Avrupa’da sağ kutuplaşma yaratarak güçlenmek istiyor
Avrupa'da haftanın öne çıkan gündemleri Orban ve Salvini'nin Macron'u rakip ilan etmesi, Almanya'daki ırkçı hareketlilik ve İsveç genel seçimleri oldu
Fotoğraf: Davut Çolak/AA
Sağcı Macaristan Başbakanı Victor Orban ve İtalya İçişleri Bakanı Matteo Salvini, 28 Ağustos günü Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’u rakip ilan etti. İki taraf da bir kutuplaşmayı teşvik etmek istiyor. İki taraf da mayısta gerçekleşecek Avrupa Birliği (AB) Parlamentosu seçimlerine böyle bir kutuplaşmayla girmek istiyor ve bu yönde görüşmeler gerçekleştiriyor. Fakat bu eğilime Almanya sert çıkıyor. Le Monde’un farklı Avrupa başkentleri muhabirlerinin ortak kaleme aldığı haberde, bu bölünmenin boyutlarına ve sınırlılıklarına dikkat çekildi.
ALMANYA’DA IRKÇI HAREKETLİLİK
Almanya’nın Chemnitz kentinde bir Alman’ın öldürülmesinin ardından başlayan gösteriler, ırkçıların mülteci avı ve hükümet ile muhalefet partilerinin tepkileri gündemde yer almaya devam ediyor. Junge Welt gazetesindeki makalede, çözümü devlete havale eden sosyal demokrat SPD ve Yeşiller eleştiriliyor.
İSVEÇ’TE GENEL SEÇİMLER
Yarın, İsveç’te genel seçimler gerçekleşecek ve son anketler göçmen karşıtı partinin (SD) İsveç’te önemli oranda oy alacağına işaret ediyor. Fakat İngiltere’deki The Guardian gazetesine göre umutsuzluk için bir sebep yok. Gazete, en karamsar senaryoda bile seçmenlerin beşte dördünün SD’ye karşı oy kullanacağını ve son olarak ülkenin bir krizle karşı karşıya kalmadığını savunuyor. Asıl dikkat çekici nokta, gazetenin,sistemin içindeki sorunları ele almayışı ve halkın neden farklı bir arayış içinde olduğunu göz ardı etmesi.
AVRUPA: MACRON-ORBAN ÇATLAĞI
Le Monde*
Savaş artık ilan edildi. Söz konusu olan Avrupa’nın geleceği. İki kampı oluşturanlar: Avrupa Birliği’nin güçlenmesinin savunucusu ve kendini “ilerici” olarak ilan eden liberal Fransız Cumhurbaşkanı Macron’a karşı ultra muhafazakar eski kıtanın ulusal egemenci ve göçmen karşıtlarının kahramanı Macaristan Başbakanı Orban.
Saldırılar, Victor Orban’ın, 28 Ağustos’ta aşırı sağcı İtalyan İçişleri Bakanı Matteo Salvini’yi ziyaret ettiğinde, Macron’u Avrupa’da “göçmenleri savunan partinin şefi” ve mayıs 2019’daki Avrupa seçimleri için temel rakibi ilan etmesiyle başladı. Ertesi gün Fransız Cumhurbaşkanı “Şahsımı kendilerine en temel rakip olarak görmek istiyorlarsa, haklılar” diye cevap verdi. İki şahsiyet de Avrupa seçimlerinde her şeyin onları karşı karşıya getirdiğine inandırmak istiyorlar. Birincisi, Avrupa’yı sadece seyahat özgürlüğünü garanti altına alan, tüm göçmenlere kapılarını kapatan ve yapısal kasalara ödenti yapan hükümetler arası bir örgüte indirgiyor. İkincisi ise tam tersine mültecileri idare etme kurumu da dahil olmak üzere yeni Avrupa kurumları kurmak, Avro Bölgesi’nin ortak bütçesini oluşturmak, -Victor Orban’ın Macaristan’ı gibi- hukuk devletine karşı gelenlere para ödemeyi durdurmak istiyor. Bu amaçlara ulaşmak için iki şahsiyetin de Avrupa Parlamentosunda azami parlamentere ihtiyacı var. Bu bölünmeyi törpüleyerek müttefiklerin kimler olduğunu saymaya olanak sunuyor.
Orban tarafının en temel destekleyicisi Matteo Salvini. İtalyan İçişleri Bkanı, Liga’nın (aşırı sağcı) şefi, “Avrupa için tarihsel bir dönemeç” sözü verdi. Doğal diğer bir müttefik ise iktidarda bulunan Hukuk ve Adalet (PiS) Prtisinin Şefi Polonyalı Jaroslaw Kaczynski. 3 Eylül günü “Brüksel’in emirlerine gözü kapalı uymayı” teşhir ederken “Avrupacılıktan” bahsetti. Macar yöneticinin ismini belirtmeden, onun retoriğini alarak “Batı’nın hataları” ve “egemen olan sosyal hastalıkları” teşhir etti ve AB’yi sadece “Polonyalıların yaşam standartlarını yükselten” bir aygıta indirgedi.
