Hangi tarih bizi kendimize taşır?
İdris Baluken'in geleneğin ucundan tuttuğu 'Üç Kırık Dal' romanı ile 'Yeni Türkiye' profiline tanıklık ediyoruz.
İdris Baluken'in Üç Kırık Dal adlı kitabının kapağı
Oya YAĞCI
Belleğimizi susturmamayı seçtiğimizde, karşımıza çıkan her olay, ayrıntı ya da nesne ve nesnenin üzerimize sinmiş tadı, kokusu, sesi bizi bir şekilde tarihe taşır. Tarihin cürüm sandığına tıkıştırılanlar belleğimizden çalınanlardır ne de olsa...
Hikayesi çalınanın yedeğinde tuttuğu en değerli zarftır oysa bellek. Elinden ve yaşamından alınanı özenle korur. Özellikle bu topraklarda hafıza, kaldıramayacağı denli yüklüdür. Eşitliğin kanun hükmü, yoksullukta ve yoksunlukta eşitliktir. Belleğimize çullanan, ülküsü birlik olan bu ceberutluğun beraberlikten anladığı ise toplu ölüm listeleridir. Onların önerdiği birlik, mezardır, hücredir; yoklukta birliktir. Biz yok olduğumuzda gerçekleşecek binyıldır bekledikleri. Miadı dolmuş binyıl ülküsü ile tüm tarih dışılığının acısını yaşamlarımızın renginden çıkarmaya yeminlidir. Kendi mümkün olmayışının temsili olarak cisimleşen devletin aklına güveni tamdır bu yüzden.
Devlet aklının ermediği, dilinin yetmediği yerlerdir belleğin kurucu mekanı. Hikmet-i hükümetin renksiz ve korkak dilinin deşifre edildiği, alternatif belleğin tarihe müdahil olduğu mekanlar açmalıyız hiç yorulmadan. Edebiyat bu kurucu mekanların olanaklarına açılan bir eylemliliktir. Ve yine bu topraklarda sürgünlükten özgürleşmenin simgesine dönüşmektedir.
Cezaevlerinden yükselen güçlü bir edebi gelenekten söz edebiliyorsak, bunu, yaşamın kendisini direnişe dönüştüren yazar ve şairlerimize borçluyuz. Geleneğin biçimlenişi cezaevlerinde gün sayan mahkumların sayısından kaynaklanmıyor kuşkusuz. Gerçekte olan, kanun hükmüne sıkıştırılan yaşamın, kendisini sıkıştırmaya soyunanı hükümsüz kılma çabasıdır.
Kendinden menkul temsilin demokrasi olduğuna inanmamızı isteyen büyük yalanının ortasında, cezaevlerinden yükselen sesi duymamak olmaz. Kitapla, sazla, şiirle, resimle bize anlattıkları bir şey var! Teslim olmayanların, yoksunlaştırılmaya, boyun eğmeye zorlananların, adaletsiz hukuka, vicdansız gözetime, yalıtmaya ve insansızlaştırmaya verdikleri yanıt aynı zamanda bir başka sürece de işaret ediyor. Kendi mecrasından taşan bir yapı bozumcu hareket olarak değerlendirmek mümkün gibi. Ya da mahrumiyetin mahrumlaştırılması, devlet aklının öznelikten çıkartılarak nesneleştirilmesi, muhatap alınmaması. Böyle bir damar gelişiyor giderek. Muhatabı; özneler arasılığı kurduğu yer, edebiyatın, resim ve şiirin evreni, yani, tarihin gerçek failinin, tarihi yazma iddiasında şımarıklık yapanı boşluğa havale ettiği yer...
Cezaevlerinden büyüyen edebiyat ve sanat damarı, yokluğun ortasında yoksunlaşmaya karşı açılan bir savaş gibi; hem cephede, hem mevzide kurulan barışın savaşı. Siyaset; devletin elimizden zorla-zorbalıkla ve büyük bir kıskançlıkla kapmaya çalıştığı ise, sadece teknik, sadece uzmanlar arası ve sadece parası olanın yaptığı bir faaliyetin ötesine taşınmalıdır.
‘ROMANDA ‘YENİ TÜRKİYE’ PROFİLİNE TANIKLIK EDİYORUZ’
İdris Baluken de Dipnot Yayınlarından çıkan “Üç Kırık Dal” isimli romanı ile geleneğin ucundan tutuyor. Anadolu’nun farklı kent ve kültürel dokusundan gelen üç genç üniversitelinin zorunluluk-ihtimal, özgürlük-koşullanma, hayal-kabus geriliminde şekillenen yaşamları ve tüm seçenekleri boşa çıkarmaya yeminli bir toplumsal yapının portresini sunuyor okura. Kapitalist vahşetin tekçi devletle birlikte gördüğü rüyanın üniversiteli gençlerin yaşamını kabusa taşıdığı “Yeni Türkiye” profiline tanıklık ediyoruz.
İdris Baluken’in bir hukuk, bir tıp ve bir gazetecilik öğrencisini merkeze alan romanı, gündeliğin içinden ve gündeliği şekillendiren bu üç hayati ve etik alanın yağmalandığı “Yeni Türkiye”de, geleceğin ve geleceği düşünmenin bedelleri üzerine bir söz aynı zamanda. Bedel ağır olsa da bulunduğumuz her yeri insana bürümenin mümkünlüğünü hatırlatıyor.
