'Popülist, pragmatik otoriter bir yapısal dönüşümle karşı karşıyayız'
'24 Haziran sonrası yapısal dönüşüm sürecinde sonra, Türkiye’deki siyasal arenanın CHP’yi de kapsayacak biçimde yeniden şekilleneceğini düşünüyorum.'

Fotoğraf: Evrensel
Serpil İLGÜN
25 Haziran’la birlikte resmileşen tek adam rejiminin Cumhurbaşkanlığı kararnameleri yoluyla inşası sürüyor.
İlki 9 Temmuz’daki yemin törenin hemen ardından çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile Genelkurmayın Savunma Bakanlığına bağlanmasından dev şirketlerin Cumhurbaşkanlığı yönetimine geçmesine, devletin yapısını tepeden tırnağa değiştiren dönüşüm hamleleri hayata geçiriliyor.
OHAL’in yerine ikame ettirilecek yasa teklifi, yeni rejimin en önemli aparatı olan kararname tartışmasını geri plana itse de, Devlet Denetleme Kurulu’nun görev ve yetkilerinin genişletilmesinden SGK’nin Sayıştay denetiminden çıkarılmasına taşıdığı içerikler, tek adam yönetiminin niteliği konusunda önemli veriler sunuyor.
Oluşturulan yeni kabineden kurumların yapısını, işleyişini değiştiren kararnamelere, seçimin üzerinden geçen bir ayda yapılan düzenlemeler, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”ne ilişkin ne söylüyor? Gücün merkezileşmesi, yakınlaşmakta olan ekonomik krize nasıl etki edecek? Yeni rejim, Türkiye’nin orta yerde duran ve biriken sorunlarını çözme kapasitesine ne kadar sahip?
Kocaeli Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’ndeki görevine KHK ihraçlarıyla son verilen öğretim üyelerinden Doç. Dr. Yücel Demirer yanıtladı. KODA (Kocaeli Dayanışma Akademisi) kurucularından Demirer, yeni OHAL yasası ve muhalefetin durumuna ilişkin değerlendirmelerde de bulundu.
Önce, karşı karşıya olduğumuz durumu anlamak açısından 25 Haziran’la birlikte değişen sistemin ne olduğu ile başlayalım. Tanımlama konusunda kullanılan kavramlar totalitarizmden kapitalist otoriter rejime, Bonapartizmden monokrasiye çeşitlilik gösteriyor. Siz nasıl tanımlıyorsunuz?
Aslında durumun ne olmadığını konuşmak, ne olduğunu anlamak konusunda bize fırsat verecektir. 24 Haziran’dan herhangi bir seçim sonucuyla çıkmadık. Çok daha derin, çok daha tarihsel bir önemi olan dönüşüm yaşadık. Bu dönüşümün ne olduğu yolundaki kararsızlığımız ve tedirginliğimiz sadece bizlerin hazırlıksızlığından kaynaklanmıyor, aynı zamanda bunu ortaya çıkaran siyasi iradenin kafasının da kimi detaylarda karışık olduğunu görüyoruz.
Bazı düzenlemelerden geri adım atılmasını kastediyorsunuz...
Evet. Örneğin önce “rektör seçilecek kişilerin profesör olması gerekmiyor” denildi, arkasından vazgeçildi. Bunun gibi epeyce örnek verilebilir. Hızlıca inşa edilen rejimin nereye doğru evrileceğini biraz da zaman gösterecek. Ama eldeki sabitlerden devam edersek, bu rejimin kesinlikle iddia edildiği gibi orijinal, yerli ve kapitalizm dışı olmadığının farkındayız. Yürütmenin tekleştirildiği, denetim mekanizmalarının işlevsiz kılındığı veya emin ellere teslim edildiği, özellikle yerellerde ve kamu kurumlarındaki başkancıklarla sürdürülen son derece merkezi bir yapı var karşımızda.
Diğer yandan arka arkaya yayınlanan kararnameler ve biraz sonra konuşacağımız yeni OHAL düzenlemesi gibi pratikler, yeni rejimin ne olduğu konusunda güçlü emareler sunuyor, ne dersiniz?