(Fransız sağcı) Marine Le Pen ise “2019 seçimleri federalizme ve kitlesel göçmenliğe doğru ilerleyen Macron’un AB’si ile; özgür ulus, kimliklerin ve istediğimiz korunmaların Avrupa’sı arasında” olacağına inanmak istiyor.
İSVEÇ VE GÜNEY AVRUPA’NIN DESTEĞİ
Macron ise, 9 Eylül genel seçimleri yaklaşırken aşırı sağın büyük oranda geliştiği görülen İsveç’ten gelen uzlaştırıcı söylemlerden destek buldu. 29 Ağustos’ta Dışişleri Bakanı, Sosyal Demokrat Margot Wallström, “Demokratlar ve Sol’a karşı ittifak kurmak isteyen” Orban ve Salvini’nin projelerini teşhir etti. Fransız Cumhurbaşkanı, 30 Ağustos’taki Helsinki ziyaretinde, Avrupalı liderlerin “Aşırı sağcı ve popülist mesaja karşı açık bir seçenek sunmaları” gerektiğini savunan Finlandiya’nın (Merkezci) Başbakanı Juha Sipilä’nın da desteğini aldı. Güney Avrupa’nın (Portekiz, Yunanistan ve İspanya) solcu hükümetlerinin şefleri de Macron’un doğal müttefikleri arasında: Bunlar Avro Bölgesi’nde bu önerileri uygun görüyorlar ve Orban’ın açıktan sergilediği yabancı düşmanlığına karşı çıkıyorlar. İspanya’da bu destek, sağcı muhalefete kadar genişliyor.
Belçika’da Flaman Liberal Hükümetin Eski Şefi Guy Verholfstadt kararlılıkla Macron’a angaje oluyor ve ocak ayına kadar mümkün olursa Avrupa seçimleri için ortak listeler oluşturmaya yönelik görüşmeler yürütüyor.
Fakat bu tutumlar, başka birçok Avrupalı siyasi sorumlunun Orban-Macron bölünmesine takılmayı reddetmesiyle ayrışıyor. Belçika ya da Hollanda’da iktidarda olan liberaller, 6 Eylül’de Macron’la görüşene kadar bu konuda çok sessiz kaldılar. Macron söylemlerinde “milliyetçiliği” kınıyor, fakat Belçikalı Charles Michel, Flaman milliyetçileriyle koalisyonla hükümeti yönetiyor. Hollandalı yöneticilere gelince, Avrupa’ya temkinli yaklaşanların baskısı altında bu çatışmayı geçici görüyor ve Orban’a olduğu kadar Birlik’i derinleştirmek isteyen Fransız eğilimine de mesafeli duruyor.
ÇATIŞMALARIN DIŞINDA
Danimarkalı Başbakan Lars Lokke ise, 28 Ağustos’ta Macron’u karşıladığında zor bir denge sağlamaya çalıştı. Danimarka’da süper star gibi karşılanan bir devlet başkanına yönelik sempatisini gizleyemedi fakat AB’nin geleceği konusunda Fransız Cumhurbaşkanı ile aralarındaki farkları da yok saymayarak dönemin “büyük reformlar zamanı” olmadığını belirtti.
Fransa’daki “Boyun Eğmeyen Fransa” (Melenchon’un partisi) gibi Avrupa’daki birçok sol ve sosyal demokrat parti, bu biçimsel bölünmeye takılmak ve Orban ile Salvini’nin ulusal egemenci projesi ile Macron’un liberal projesi arasında seçim yapmak istemiyorlar.
Fakat en sert sözler Almanya’dan geldi. Angela Markel’in partisi CDU’nun Üyesi ve Meclis Dışişleri Komisyonu Başkanı Norbert Röttgen’a göre, Fransız Cumhurbaşkanı haksız: “Sayın Macron’un deklarasyonu gereksiz”. Ona göre, “Bunu söyleyerek Sayın Orban ve Sayın Salvini’ye bir hediye vermiş oldu, zira onlar da tam bunu arıyorlardı. Eğer Sayın Macron bir cephenin lideri olmak istiyorsa, bu Avrupa’nın lideri olamaz. Avrupa’nın bölünmesi için değil, onun birliği için mücadele etmemiz gerekiyor”.
