin demokrat olmayan liberalizminin aksine liberal olmayan demokrat olarak tanımlıyor. Onun görüşü sadece olonya’daki Hukuk ve Adalet Partisi tarafından değil, aynı zamanda diğer AB üyesi ülkelerindeki aşırı sağ partiler tarafından da paylaşılıyor.
Hem merkezciler hem de popülistler, liberalizm ve illiberalizm arasında gerçekleşen bir temel mücadeleye işaret ediyor. Fakat gerçek şu ki, göç meselesindeki belirgin farklılıklarına rağmen Merkel’in “liberal” Hıristiyan Demokratları ve Orban’ın “illiberal” Fidesz partisi Avrupa parlamentosunda aynı grupta yer alıyor. Avrupa merkez sağ partisi ise bunların arasında bir yerde. Alman İçişleri Bakanı Horst Seehofer liderliğindeki Bavyera Hıristiyan Demokratları, Orban’ın görüşüne doğru ilerlemezse Merkel hükümetini aşağı çekmekle tehdit etmişti. (...)
Tehlike, üç vizyon arasındaki çelişkilerin AB’yi giderek işlevsiz kılacağı ve buna karşı tepkiyi arttıracağı yönünde. Geçtiğimiz hafta yeni İtalyan hükümeti, göç konusunda bir ilerleme kaydedilmesi yüzünden Avrupa Konseyinin sonuç metinini imzalamayı reddetti. Bir İtalyan yetkili “Her şey kabul edilinceye kadar hiçbir şey kabul edilmez” dedi.
İtalya, şimdi hem avro hem de mülteci kurumlarının merkezinde -tıpkı bir zamanlar Yunanistan’ın olduğu gibi-.
(...) Her bir görüş, Avrupa kıtasının farklı kısımlarında yer alan Eurosceptizm’e (Avrupa Birliği karşıtlığı) bir cevap olarak ve vatandaşlarının yeniden Avrupa’ya bağlanmalarını sağlamak amacıyla oluşturulmuştur. Burada sorun görüşlerin uyumsuz olmasıdır. Avrupa’nın güneyindeki Eurosceptizm’i azaltmak için ne gerekiyorsa, kuzeyde tersi gerekiyor. Benzer şekilde, Avrupa’nın doğusundaki karşıtlığı azaltmak için yapılan batıdakini arttıracaktır. Burada soru, bu sıfır toplam oyununun bir çıkış yolu var mıdır?
(Çeviren: Bircan Güneş)
EĞLENCE BİTTİ...
Guillaume DUVAL
Alternatives Economiques
Daha birkaç ay öncesine kadar Avrupa ekonomisinin iyiye gittiği görülebilirdi: Ekonomik kalkınma tekrar başlamıştı, işsizlik yavaş ama kesin olarak düşüyordu, hatta kamu borcu bile nihayetinde gerilemeye başlamıştı. 2008 krizi tarihin en uzunlarından birisiydi, fakat bıraktığı yaralar giderek iyileşiyordu.
Yunanistan bile oksijen çadırından
çıkmaya hazırlanmıyor muydu?
Son haftalar bu peri masalını paramparça etti.
Aslında normale dönüş görüntüsünün nedeni ham madde fiyatlarının nadir görünecek bir derecede düşük olması ve Avrupa Merkez Bankasının (AMB) olağanüstü genişleyici para politikasının birbirine denk düşmesiydi. Oysaki 2016’da 30 dolar olan petrol varili artık 75’e yükseldi, AMB ise piyasaya sürdüğü nakit parayı büyük oranda sınırlandırdı. Dolayısıyla ekonomi yavaşladı ve gerçekler su üstüne çıkmaya başladı: Kriz avro para birimi bölgesini yapısal olarak zayıflatmış ve kendi içerisinde mükemmel eşitsizlikleri derinleştirmişti. 2010 yılında alınan önemlere rağmen, eğer (AB) açıktan daha aktif ve dayanışmacı bir ekonomi politika hayata geçirmeyi beceremezse, var olması tehlike altında olmaya devam edecektir. İspanya ve İtalya’da -Almanya’yı da eklemek gerek- yaşanan derin siyasi altüstler bunu gösteriyor. Kuşkusuz görünürde bu krizler esasen başka sorunlar, özellikle de mülteci sorunu etrafında dönüyor, fakat aslında meselenin özünde olan sorun Avrupa dayanışma sorunudur. Ve her zaman olduğu gibi yöneticilerimiz bir savaş geriden geliyor. Fransa ve Almanya arasında zor olarak müzakere edilen ve geçen haziran ayında Meseberg deklarasyonu olarak bir araya getirilen teknokratik önlemler büyük oranda doğru yöndedir, fakat bunlar kesinlikle sorunları çözecek düzeyde değiller. Üstelik bunlar arasında en cesur önlem (Avro para bölgesinin bir bütçesinin yaratılması) şimdilik Kuzey Avrupa şahinleri tarafından reddediliyor. Her zaman olduğu gibi kriz daha derinleşmeye başladığında ancak gerçek sorunlar konuşulmaya başlanıyor. Umarız ki o zaman, şu giderek daha tehlikeli, otoriter ve düzensizleşen (deregüle olan) dünyada, Avrupa modelini birlikte yaşatma isteği sonuçta kazanır: açık, demokratik ve yüksek bir sosyal koruma toplumu.
(Çeviren: Deniz Uztopal)