Tabii ki. Detaylı hazırlıklara dayandığı belli, 2011’den itibaren üretilen iktidar politikalarının evrimiyle uyumlu bir yeni rejim şemasıyla karşı karşıyayız. Bu yeni şema, iktidar sahiplerinin ifade ettiği gibi orijinal, Türkiye’ye özgü değil. Polonya’da da benzeri eğilimleri gözlüyoruz, Macaristan’da da, Rusya’da da. Latin Amerika’nın değişik ülkelerinden bildiğimiz otoriter tınılar da kurulan sistemin içinde mevcut. Meclisin içinin boşaltıldığı, yürütmenin yüceltildiği ve kontrolsüzleştirildiği, yargının, yargı demeye dilin varmadığı bir biçimde başkalaştırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Dinamikleri ve iç dengeleri kendinden menkul bir yapı oluşturulmakta, hatta oluşturuldu bile.
Bununla birlikte Erdoğan ve çevresi, sistemin orijinal olduğu söylemini sürdürüyor. Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum da geçtiğimiz günlerde verdiği bir söyleşide özgünlüğe vurgu yaparak, ‘bütün dünya için esinlendirici, örnek bir model ortaya koyduklarını’ söyledi...
Bu söylem, bu siyasi çizginin toplumsal tabanına yönelik, oradaki desteğin sürdürülmesine ve artırılmasını sağlamak için yapılan bir açıklama. Tabii ki, “Biz dünya örneklerinden ortaya karışık bir otoriterlik toparladık” denmeyecek. Tabii ki, “Emperyalist kapitalizmin içinden geçtiğimiz döneminde, geri bir teknolojiye dayanan, montaj ve inşaat eksenli, belli bir toplumsal kesimi palazlandırmaya odaklanmış, yolsuzluğa batmış, 21. yüzyıl kapitalizminin en berbat örneklerinden birini oluşturduk!” diyecek halleri yok.
Siyasal tarih boyunca otoriter söylem kendisini tek çare olarak sunar. İdealize edilen tarihsel bir altın çağ ile içinden geçilen dönemin tarihsel ve sosyal dinamikleri arasında köprüler oluşturur. Son tahlilde her baskı rejimi bir gösteridir ve folkloru, edebiyatı, tarihi ve sosyolojik mirası gereksinimleri doğrultusunda kullanır. Ancak işin bu boyutu, devletin dönüşümü ve siyasal sistemdeki önemli değişikliklerden daha farklı bir araç setiyle incelenmelidir. Kurulan sistemin tutundurulma ve sunuluş biçimi, bunun tüm dünya için esin kaynağı olduğu iddiası ayrı bir söyleşinin konusu olabilir.
Okul müsamerelerini andıran şenlik halini gözlemeyi bu söyleşi için bir kenara bırakıp, 24 Haziran başarısının açtığı zeminin de katkısıyla çok hızlı bir biçimde oluşturulan yapının başarı şansına gelirsek, bu noktada iç dinamikler kadar, ekonominin yönetilme biçimi ve bölgesel uluslararası siyaset etkili olacak gibi görünüyor.
Ekonomiden devam edersek, ‘devleti şirket gibi yönetme’ hayaline uygun olarak TMSF içindeki dev şirketler Erdoğan’a bağlandı, ekonominin başına damat getirildi. Keza, bütçe yetkisi de Erdoğan’da. ‘Ekonomi alanındaki bu tekleşme Türkiye’nin karşı karşıya olduğu iktisadi krizi öteleme veya bastırma bir yana, yıkıcılığını arttırır’ görüşüne katılır mısınız?
Doğrusu, bu biraz da bu duruma karşı ortaya çıkacak sosyal ve siyasal yanıtlara bağlı. Popülist, pragmatik otoriter bir yapısal dönüşüm faaliyetiyle karşı karşıyayız. Her ne kadar çok ciddi bir hazırlık üzerinden hareket ediliyor olsa da iktidar sahiplerinin kontrol edemediği alan ve dinamikler var. Bunların en başında iktisadi süreç geliyor.
Kontrol edilen alanlar hangileri?