Alman muhafazakarların bu çatışmanın dışında kalma isteğinin birçok nedeni var. Öncelikle CDU-CSU ile Fidesz, Sayın Orban’ın partisi, Avrupa Halkçı Partisine (PPE) dahiller. CSU’ye yakın olan Kondrad Adenauer Vakfında Avrupa sorunları uzmanı olan Olaf Wientzek’e göre, “CSU-CSU’nun birçok milletvekili Orban’dan çok Macron’a sempati duyuyor, fakat CSU-CSU Orban’dan kopmak istemiyor zira onun gidip aşırı sağ ile ittifak kurmasından çok PPE’nin içinde kalmasını tercih ediyorlar”.
PPE’nin Avrupa seçimleri için kampanyasını yönetmeye aday olan Manfred Weber Macar Başbakanının aşırılıklarını mahkum etmeyi reddetti. Hatta göçmenlik gibi kimi konularda CSU, Macron’dan çok Orban’ın çizgisine yakın bir çizgiyi savunuyor.
Orban’ın potansiyel müttefikleri içinde de Antimacroncu bir haçlı seferinin kuyruğuna takılmak istemeyenler de az değil. Muhafazakar Avusturya Başbakanı Sebestian Kurz’a yakın bir kaynak “Kutuplaşmadan kaçınmak lazım. Diğerini şeytan olarak göstermek Avrupa’ya hizmet” etmiyor diye belirtiyor. (...). Tüm bunlar iki şahsiyetin arasındaki çatışmayı göreceleştiriyor.
* Makalenin yazarları: Jakub Iwaniuk, Anne-Françoise Hivert, Blaise Gauquelin, Jérôme Gautheret, Jean-Pierre Stroobants, Isabelle Piquer, Thomas Wieder ve Jean-Baptiste Chastand
(Çeviren: Deniz Uztopal)
DİREKTİFLİ FAŞİZM
Sebastian CARLENS
Junge Welt
Yeşiller ve SPD ne yaparlarsa yapsınlar yanlış olan partiler. Özellikle de her şeyin doğru yapılması gereken ve her şeyi doğru yapmak istedikleri zamanlarda sürekli yanlış yapıyorlar. Burjuva demokrasisinin bu kalecileri, kör, dilsiz ve sağır durumdalar. Silahları paslanmış durumda ve yükleri de ağır gelmeye başladı. Uzun yıllardan beri süren rahat parlamento ortamındaki muhteşem yalıtılmışlıkları Babil krallarının düştüğü halktan kopukluğa sürüklenmelerine yol açtı. Onlar bir şey söylediklerinde halk inanmıyor. Halk bir şey söylemeye kalktığında da onlar anlamıyor; karşılıklı güvensizlik, anlayamama prensibi egemen. 2016 mayısında 250 milyon kişi neoliberal serbest ticarete karşı sokağa çıktığında anla(ya)madılar. Bir yıl sonra on binler G20’yi protesto ettiğinde anla(ya)madılar. Alman ordusunun silahlanmasının arttırılmasına ve Rusya’ya yönelik saldırgan politikaya halkın çoğunluğunun karşı olduğunu da anla(ya)madılar.
Ama Chemnitz’de aşırı sağcılar mültecilere yönelik av başlattıklarında birdenbire anladıklarını sandılar ve sesleri yükseldi. Doğu’da, bu Nazi bölgesinde, demokrasi tehlikedeydi. Yeşiller ve SPD’den yükselen ses ve çözüm aynıydı: AfD (Almanya için Alternatif), Anayasayı Koruma Kurumu tarafından gözetime alınmalıydı. AfD ile Anayasayı Koruma Kurumu arasındaki ilişkiyi bilmiyormuşçasına, bu partinin kurum tarafından korunduğu, sevildiği için hakim, savcı ve polislerin örgütü olduğunu bilmiyormuşçasına... AfD’ye bu tür belalardan nasıl korunacağı konusunda Anayasayı Koruma Kurumu Başkanı tarafından tavsiyelerde bulunulduğunu bilmiyormuşçasına... Bu alternatif (AfD), İçişleri Bakanlığının bir yan ürünü. İçişleri Bakanı Horst Seehofer ve Anayasayı Koruma Kurumu Başkanı Hans-Georg Maaßen’ın kontrolü altında bir kötülükten diğerine koşuyor.
Ancak üzgün görünüşlü sosyal demokrat ve yeşil şövalyelerin aklına Anayasayı Koruma Kurumu sayesinde Chemnitz’den AfD’yi kovmaktan başka bir şey gelmiyor. Aynı şekilde diğer şehirlerdeki aşırı sağ örgütler de devlet sayesinde susturulabilir hayali yayılıyor. Halbuki, polis, savcılık, Anayasayı Koruma Kurumu Neonazilerin yaptığı her eylemde oradaydı, Chemnitz’deki‚ oyunun provası, Dresden’de; Köln’de ve birçok şehirde yapıldı. Artık oyun sahneye konulabilir hale gelmişti ve Chemnitz’de, tüm aktörlerinin katılımıyla, başarılı şekilde sahneye konuldu.
