30 Temmuz 2018 00:54

Ayşen Uysal: CHP'deki kavga liderlik kavgası değil paylaşım kavgası

CHP başkanlık sistemine geçişte örtük bir destek veriyor. Seçim sonuçlarına itiraz edilmemesine, oylara sahip çıkılmamasına bir de bu gözle bakılmalı.

Fotoğraf: Ayşen Uysal/Arşiv

Paylaş

Serpil İLGÜN

24 Haziran'ın üzerinden bir ay geçti. Tek adam rejimini inşa eden kararnameler peşi sıra yayınlanıyor, OHAL yasalaşıyor, ekmekten süte temel ürünler zamlanıyor... Ancak siyaset gündemi bunları değil, başta ana muhalefet partisi CHP olmak üzere, Millet İttifakı içinde yer alan partilerin iç kavgası konuşuluyor.

Durumunu korumayı başarı olarak sayan, buna karşılık 24 Haziran gecesi yaşananlar da dahil hiçbir şeyin sorumluluğunu üstlenmeyen tartışmalar, karşılıklı suçlamalarla sürüyor. Seçmenin hayal kırıklığını daha da kuvvetlendiren bu tablo, kuşkusuz iktidar bloğuna da kullanışlı bir malzeme sunuyor.

Barış bildirisini imzaladığı için haziran 2017’de Rektörlükçe önce açığa alınan, temmuz başında yayınlanan son OHAL KHK’si ile de 9 Eylül Üniversitesindeki görevinden ihraç edilen Siyaset Bilimci Prof. Dr. Ayşen Uysal’la, CHP başta olmak üzere, “muhalefetin krizi” başlığını konuştuk.

Ülkede iktidar olma iddiası, partide iktidar olma kavgasına nasıl dönüşüyor? Kavganın kaynağında ne var? İsimlerin değişmesi çözüm sağlar mı? İYİ Parti ve Saadet Partisi dağılma sürecine mi giriyor? HDP, tek adam rejimine karşı nasıl bir yön belirleyecek? Ayşen Uysal yanıtladı.

CHP’yi ve genel olarak da muhalefet partilerini yakından izleyen Uysal’ın Oğuz Topak ile yazdığı “Particiler: Türkiye’de Partiler ve Sosyal Ağların İnşaası” ve “Sokakta Siyaset” kitapları söyleşimiz için de kaynaklık etti.

24 Haziran’dan bugüne haber bültenlerinin sabit konusu olmayı sürdüren CHP ile başlayalım. Erdoğan tek adam rejimini adım adım hayata geçirirken, CHP’nin verdiği görüntü, giderek seviye yitimine de uğrayan bir iç kavga hali. CHP’yi yıllardır takip eden bir siyaset bilimci olarak partinin ikide bir bu girdaba giriyor olmasını nasıl değerlendirirsiniz? Nedir esas sorun?

Sorun partinin işleyiş mekanizması. CHP üzerine 2000’lerin başından itibaren yazıyorum; 2010’da Particiler kitabını yayınlamıştık, önceki iki yıl boyunca saha çalışmaları yürüterek Türkiye’nin dört bir köşesindeki çeşitli il ve ilçe örgütleriyle yaptığımız görüşmeler, parti çarklarının işleyiş mekanizmasını çözmemizi sağlamıştı. Saha çalışmasının üzerinden 10 yıl geçmesine, isimlerin çoğu değişmesine rağmen, bu işleyişin hiç değişmediği bugünkü tartışmalarda da açıkça görülüyor. Bu durum şöyle düşünmeme yol açıyor; birileri çok mücadeleci ve saf duygularla CHP yönetimine talip olabilir, son derece samimi de olabilir bu düşünceleri. Fakat çarklar öyle işler ki, bu kişiler o çarkları dönüştüremedikleri gibi, kendileri o çarkların içinde dönüşürler. CHP tarihinin bize anlattığı böyle bir şey.

Çarklar meselesini açarsak, nedir insanı yutan o işleyiş?