Polisiyle, ordusuyla, güvenlik aygıtı kontrol altına alındı. Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca tanığı olduğumuz hegemonya biçimlerinden daha farklı ve kudretli bir kontrolden bahsediyorum. Yine basının nicel ve nitel olarak en etkili unsurlarının susturulduğu, yargının tamamıyla buharlaştırıldığı, bırakın siyasal-toplumsal muhalefet etme halini, güncel-teknik bir eleştiri dile getirmenin bile müthiş zorlaştığı bu konjonktür, rejimin kuruluşu ve uygulanması için uygun bir zemin sunuyor. Şunu da söylemek isterim; bir iktisadi krizin illa ki siyasal iktidarın aleyhine ve onun yapısal temellerini sarsan bir biçimde gelişeceğini düşünmek bana sorunlu bir yaklaşım olarak görünüyor. Daha önce birbirinden farklı örneklerde gördüğümüz gibi iktidar krizlerini toplumsal bölünmüşlük ve oy tabanının siyasal psikolojik durumuna uygun olarak kurduğu söylemlerle fırsata çevirmeyi bilmişti. Kitlelerin tarihsel ve kategorik hassasiyetleri üzerinden; manipülatif, aslında kitlelerin zararına olan durumların, onların hayrına gibi gösterildiği durumlarla karşı karşıya kalmıştık. “Kriz eşittir demokratik dönüşüm” önermesini çok tehlikeli bulduğumu, bölünmüş ve pozisyonlar arasındaki uçurumun giderek arttığı içinden geçtiğimiz kesitte herhangi bir kriz halinin bugünü aratacak bir baskıyı da doğurabileceği ihtimalini belirtmek isterim.
Kabinenin eğitim, sağlık, ticaret gibi bakanlıklarının sermaye temsilcilerinden oluşturulması, sermayenin tek adam yönetimine desteğini artırır mı peki?
Kabinenin oluşturulmasındaki tercih, çok uzun süredir sermayeye zaten verilmekte olan bir mesajın güçlendirilmiş bir tekrarı. Sermaye bazen gönülsüzce yapıldığı görüntüsünü yaratmaya özel gayret gösterse de zaten Erdoğan’ı desteklemekteydi. Türkiye’de burjuvazinin ve bu arada uluslararası sermaye çevrelerinin seçimin hemen öncesindeki olasılıkları hesap eden bir takım planlamalarını, seçim sonrasında değiştirdiklerini düşünüyorum. Yani 24 Haziran süreci Erdoğan’a alternatif siyasi projelerin dikkate alınması bağlamında bir takım ihtimalleri içerse bile, 24 Haziran sonrasında artık bir süre, hatta kimilerine göre uzunca bir süre Adalet ve Kalkınma Partisi siyasi aklının bu ülkeyi yöneteceği ve yönlendireceği şeklinde bir kabul var. Evet, ciddi bir yapısal kriz eşiğindeyiz ama gerek ulusal, gerekse uluslararası sermaye çevrelerinin Erdoğan ve yönetimi ile bu süreci yönlendirme konusunda bir niyetleri olduğu görünüyor. Erdoğan yönetiminin krizi bir şekilde bertaraf etmek, aldığı ekonomik ve siyasal desteği artırmak konusunda neler yaptığını ise şu anda bilmiyoruz.
BAHÇELİ ÇOK SESLİLİK GÖRÜNTÜSÜ VERMEYE HİZMET EDİYOR
Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin içeriklerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Örneğin sıcak tartışma başlıklarından biri olarak SGK’nin Sayıştay denetiminden çıkarılmasını nasıl okudunuz?
Kararname içeriklerini konuşmadan önce, kararname kavramı üzerinde durmak gerekiyor. Sadece olağanüstü sosyal, siyasal, doğal hal ve durumlarda aciliyet gerektiren kararların verilmesi için kullanılan, kullanılması gereken bir yönetsel seçeneğin, olağan dönemlerde ve alışılmadık derecede kapsamlı bir biçiminde kullanılması, üzerinde durmamız gereken bir mesele. Olağanüstü kararnamelerle devlet yapısını değiştirmenin aciliyete ve kuvvetli gerekçelere dayanması gerekiyor. Buna ek olarak olağanüstü dönemde alınan kararların daha sonra meşru karar alma mekanizmalarınca ele alınması ve “olağanlaştırılması” gerekiyor. Ancak biz bunların hiçbirinin olmadığını görüyoruz. Ayrıca, fren ve denge mekanizmasının, yani yasama, yürütme ve yargı arasında olması gereken ve aslında toplumsal-siyasal güçlerin siyasete etkisini bize gösteren denge halinin tamamen ortadan kalktığını görüyoruz.