Yara vardır ve yara farklı farklı görünse de tek bir elin tuttuğu bıçağın açtığı yaradır. Deniz (tıp), Cengiz (gazetecilik), Alican (hukuk) vicdanın dikene durduğu bir gerçekliğin ortasında dikeni unutup güle duran hayallerinin peşinde; yolda, yurt edinirler insanlıklarını. Çoğaltırlar kendilerini, Matruşka olurlar. Hikayeye sonradan eklenen Erdoğan (kişisel istikbal).ise bir sonuçtur. Bir yara olarak sürdürür varlığını. Tedavi istemez. Çünkü kendisini yaralayan bıçağı tutan elden intikam almaktır arzusu. Nefretiyle, öfkeden çok kine yakın durmayı seçendir. Bahanelere, meşrulaştırmalara ve sığınmaya giden kestirme yolu tutmuştur Erdoğan. Kendini çoğaltamadığı için kendi içinin boşluğunda boğulacak olandır. Bıçak olacaktır... Birbirini yurt edinmek direnişe dairdir. Sistemin acımasız kuşatıcılığına karşı benliğin katmanlarından yeni filizler yeşertmek, mücadeleyi her yerde ve farklı araçlarla üretmek, hayal kurmayı ve ötekine dokunmayı göze almayı gerektirir. Gülçiçek (edebiyat) ve Devrim (müzik), edebiyat ve sanatın ufkunu taşır birbirlerini yurt edinen Deniz, Cengiz ve Alican’a.
İdris Baluken iki kadını sanat ve edebiyattan yana kimlikleyerek, tıp-hukuk-habercilik için etik ve estetik bütünlüğü önerir gibi; kadın ve aşkla kurulan edebi, estetik diyalog barışın ve insanın yolunu açıyor romanda. Rol dağılımı tartışma yaratır mı bilinmez ama iki kadının varlığı, kaybedilen derinliğin anımsatıldığı bir felsefi müdahale. Mütevazı bir müdahale...
Tanıklığı hafızaya dönüştüren Cengiz, acıyı adaletin terazisinde tartan Alican, yarayı sağaltmak için yaraya dokunan Deniz (Ciwan); gazeteci, avukat, doktor olarak, toplumsal yaşamın gasbedilen üç damarında mücadele veriyorlar. Devlet aklının dışına taşan, devlet dersinden firar eden ve devletin elinin yetişemeyeceği derinliklerde filizlenen özgürleşme serüveninin çarptığı duvar ne kadar sert olsa da, yok edilemeyecek, insanı insana taşıyan bir hafızanın kurucu müdahalesine yol açmaktır öyküleri. Onlar birer Matruşka gibi kendi birliği içinde çoklaşanlardır. Suruç’un 33’leri gelmiyor mu aklınıza?
‘BİZE YOLU GÖSTERİYOR: ‘MATRUŞKALAR OLUN’ DİYOR’
İdris Baluken bir roman yazdı. Edebiyat ödülleri sıraya girsin diye de değil. Tıpkı Selahattin Demirtaş gibi ceberut rakibi tarih dışına itmek için bir müdahale aracı yarattı, mücadele aracını dönüştürdü, çeşitlendirdi ve yakınımıza koydu. Kitabı okuyup, hangi tarihi çağıracağız kendimize ya da hangisinin bizi kendimize çağırmasına izin vereceğimize bakacağız.
24 Haziran tarihinde yapılan seçim değildi biliyoruz. Öncekiler gibiydi. Her defasında sıkıştığımız aynı köşeden, dili, söylemi, ifadeyi, üretimi çoğaltarak ve çeşitlendirerek özgürleşebiliriz. Devletin sopasına karşı, onun anlamadığı bir dille ve asla kuşatamayacağı bir yerden hareket etmek gerek belki de.
Zehra Doğan’ın ürettiklerini imha eden ceberut çaresizliğe karşı, dört duvar arasındaki varoluşunu performansa çevirmesi gibi: Sonuç yok edilse de süreç asla yok edilemeyecek ve ses, duvarları aşacaktır. Onun sesi New York caddelerinde ve devletin ulaşamadığı yerlerde çınlıyor ne de olsa...(1)
Siyasi tutuklu ve mahkumların oluşturduğu, tel tel dokuduğu geleneğe İdris Baluken de katıldı. Dört duvarın arkasında fısıltılar yüksek sesli bir çağrıya dönüşüyor ve bize yolu gösteriyor: “Matruşkalar olun” diyor. En dışınızdan en içinize bir yol açın ve çoğaltın kendinizi. Politikayı, soruları ve deneyimleri çoğaltarak yapın, tekçi ceberutluğa karşı.
Varlığı varoluşa evriltmek belki de katmanlaşmaktan ve katmanlaşarak derinleşmekten geçer. Belleğin çağırdığı, hangi hikayeye dahil olduğumuzu da fısıldar bize.
Devlet dersinde ölenlerin firari hikayeleri yol göstersin hayal gücümüze.