Burada esas olarak kastettiğim delege sisteminden itibaren inşa olan parti örgütlenme yapısı. Ve siyaset yapma tarzı tabii. İki eksene ayırarak değerlendirelim. Birincisi, en alt birimlerden itibaren şekillenen yapı öyle bir yapı ki, bir kere iktidarı ele geçirdiğinizde sizi kolay kolay birilerinin indirmesi söz konusu değil. O nedenle kurultay tartışmaları henüz noktalanmadı ama, imza toplanarak CHP’de bir lider değişikliğinin yapılamayacağını düşünüyorum.

Neden?

Hem çıkar ilişkileri, hem örgütlenme yapısı parti iktidarını bir kere ele geçiren kişinin onu kolay kolay kaybetmesine izin vermiyor. Ancak çok olağanüstü gelişmeler neticesinde iktidarı kaybedebilir. Örneğin 2010’da kaset skandalıyla değişmişti, 2010’dan bu yana değişiklik sağlanamadı. Çünkü parti içi iktidarı ele geçirdiğinizde partiyi dizayn edebiliyorsunuz. İkinci olarak, çıkar siyaseti dediğim, tamamen bireysel çıkar hesapları üzerine kurulu bir siyaset anlayışı da bunu besliyor. Siyaset bir meslek olarak algılanıyor. Kitabın üst başlığı olan “particiler” tanımlamasını sevgili Tanıl Bora’ya borçluyuz. Evet bu bir meslek, emekliliği olmayan, mezara kadar devam etmesi arzulanan ve maddi çıkarlar elde etmeyi mümkün kılan bir meslek. Aynı zamanda ayak oyunları üzerine kurulu, erkek bir siyaset tarzı bu. İstisnalar olmakla birlikte, kadınlar da bu çarkın içinde erkek siyasetinin oyunlarını ve dilini büyük ölçüde öğrenip benimsiyorlar. Biz sıradan yurttaşlar olarak CHP’deki mücadeleyi ne olarak görüyoruz, iki kişinin ve onların ekiplerinin iktidar mücadelesi olarak görüyoruz. Ekranda görünen bu. Ama ekranın arkasında bir paylaşım savaşı var.

Somutlaştırırsak, neyin paylaşım savaşı?

Örneğin önümüzde yerel seçimler var, aday listelerini kim belirleyecek meselesi önemli. Ya da genel seçimleri düşünelim. Vekillik meselesine baktığımızda, neredeyse istisnasız herkesin o bireysel çıkarları elde edebilmek adına aslında çoktan lağvedilmiş bir parlamentoya girmek için nasıl mücadele ettiğini görüyoruz. Belki haksızlık yaptığım birkaç kişi vardır, ama bu sayının bir elin parmaklarını geçmeyeceğini düşünüyorum. Çok basit şeylerden bahsediyorum, örneğin diplomatik pasaport almak, VIP kullanmak... Bunlar o kadar önemli ki, toplumda zaman zaman dillendirilen “parlamentodan çekilsinler, boşuna kukla olmasınlar” söylemi böyle bir mekanizmada hiçbir zaman hayat bulmaz. En muhalif görünenlerin bile hem özlük hakları hem de bahşedilen ayrıcalıklar nedeniyle vazgeçemeyeceği bir siyaset tarzı, daha doğrusu bir meslek bu.

‘Hangi CHP’ sorusuna da yol açan, CHP ideolojisinin rolü için ne söylersiniz?

Aslında orada çok bilinçli bir politika izleniyor. İdeolojisizlik partinin ideolojisi haline gelmiş durumda. Bu özel bir tercih. Çok uzun bir zaman diliminden beri bir ideolojisizlik tercihi var CHP’nin. Önceki yıllarda CHP’nin bu durumunu “herkesi yakala partisi” kategorisinde değerlendirmiştim. Herkesi yakala partilerinin özelliği iktidar odaklı partiler olması. İktidara gelebilmek için toplumun her kesiminden oy almaya çalışan, bunun için ideolojik bagajlarını boşaltan, belli bir ideoloji ekseninde toplumun belli bir kesimine seslenmek yerine, herkese seslenebilecek bir dilin inşa edildiği parti modeli. Bence bugün CHP’yi daha iyi anlayabilmek için, bu model ile kartel parti modelini birlikte düşünmek gerekiyor. Bunlar birbirini dışlayan parti modelleri değil.