MHP Lideri Bahçeli ‘denge denetleme görevi bizde’ dedi...
Bu tabii işin kitlelere dönük, göz boyamacı yanına ışık tutuyor. Böylelikle muhalefet varmış gibi yapılıyor. Örneğin bedelli askerlik konusunda Bahçeli, “Neden 28 günlük bir eğitime gerek var” diye feveran ediyor. Bu eleştirisini iletebileceği doğrudan kanalları olmadığını düşünmek mümkün değil. Devlet Bahçeli kamuoyuna yansımadan da iletebilir bunu. Ama kamuoyu önünde yüksek bir tonla bu ve buna benzer çıkışlar yapılarak, bir çokseslilik görüntüsü verilmeye gayret ediliyor. Aslında bu konu bile nasıl bir dönemden geçtiğimize ilişkin bize çok şey söylüyor.
Fotoğraf: Evrensel
ÜNİVERSİTELERİMİZE DÖNDÜRÜLMEMEYE HAZIRLIKLI OLMAMIZ GEREK
OHAL 18 Temmuz’da uzatılmadı ancak yerini üç yıl süreyle daha olağanüstü bir döneme bırakıyor. 2015’te fiilen ilan edilen OHAL, 1 Kasım 2015 seçimlerinin kazanılmasında önemli bir rol oynadı. 16 Nisan Referandumu ve 24 Haziran seçimleri de 21 Temmuz 2016’de resmen ilan edilen OHAL koşullarında yapıldı. Önümüzdeki günlerde Meclis Genel Kurulu’nda kabul edilmesi beklenen yeni yasanın işlevi ne olacak?
Türkiye’de OHAL sürecinin 24 Haziran sonrasında da devam edeceğine yönelik bir çıkarımda bulunmak için çok uzak görüşlü olmak gerekmiyordu. İktidarın kendisini oluşturma dinamiklerine bakıldığı zaman, çelişkiler üzerinden kendisini besleyen bu yapının baskıyı ve kutuplaştırma politikalarını sürdüreceğini zaten bekliyorduk. OHAL’in bu yeni aşaması, olağanüstülüğün olağanlaştırılması ve bunun devamı konusunda önemli bir karine.
24 maddelik yasa teklifi valilere tanınan yetkilerden gözaltı sürelerine pek çok önemli düzenlemeyi içeriyor. Ancak OHAL KHK’leriyle ihraç edilmiş ilk isimlerden biri olmanız hasebiyle, teklifin 19. maddesini soralım. İhraç edilen kamu görevlileri ve öğretim üyelerinin ‘aklanmaları halinde’ yeniden göreve dönme şartlarını düzenleyen bu madde sizde nasıl bir hissiyat uyandırdı?
Bir göz bağlama faaliyeti çerçevesinde (Batıya doğru bir mesaj olması bakımından da) demokratik ilerleme için sürecin değiştiği izlenimini verecek küçük parçalı değişimler olabilir. Ama bunların kesinlikle dönemin siyasal aklının temel dinamiklerini değiştiren şeyler olmayacağı konusunda izlenimim var. Bulundukları ortamda siyasal, sosyal hayatın parçası olan, bulundukları kentin üniversitesinde, sendikasında, STK’sında toplumsal ve siyasal hayatın dönüşümüne emek veren kişilerin üniversitelerine döndürülmemeye hazırlıklı olmaları gerektiğini düşünüyorum. Ama akşam haber bültenlerinde sekiz saniyelik bir haber aralığında “KHK’lı akademisyenler üniversiteye döndü” şeklinde bir göz bağlamacılığına imkan tanıyacak kısmi örnekler olabilir. İhraç yetkisinin kurumlara, üniversitelerde de rektörlere kadar düşürüldüğü bir ortamda, açıkçası üniversiteye dönüş konusunda iyimser değilim.
Dolayısıyla üniversitelerde yüzünü bilime, barışa, demokrasiye dönen akademisyenler üzerindeki tehdit daha da güçlendirilmiş oldu...