Şimdi ne yapılacak? Devlet kurumlarında, kışlalarda, karakollardaki Nazi bataklığı kurutulacak mı? Nazi örgütlerinin içine yerleştirilen ajanlar maskaralığına son verilecek mi? Nazi örgütlerin finansmanını sağlayan burjuvalardan ve bakanlıklardaki fikirdaşlarından hesap sorulacak mı? SPD ve Yeşiller bunu yapmaz! Onlar geçici çözüm olan parlamento demokrasisi sayesinde biçimsel açıdan kendini kurtarmaya çalışan burjuva devleti savunuyorlar. Ancak bu olağanüstü hal 1990 yılında sona erdi. Artık Karl Marx Stadt’ın adı Chemnitz ve devlet direktifiyle sağlanan antifaşizmin yerini direktifli faşizm aldı.
(Çeviren: Semra Çelik)
İSVEÇ SEÇİMLERİNE GUARDIAN BAKIŞI: İLERİDEKİ TEHLİKE
The Guardian
Başyazı
İsveç genel seçimleri İngiltere’deki Brexit referandumu kadar muğlak ve duygusal algılanan bir sonuç yaratacak gibi görünüyor. Neredeyse bir yüzyıldır iktidar olmak için savaşan sol ve sağ partiler, şu an olduğu gibi parlamentodaki güç dengesini belirleyen ve de belirleyecek olan göçmen karşıtı ve popülist İsveç Demokratları (SD) tarafından kenara itildi. Kendilerine karşı diğer geleneksel partiler tarafından bir blok oluşturulmadıkça İsveç demokratlarının iş birliği olmaksızın hükümet kurulamayacak.
İsveç demokratları diğer tüm partiler tarafından parya olarak görülmeseydi, bu durum çözümü basit bir sorun olabilirdi. Mesele biraz da SD’nin aşikar bir şekilde Neonazi köklerinin bulunması. Partinin açık etno milliyetçi mesajlarının da öyle bir gücü var ki, diğer siyasi partiler argümanları çürütmekte zorlanıyorlar. Onlar daha çok, zor ve muğlak bir gelecekle yüzleşmeye çalışıyorlar. SD basitçe İsveç’in İsveçlilere göre dünyanın en iyi ve en zengin ülkesi olduğu zamanlara gönderme yapıyor. O yıllar aynı zamanda Sosyal Demokrat Partinin iktidarda olduğu yıllardı. SD’nin yükselişi sosyal demokratların çöküşüyle iç içe geçti ve sosyal demokratlar şu an anketlerde yüzde 25’lik bir oy oranıyla tarihinin en düşük tahminlerine sahip. SD aynı zamanda hem reel hem de siber alanda diğer partilerin yetişmekte zorlandığı bir enerji ile kampanya yürütüyor.
İsveçliler birçok Avrupalıdan ya da kendi İskandinav komşularından daha ırkçı değiller: SD’nin eş değerinde olan partiler, Danimarka ve Norveç’te çok daha uzun süredir güçlü. Fakat son yirmi otuz yıldır ana akım partiler İsveç kesinlikle ırkçı bir ülke değilmiş gibi davrandılar. Bu, sonuçları İsveç siyasetini felç eden bir hata oldu. Ülkede birbirinden ayrı fakat azımsanamayacak ölçüde, göçmen mahallelerinde çete şiddetinden ufak çaplı Neonazi örgütlenmelerine kadar örneklenebilecek göçmen karşıtı bir tutum var. İsveç şu an Avrupa’daki en kısıtlayıcı göçmen politikalarına sahip olsa da halen hiçbir partide, özellikle İsveç demokratları arasında, göçmen entegrasyonunu finansal olarak destekleyecek ve idare edebilecek gerçekçi ve bütünlüklü bir siyaset yönelimi mevcut değil.
Elbette yeni anket sonuçları İsveç seçmeninin yarısının geleceğe dair bir umudu olmadığını gösteriyor. Araştırmacılar, sosyal medyanın şişirme etkisi ile karamsarlığın tırmandırıldığı görüşünde. 2014 seçimlerinden beri çarpıcı bir dönüşle sağcılar, Facebook’u yaklaşan felaket mesajları ile domine ediyor. Bütün bunlar etno milliyetçiliğin daha da tırmanacağı bir seçim sonucunu işaret ediyor.
Yine de bu görüntü yanıltıcı olabilir ve bunun yanıltıcı olabileceğini ummak için sebepler bulunmakta. Ekonomi aslında dibe vurmuyor. Felaketin eli kulağında değil. En karamsar senaryoda bile seçmenlerin beşte dördü SD’ye karşı oy kullanacak. Ülke halen zengin ve siyasetçileri birbirlerinden farklılıkları ne olursa olsun dürüstler. Krizi atlatacaktır.
(Çeviren: Cansu Güneş Ispir)