Kartel parti modelinin özelliği ne?

Şu; birtakım partileri sistem dışında yani oyunun dışında bırakmak için bazı kurallar üzerinde zımni ya da açık biçimde anlaşmaya dayalı bir parti modeli. Bu tür partiler, devlet kaynaklarına giderek daha bağımlı hale gelerek, kaynakların paylaşımı ve denetimi konusunda zımni anlaşma yoluna gider. Örneğin yüzde 10 barajı konusunda açık bir muhalefet yürütmemek. Neden? Pastadan daha fazla pay alabilmek ya da iktidar yarışını en az sayıda partiyle sürdürebilmek adına. Partilerin finansmanı ya da seçim sistemiyle ilgili kısıtlayıcı düzenlemeler de örnek olarak düşünülebilir. Kartel parti, bu tür siyasal yarışı sınırlayan düzenlemelere, mevcut durumunu korumak adına zımni destek verir. CHP kartel parti mantığı gereğince aslında başkanlık sistemine geçişte zımni destek veriyor. Başkanlık sistemleri, sonuçta ikiden fazla etkin partiye yaşam şansı tanımayan sistemlerdir. CHP, sistemin iki etkin aktöründen biri olarak kalması kaydıyla bu sisteme örtük destek veriyor. AKP’nin iktidarını da bu anlamda onaylamış bir parti. O nedenle, seçim sonuçlarına itiraz edilmemesine, oylara sahip çıkılmamasına bir de bu gözle bakmak çok da kurgusal bir tablo oluşturmak olmaz.

YURTTAŞI SİSTEM İÇİNDE TUTARAK SİSTEMİN DÖNÜŞÜMÜNE KATKI SAĞLIYORLAR

16 Nisan referandumu sonrasında Agos için kaleme aldığınız bir yazınızda CHP’nin aldığı tutumla şaibeli seçimleri meşrulaştırdığını, sokak siyasetini ise gayrimeşrulaştırdığını belirterek şöyle demiştiniz; ‘CHP mevcut haliyle muhalefetin önünü açan bir örgüt değildir; aksine muhalefeti dizginleyen, onun önüne set çeken bir partidir.’ Durum böyleyken tersten bir algı oluşturularak, CHP’nin ülkeyi, halkı dertlerinden kurtaracak parti olarak sunulması nasıl oluyor?

Aslında bunu tersiymiş gibi davranmak olarak mı, yoksa yurttaşları sistem içinde, oyunun içinde tutmanın bir yolu olarak mı okumak gerekir, bunun üzerine bütün yurttaşlar olarak hep birlikte düşünelim. Türkiye’de daha önce de seçimlere şaibe karıştığına ilişkin tartışmalar oldu, fakat 16 Nisan’la 24 Haziran seçimlerinin bence başka bir özelliği de var, yurttaşlar oy sandıklarını koruma konusunda daha fazla örgütlendiler ve bilinçlendiler. Partiler dışı örgütlenmelerden bahsediyorum. Özellikle gençler, oy sandıklarını korumak için sabahın erken saatlerinden gece yarılarına kadar canla başla çalıştılar. Şunu da düşünelim, 16 Nisan’da CHP zaten çok kötü bir sınav vermişti, bunu da “iç savaş çıkacaktı, ona engel olmak için sesimizi çıkarmadık” diye açıkladılar günler sonra. Fakat burada bir problem oluşmuştu; toplumun birçok kesiminde sandığa gitmeme düşüncesi ile birlikte “kazanamayacakları bir seçime zaten gitmezler, oyları çalacaklar” endişesi vardı. Ama ilk andan itibaren başta Kılıçdaroğlu olmak üzere muhalefet, oylarımızın kefili oldu. Bir süre sonra ikna olup inanan birçok insan gidip oyunu kullandı. Sadece onlara güvenmek değildi belki ama kendi örgütlenmesine, kendi mobilizasyonuna ek olacaktı onların bu güvencesi. Sonra yine aynı film tekrar etti.