Evet. Sizinle yaptığımız bir söyleşide, KHK ile ihraç edilmiş akademisyenlere ilişkin bir sorunuza daha akademik üretime yönelik cümlelerle yanıt verdiğimi hatırlıyorum. Oysa KHK ile ihraç edilenleri bugün tutuklamalar, hapislikler ve benzeri bağlamlarda konuşur olduk. Bu yüzden siyasal iktidar sahiplerinin lafzından çok, toplumsal dinamiklere bakmak gerekli. Görünen ve aslında olan ayrımına gelince şunun altını çizmek isterim: 24 Haziran akşamı yaşadığım İzmit’te saat 21.00’da düğmeye basılmışçasına sokaklara dökülen kitlenin, yaratılan gürültülü şenlik halinin, saklanma ihtiyacı duyulmayan silahlarla ateş açmaları seçim sonrasında çıkarılan KHK’larla bir arada düşünmemiz gerektiği inancındayım. Rejimi yazılı resmi metinler üzerinden değerlendirmek tabii ki önemli, bunlar satır satır okunmalı ve eleştirel değerlendirmelerin konusu olmalı. Ancak bunu yaparken sokakta, fabrikada, okulda olup bitene kulağımızı tıkamamak gerekiyor. Oralardaki, bir kısmı tuhaf, işaretler anlaşılmayı bekliyor.
10 YIL ÖNCESİNİN REFERANSLARIYLA SİYASET YAPMANIN SONUNA GELİNDİ
İddia edilenin aksine, gücün bu denli merkezileşmesinin ve tekleşmesinin Türkiye’nin uzunca bir süredir yaşadığı siyasal, iktisadi, toplumsal krizi daha da büyüteceği, sorunları daha da ağırlaştıracağı görüşüne yaklaşımınız ne?
Bu dikkate alınması gereken ciddi bir olasılık. Ancak ben kişisel olarak böylesi bir duruma karşı muhalif duruşu sırtlanacak yapılar üzerine düşünmeyi daha çok önemsiyorum. Evet, bugün Türkiye’deki muhalif, demokrat, sosyalist kesimler olarak, yanıt verme sınırlarının çok ötesinde bir saldırı ile karşı karşıyayız. Kurumsallaşma konusunda çok önemli geriye savrulmalar yaşasak da, üniversitelerden atılmış olsak da, televizyonlarımız kapatılmış olsa da, elimizde her ne varsa o noktadan başlayan bir derlenip toparlanmayı önümüze almamız gerektiğini düşünüyorum. Sistemli bir biçimde ve en yakıcı olanlardan başlayarak bir tartışma yürütmek çok önemli geliyor bana.
Açar mısınız?
Otoriter dönemlerde, faşizm dönemlerinde yapılacak en önemli şeylerden biri eldeki kurumları korumak, mümkün olduğunca da yeni kurumsallaşmaların önünü açmaktır. Öncelikle eldeki kurumları yaşatmak, bunlara yenilerini eklemek ve bunları ortak gündemler etrafında buluşturmak kritik öneme sahip. Özellikle kanatları kırık olsa da eldeki siyasal örgütlülüklerin mütevazi bir silkiniş için cesur kararlar alma zamanı çoktan geldi. Her şeyden önce iyi sorulmuş sorulara ihtiyacımız var. Kimsenin kendisini dayatmadığı, dünyanın merkezine koymadığı iyi hazırlanmış tartışmaların içinden bulunduğumuz moralsizlik döneminde iyi bir başlangıç olacağını düşünüyorum. Bu çağrım öncelikle küçük ve etkisiz de olsa parti, örgüt ve sendikalarda karar verme pozisyonunda olan kişileredir. Bir silkinme ve buna ilişkin konuşmaya ihtiyaç olduğu kesin. Hiçbir şey olmamış gibi bundan 5 yıl, 10 yıl öncesinin referansları üzerinden siyasal particilik, sendikacılık veya köşe yazarlığı yapmanın artık sonunun gelindiğini düşünüyorum. Özellikle siyasi oluşumların, sendikaların, basın organlarının kritik yerlerinde olan kişilerin, kurumların önümüzdeki dönemdeki performanslarının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin içinden geçtiği dönemde siyasal durumu kavrama yeteneği gösteren acil projeler üretmeye ihtiyacımız var. Eğer gerçekçi bir fotoğraf çekmeyi başaramazsak, işinde gücünde, fabrikasında üniversite kampüsünde son derece zor koşullar içinde siyasal ve toplumsal mücadelesini sürdürmekte olan kitlelerin iyice sosyalist mücadeleden uzaklaşmasına ve savrulup gitmesine neden olacaktır.