Yani, geçtiğimiz hafta gazeteduvar’a yazdığınız yazıda da işaret ettiğiniz sandık başına çağrılan seçmene sahip çıkmamanın yol açtığı ‘halkı sandıktan soğutmanın’ oy kullanmanın ötesinde etkileri söz konusu...

24 Haziran gecesiyle ilgili, izleyen günlerde yapılan açıklamalar hiçbir şekilde tatmin edici değil ve seçmende bir bezginlik var. “Yerel seçimlere hazırlanmamız gerekirken kurultay çağrıları halka ihanettir” diyorlar. O ihanet 24 Haziran gecesi yapıldı zaten. Halkı sandıktan soğutmaktan kastettiğim tam da buydu. Bir taraftan yurttaşı sistem içinde tutarak sistemin dönüşümüne katkı sağlıyorlar, diğer taraftan da böyle bir açmaz var. Bir sonraki seçimde, yurttaş Ayşen’i seçim sandığına gitmeye nasıl ikna edecekler, nasıl bir strateji izleyecekler de bu açmazdan çıkacaklar, göreceğiz.

Yapılan tartışmalarda, özellikle ‘yenilik’ iddiasıyla başkanlığa talip olan Muharrem İnce’nin açıklamalarında, vurguladığınız işleyişi değiştirecek bir stratejinin izlerini görüyor musunuz?

Tavırlar, karşılıklı atışmalar bakımından baktığımızda çok fark göremiyoruz. Evet, CHP’de iktidara gelen her kişi koltuğa yapışıyor, bu eleştirisinde haklı. Ama kendisinin koltuk dışında bir amacının olduğunu gösterecek ipuçlarını da yakalayamıyoruz. Bu anlamda farklı bir işleyiş, farklı bir parti görmüyoruz yaptığı açıklamalarda. Nitekim olağanüstü kurultay sürecinde yürütülen karşılıklı restleşmeler, şov siyaseti de bunu açık şekilde gösteriyor. Bir taraftan imzayı topladık açıklamaları diğer taraftan vekillerin ve il başkanlarının yaptığı açıklamalar... O kadar trajik bir tablo var ki, milletvekili listelerini Kemal Kılıçdaroğlu yapmışken, ‘122 milletvekili Kılıçdaroğlu’na destek açıklaması yaptı’ demek, demokrasi oyununun iyice suyunu çıkarıp aklımızla dalga geçmek anlamına geliyor. Diğer tarafta, özellikle yerel seçimlerde başkanlık, meclis üyeliği gibi görevler talep eden, bunu riske atmayan, belki mevcut yönetimden hiç memnun olmayan ama bunu pazarlık payı olarak kullanan ekipleri görüyoruz. Özetle her şey bu pasta paylaşımının bir parçası olarak karşımıza çıkıyor.

Dolayısıyla CHP’de olası bir kurultay, iç çelişkileri bir süre bastırabilir ancak buradan demokratik bir değişim beklenemez?

Kesinlikle öyle. Sonuçta parti yapısında, örgütlenmesinde, tüzüğünde vs’de çok kökten değişiklikler olmadan bir değişim çok mümkün değil. Bunlar yapılsa bile yılların siyaset yapma alışkanlıkları var. Kadrolar yenilenmeden o siyaset yapma tarzının değişebileceğine de inanmıyorum.

HDP’DE NE YAPACAĞINI BİLEMEME HALİ VAR

HDP’de de seçim sonuçları, bundan sonra nasıl bir yol izleneceğine dair tartışmalar devam ediyor. İktidar bloğunun hedefinde olmayı sürdüren HDP’nin düzen içi partilerden ayrılan yanlarını akılda tutarak, tek adam rejimine hazırlıksız yakalandığı, etkisizleşmesine rağmen Meclise girmeyi yeterli bulduğu gibi görüş ve eleştirilere nasıl yaklaşıyorsunuz?

HDP’de dışa yansıyan bir tartışma yok, ama orada da derin bir sessizlik ve ne yapacağını bilememe hali var. Bu tabii en çok durumdan memnun olmayan ve otoriter bir sistem kıskacında ne yapacağını düşünen seçmen açısından negatif bir durum. Kaldı ki, bireysel çıkar siyasetinden HDP’nin de diğer partiler kadar olmasa da payını aldığını düşünüyorum. Çok büyük bir olaymış gibi vekillerin mazbatalarını göstererek fotoğraflarını sosyal medyadan paylaşması bir yurttaş olarak beni çok rahatsız etti örneğin. HDP’de eleştiri noktası olarak ortaya koyulması gereken bir diğer şey de şu; sonuçta bu partinin bırakın diğer kademelerde siyaset yapanlarını, bir önceki dönemde vekillik yapan çok sayıda kişi cezaevinde ama isimleri bile anılmıyor. Hakkari Milletvekili Leyla Güven hâlâ cezaevinden çıkamıyor. CHP en azından Berberoğlu için bir şeyler yapmaya çalışıyor - yaptıklarının ne kadar etkili olduğu tartışılır- ama Güven’in dışarı çıkması için ne yapılıyor, diğer HDP’li siyasilerin yeniden siyaset sahnesine dahil olabilmeleri için ne yapılıyor? Dolayısıyla “HDP niye Mecliste?​” sorusu önemli bir soru. Parlamento içi siyasetin noktalandığı bir dönemdeyiz. Parlamentoda etkili bir muhalefet yapmanın artık olanağı yok. Bu defa da tek tek Meclisten atılmayı mı bekleyecekler? Başka türlü bir siyaset tarzı üzerine düşünüp tartışmaları elzem.

YAŞAM ALANLARIMIZI MÜCADELE ALANLARINA DÖNÜŞTÜRMEKTEN BAŞKA ŞANSIMIZ YOK

Berberoğlu için CHP MYK’sında konuşulan yöntemlerden biri imza kampanyasıydı...

Buna tepki gösteririm hem alanın bir uzmanı, hem de bir yurttaş olarak. Ben imza kampanyası düzenleyebilirim, ama CHP’nin bir siyasi parti olarak ötesini yapması gerekir. O kadar kapsayıcı bir alanda düşünmek gerekiyor ki, sadece seçim meselesinde bile dünyada tartışılan çok fazla yöntem var. Salt boykot etmek ya da gidip oy vermek değildir, repertuvarda başka birtakım stratejiler ve mobilizasyonlara dayalı çok fazla eylem biçimi var, bunlar üzerine düşünmek gerekiyor. Sokak, bu repertuvarın bir parçası. “Parlamento ya da sokak” karşıtlığını da inşa etmemek gerekir. Bir arada ama bunların dışında da yapılabilecekler var. Öyle bir döneme girdik ki yaşam alanlarımızı mücadele alanına dönüştürmekten başka şansımız yok. O nedenle eylem repertuvarını tekrar tekrar düşünmek ve bunun sınırlarını sürekli genişletmek dışında başka bir seçeneğimizin olmadığı bir Türkiye ile karşı karşıyayız.

Parlamenter mücadele sokağı dışlamaz’ yönündeki vurgunuzu hatırlatarak soralım, yeni rejimde bu daha mı öne çıktı?

Bir alan kapanınca ister istemez diğeri daha fazla ön plana çıkar. Bu kaçınılmazdır. Parlamentoda zaten ne kadar etkili muhalefet yapıldığı tartışma konusuydu ama şimdi o alanın tamamen tükendiği bir siyaset sahnesiyle karşı karşıyayız. Başka nasıl olanaklar var diye düşünüp, bunlar üzerinden ilerlemekten başka şansımız olmadığını düşünüyorum.

İKTİDAR BLOĞU İYİ PARTİ’DEN DEVŞİRMELER YAPMAK İSTİYOR

İyi Parti’deki tartışmaları nasıl değerlendirirsiniz? Akşener’siz bir parti dağılma sürecine girer mi ve bu iktidar bloğuna nasıl yansır?