SİYASAL ARENA YENİDEN ŞEKİLLENECEK
CHP’de 24 Haziran performansının tetiklediği olağanüstü kurultay tartışması, tarafların imza restleşmesiyle sürüyor. Stratejiler veya programın değil, taraflar arasındaki polemiklerin öne çıktığı CHP’deki parti içi tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
İki şey söyleyeceğim. Birincisi tabii ki bir siyaset bilimci olarak CHP gibi köklü bir anamuhalefet partisinde -özellikle son seçimlerde Muharrem İnce’nin yarattığı rüzgar düşünüldüğünde-, negatif anlamda önemli bir süreç yaşandığının farkındayım ve gelişmeleri izliyorum. Bunun böyle yaşanmaması CHP’ye oy ve gönül verenler ve genelde de Türkiye’deki demokrasinin kalitesi açısından çok iyi olabilirdi. Ancak bu noktada hayatı boyunca CHP oy vermemiş kesimlerin, özellikle de sosyalistlerin bu konuya gösterdikleri yoğun ilginin başlıbaşına bir veri değeri taşıdığını düşünüyorum. Kendimi sık sık, “Türkiye sosyalistleri keşke önce kendi evlerinin önünü temizleseler,” “CHP’ye yönelttikleri eleştiri oklarını, kendi siyasal yapılarına da yöneltebilseler” diye düşünürken buluyorum.
Ancak tam da yeni rejim inşa edilirken CHP’nin bu inşaya değil, kendi içine yoğunlaşmasının yol açtığı başka sonuçlarla birlikte, CHP’ye oy veren kesimlerin yaşadığı hayal kırıklığını arttırdığı da bir vaka...
Çok doğru. Şunu vurgulamak istiyorum, bugün Türkiye’de derli toplu bir sosyalist örgütlenme, bir muhalefet odağı olsa idi, bu durumun siyasal süreçlerin kalitesini artıracağını ve bu bağlamda örneğin CHP içinde yaşanan olağanüstü kongre sürecindeki savrulmanın da olmayacağını düşünüyorum. Demokratik muhalefetin gelişiminde Türkiye sosyalistlerinin bir deniz feneri rolü var ve bu rolün yerine getirilmesi ancak kendi varlık alanlarını iyi tanımlamaları ile mümkün olacak.
CHP’ye geri dönersek; CHP bir parti olmaktan çok bir koalisyon. Parti bütünlüğü olmayan, değişik öncelikler sırasına göre konjonktürel biçimde yan yana dizilmiş insanlardan, gruplardan oluşan partide, çoktan halledilmiş olması gereken tartışmaların 24 Haziran sonrası moralsiz dönemde yeniden canlandığı görülüyor. CHP’yi de kapsayan bir biçimde 24 Haziran sonrası yapısal dönüşüm sürecinde sonra, Türkiye’de sosyalistlerden sosyal demokratlara, İslamcılardan milliyetçilere kadar siyasal haritanın yeniden şekilleneceğini düşünüyorum. Nitekim İYİ Parti içinde seçim sonrasında çıkan birtakım çatlak sesler, o cenahta da bir yapısal dönüşüm olduğunu gösteriyor. CHP’de seçim sonrasında çıkan bu ayırımın aynı şekilde orada da bir değişimi getireceğini düşünüyorum. HDP’nin büyük bir fedakarlık göstererek meclise getirdiği sosyalistlerin performansı doğrultusunda sosyalist sol içinde de değişiklikler bekliyorum. Türkiye’de 10 yıl sonra siyasal aktör, siyasal parti, siyasal mücadele eksenlerinin ciddi bir dönüşüme uğramış olacağını düşünüyorum. Özellikle tarihsel olarak Türkiye sosyalist mücadelesine kadro vermiş kesim ve kategorilerde yaşanan sosyolojik dönüşüm doğrultusunda yeni sosyalist siyasal aktörün tanımlanması ve harekete geçirilmesinin en yakıcı sorun olduğu düşüncesindeyim.
Evrensel'i Takip Et