Bunu spekülasyonlara girmeden değerlendirmek biraz zor, çünkü orada neler döndüğüne dair bilgimiz sınırlı. Meseleyi, iki bloklu yapının oluşumunun henüz tamamlanmamasından ötürü, taşların yerine oturması sürecindeki yansımalar olarak okumak bana daha anlamlı geliyor. Evet, seçimde bloklar oluştu, ama o nihai taşların yerine oturduğu bir süreç değildi. O kıpırdamalar ve yerine oturmalar devam ediyor. İktidar bloğu oradan birtakım devşirmeler yapmak istiyor. Bu, MHP karşısında AKP’nin elini güçlendirmek açısından önemli. Ama diğer taraftan MHP’nin de AKP karşısında güçlü ve kilit durumda kalması için önemli. O nedenle diğer bloktaki değişimler onları doğrudan etkiliyor.

Bahçeli’nin, ‘Akşener’e sahip çıkın’ şeklindeki açıklaması da bu dengelere mi dayanıyor?

Evet. Mevcut durumun değişmemesini ya da kendi durumlarını sarsmayacak bir biçimde değişmesini, bunun kontrollü biçimde olmasını sağlamak için yapılan bir çağrı olarak yorumluyorum. İktidar bloğu bu dengeleri oturtmak, sistemin sorunsuz işleyişini sağlamak açısından diğer bloğa çomak sokmaya devam edecektir.

PARTİLERİN BÖLÜNMESİ ÜZERİNE KURULAN STRATEJİLER  İŞLEVSEL DEĞİL

Saadet Partisi’nde de (SP) gerek Millet İttifakı’na katılma, gerekse alınan oyla ilgili iç tartışmalar sürüyor ama başkanlık sistemi iki etkin partiye alan açıyorsa, SP’nin geleceği ne olur? Erdoğan ve partisinin seçim sürecinin başından itibaren uğraşını verdiği ‘muhalefet bloğuna çomak sokma’ stratejisinin en hızlı SP’de hayata geçeceği yönündeki görüşlere katılır mısınız?

Mevcut siyasal yapıda gücünüz oranında varsınız. Seçim sonuçlarına baktığımızda SP’nin ittifaktan çekilmesi, başka bir yola girmesi gibi noktaların çok da öneminin olmadığını görüyoruz. Zaten seçim sonuçları AKP’den çok da oy alamamış olduğuna işaret ediyor. Öte yandan SP’nin de, İYİ Parti’nin durumu da bize, partileri içinden çatırdatarak hedefe ulaşma stratejilerinin çok da işlevsel olmadığını gösteriyor. İYİ Parti karşısında MHP’nin durumu, SP karşısında AKP’nin durumu ya da yıllarca AKP içinde bir bölünme olur mu diye bekleyen CHP’nin ya da genel olarak muhalefetin durumu... Demek ki çözüm, onların kendi içinden çatırdaması ya da bölünmesi değil, muhalefetin nasıl bir siyaset izleyeceği, nasıl bir muhalefet örgütleyeceğiyle ilgili. Tam da erkek siyaset görüntüsüdür bu, düşmanın kendi içinden kendini yok etmesi meselesi. Bu siyaset tarzı bitmiştir, söz konusu partilerin durumu onun da resmidir.

İNCE, TİPİK ULUSALCI BİR REFLEKS GÖSTERİYOR

İnce’nin ‘Cumhuriyeti kuran Meclisin devre dışı bırakılmasına Cumhuriyetçi geçinen aydınlarımız, entelektüellerimiz ne diyor? Özellikle Avrupa fonlarıyla beslenen ‘projeci’ aydınlarımız ve anlı şanlı sivil toplum kuruluşlarımız nerede?’ şeklindeki tweetinin, sizdeki yansıması ne oldu?

İnce’nin bazı tweetlerini dehşetle izliyorum. Aydınlarla ilgili olan tweetini gördükten sonra o gece sinirden uyuyamadığımı belirtmem gerekir. Bu tweetin Erdoğan’ın 11 Ocak sonrasında Barış İçin Akademisyenler için sarf ettiği  “müstemleke aydını”, “karanlıksınız” gibi sözlerinden hiçbir farkı yok. Proje yapan her aydın “satılmıştır, kötüdür” vs. Proje denen şey araştırmadır. Dersler vermek olduğu zannedilir oysa bir akademisyenin en temel yapması gereken şey araştırmadır. Türkiye’de bu da çarpık şekillendirilmiştir o da ayrı bir tartışma.

Ben sözünü ettiği vakıflardan destek alarak bir proje yapmadım bugüne kadar. Bundan sonra yapar mıyım, yapmaz mıyım o benimle ilgili bir şey ama ben tweetini tamamen üzerime alındım. Birtakım dönüşümlerin önüne engel olmak için ortaya çıktığını iddia ediyorsun, sonra kendi başarısızlığını aydınlara yüklüyorsun. Bu tipik ulusalcı bir refleksin ötesinde değildir. Bu ülkede 6 binin üzerinde akademisyen ihraç edilmiş, bunların 405’i Barış İçin Akademisyenler, bu insanların hayatlarını nasıl idame ettiklerine dair bir cümle sarf etmemiş bir insanın böyle bir suçlamayla twitter mahallesine çıkması, en başta kendisinin yapması gerekenleri yapmayıp, sonra aklına ilk gelene saldırması, bir siyasetçi için ciddi bir savrulma.

AYAKLARI YERE BASAN BİR UMUT VE CESARET GEREKİYOR

CHP’nin 24 Haziran tutumunun katkısıyla yer yer sinizme de kaydığı düşünülen umutsuzluk ve hayal kırıklığı 16 Nisan’daki duyguyla çok benzeşiyor. Ancak 24 Haziran’ın yol açtığı hissiyatta baskın olan kaybetmeye dönük bir duygu kırıklığı mıdır, yoksa sandığa sahip çıkılmamasına dönük bir öfke mi?

Her ikisi de var ama benim gözlediğim esas baskın olan -özellikle sandık başlarında seferber olanları ön plana çıkararak düşünürsek- “Biz bu kadar çabaladık ama muhatap bulamadık” duygusu. Bu sadece CHP ile ilgili bir mesele de değil. Örneğin baroları arayıp onlardan da kimseyi bulamayanlar var. İnce’ye ve CHP’ye duyulan tepki tam da buradan kaynaklanıyor. Yani “YSK’ya gideceğim, nöbet tutacağım, avukatlar ordusunu seferber edeceğim” diyorsunuz, ama ortada ne kendiniz ne de avukatlar ordusu var. Onu geçtim telefonla bile ulaşılamıyor. İnsanlar kendilerini aldatılmış hissetti ve bunun telafisinin çok zor olduğunu düşünüyorum. Diğer yandan umutsuzluk tabii ki aşılabilir, aşmak zorundayız da. Fakat bu seçim sandığından mı geçer, yoksa başka mücadele tarzlarından mı geçer, düşünmek gerekiyor. Umutsuzluğu yıkmak açısından da başka mücadele yöntemleri üzerine düşünmek, yeni çıkışlar bulmak zorunlu hale geldi. Ayakları yere basan bir umut ve cesaret gerekiyor.

Diğer yandan örgütlülük çok önemli ve Türkiye’deki en büyük eksikliklerden biri de bu. Örgütlü olmamak mücadeleyi zayıflatan bir şey. Sonuçta koruma kalkanınınız olmuyor. Bu örgütlülüğü, binası olan hiyerarşik yapılar anlamında kullanmıyorum, sosyal medya örgütlülüğü gibi çok gevşek örgütlülüklerden tutun daha sıkı örgütlenme biçimlerine kadar uzanan çok geniş bir yelpazeyi kapsıyor.

Her seçim döneminde seçmen özneleştirilir, sürekli ona seslenilir, ayağına gidilir vs. Sonra ama seçim biter, seçmenin talebi, beklentisi akla gelmez ya da soğurtulur. Dolayısıyla yaşanan hayal kırıklıklarında, umutsuzluğa düşülmesinde seçmenle ilişkinin bu düzeyde tutulmasının da payı yok mu? Elbette, oy vermeyle sınırlı tutulan ilişkiye seçmenin rıza gösteriyor oluşu da söz konusu ancak ilişkinin sandıkla sınırlı kurulması önemli bir problem, ne dersiniz?

Evet, ‘bizim seçtiklerimiz bizi ne kadar temsil ediyor’ sorusu bunu da içeriyor. Buna bir şey daha eklemenin önemli olduğunu düşünüyorum; seçimlerde hayal kırıklığına uğrama meselesi aslında seçimlerle sınırlı değil, özellikle CHP açısından baktığımızda, aynı etkiyi Adalet Yürüyüşüyle de yaptığını görüyoruz. Sadece kendi seçmenini değil, onun dışındaki toplumsal kesimlerin beklentisini de çok yükseltti, ama devamının gelmemesi çok önemli bir sorun. Kaldı ki CHP’nin bugününe baktığımızda, Adalet Yürüyüşü’nün parti içindeki muhalif sesleri bastırmaya yönelik bir çıkış olduğunu da görmek çok zor değil.

EN BÜYÜK ZENGİNLİĞİMİZ DAYANIŞMA

OHAL KHK’sıyla Haziran 2017’de açığa alınmıştınız. Bir yıl sonraki son OHAL KHK’sıyla da ihraç edildiniz ve üniversitedeki odanızdaki eşyalarınızı almanıza dahi izin verilmedi. Bu bir yıl nasıl geçti?

Karmaşık duygularla geçti ama çok emin olduğum bir şey var, ben attığım imzanın arkasındayım. Yurttaş olarak, siyasal kararlara müdahil olabilmek için meşru ve demokratik bir hakkımı kullandım. Buna karşılık devlet bizleri KHK ile kamudan ihraç ederek hayatları altüst etmeyi hedefliyordu ve birçoğumuzun hayatı altüst oldu, bu gerçekliği de göz ardı edemeyiz. “Ağaç kökü yesinler” demişlerdi; biz, bizi mahkum etmek istedikleri sivil ölüme karşı mücadele ediyoruz.

Kişisel olarak, biraz gerçeklikle bağımın koptuğunu düşünüyorum. Yani ‘bunlar gerçekten yaşanmış olabilir mi yoksa kabus mu, uyanacak mıyım’ gibi şeyler. Bendeki en belirgin duygu, gerçeklikle olan ilişkimden hareketle oluşuyor diye düşünüyorum.

Diğer yandan bugünkü kuvvetli hissim üniversiteye dönmek istememek yönünde. Elbette mücadeledir ve dönme mücadelesi yürütmeye devam edeceğim, ama artık olmak istediğim yer 9 Eylül Üniversitesi değil. Üniversiteye daha çok benzeyen bir yerde çalışmak istiyorum. Mesleğimin araştırma boyutunu, ders verme boyutundan hep daha fazla sevmiş biri olarak, bilim yapmaya devam etmek istiyorum. Ancak üniversiteler buna destek değil, köstek olan yerler, araştırmaları teşvik eden yerler değil. Üniversite dışında olmamın araştırmalar yapmamı ve bunları bilimsel yayına dönüştürmemi daha çok olumlu yönde etkileyeceğini düşünüyorum. Bununla birlikte, her türlü olanağın kısıldığı bir dönemdeyiz. Yurtdışına gidip gelerek ders verebilir, araştırmalarımı sürdürebilirim örneğin, ama buna da engel olan pasaport tahditleri var. Biraz uzun ve meşakkatli bir süreç, ama elbette bunlar da aşılacak, mücadeleyle her şeyin aşılacağını düşünüyorum.

Bütün bunların daha altından kalkılabilir olmasındaki esas faktör dayanışma sanırız, ne dersiniz?

Kesinlikle, ayakta tutan, güçlü tutan şey dayanışma. Sonuç olarak Barış İçin Akademisyenler bu dayanışmanın en güzel örneklerini sergilediler. Hem dava süreçlerinde hem de başka birtakım süreçlerde gösterilen dayanışma en büyük zenginliğimiz.

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
ÖNCEKİ HABER

BM: İnsan kaçakçılığı mağdurlarının 3'te 1'ini çocuklar oluşturuyor

SONRAKİ HABER

‘Yeni düzenlemeyle hakların kullanımı idarenin insafına bırakıldı’

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa