Gazetecilik üzerine bir koçaklama(!)
Örgütlü cehaletin egemenliği ve pis kokular.
Fotoğraf: Pixabay
Adnan GERGER
Son yıllarda günlük hayatın giderek nasıl başıboşluğun girdabına düştüğünü ve giderek artık çekilmez bir hal aldığını görmüyor musunuz? Çarşı, kent merkezleri, pazar yerleri, piknik alanları caddeler, kaldırımlar, otobüs durakları, toplu taşım araçları, terminaller, spor salonları, stadyumlar, hastaneler, devlet daireleri gibi toplumun ortak yaşam alanlarında bireyin orada bulunma hakkını yine başka bireyler tarafından elinden alındığına tanıklık etmiyor musunuz? Toplum içerisinde insan davranış biçim ve kalitesinin nasıl değiştiğini, topluluk içerisinde görgü ve insani ilişkilerin nasıl zayıfladığını hissetmiyor musunuz? Bu değişen insanların nasıl da kabalaştığını, saldırgan olduğunun farkında mısınız? Hoşgörü sözcüğünün lügatimizden çıktığını, saldırgan ve şiddete dayalı davranışların normalleştiğini ve bu tutumun her yerde ve üstelik gerekçesiz, durup dururken sık sık yaşandığını gözlemlemiyor musunuz?
Kentleri çok sık geziyorum. Bu yazıyı da işte gezilerden sonra ve medyada duyduğum haberler ve bu haberlerin sunuş biçimleri üzerine yazmaya karar verdim. Sait Faik, “Yazmasam deli olacaktım” demişti ya, ben de bu gözlemlerimi yazmasam bir gazeteci olarak ömrümün sonuna kadar vicdan azabı çekecektim, içime dert olacaktı. Toplumsal cinnet geçirildiği hissi verilen böylesine bir ortamda bir insanın deli olma ya da travma geçirme halinin bile artık çok hafif kaldığını da söylesem yanlış bir şey söylemiş olmayacağım. Tek tek anlatacağım. Yaşamsal somut örnekler vererek yazıma devam edeyim. Öyle şeyler yaşıyoruz ki insanın aklı dimağı duruyor. Vicdanınız hiç mi yok diye insanın bağırası geliyor, Parkta oynayan çocuk gürültü yaptığı için ateş açan adamı düşünün. Bir insan böyle şeye nasıl cüret eder? Hangi mantıksal bir yaklaşım sonucu bir insan böylesine küstah ve cüretkar olur? Bu ne öz güvendir, böyle… Ya sokak hayvanlarına canice vahşice eziyet edenlere, işkence edenlere ne denir? Bu nasıl bir gözü dönmüşlük? Ben daha sokakta, toplu taşım araçlarında kadınlara yönelik sözlü ve elle yapılan tacizleri saymıyorum. Kadınlara yönelik şiddeti, küçük yaşta evliliklerden hiç bahsetmiyorum. Ya düğünlerde havalara sıkılan kurşunlar? Ya kentlerde konvoylarla ana caddelerde yol kesmeler, arabadan havaya ateş açmalar? Muhalefet olduğu bilinen kişiyi görünce onca insan sürü halinde hınçla niye saldırırlar? Kim bunlar, kim? Bunların ben sosyolojik, psikolojik tanımlarından vazgeçin, öğrenmek de istemiyorum… Asıl kafamdaki soru, şu; “Peki, neden yapıyorlar böyle? Böyle yapmaya nasıl cesaretle devam ediyorlar?” Yanıtı çok kolay… Çünkü biliyorlar ki, yaptıkları yanlarına kâr kalacak? Hatta kimilerinin sırtları sıvazlanacak?
Trafik bir ülkenin uygarlığının ilk göstergesidir, derler. Bilmiyorum farkında mısınız? Kentlerde trafik keşmekeşliğini… Hayır, hayır… Ben trafik yoğunluğundan söz etmiyorum, bir işgalden söz edeceğim. Kaldırımlar artık araçların park alanı haline gelmiş durumda. Caddeler ikişerli üçlü uluorta park edilmiş araçlarla dolu. Mağaza, dükkan, lokanta ve işyerleri zaten caddeleri boydan boya özel parkı gibi kullanıyor. Hareket eden trafik daha beter… Artık kimse sinyal vermiyor, kimse kırmızı ışık mırmızı ışık takmıyor. Yayalar da sürücüler gibi trafik kurallarından habersiz yaşıyorlar. Daha doğrusu herkes artık toplum içerisinde yaşam kurallarına aldırış etmeden yaşamayı alışkanlık haline getirdi. Ne bir soran var ne bir denetim…
Toplu taşım araçlarında insanların birbirine davranışını, koltuklara oturma biçimlerini ve birbirine saygısının ne hale geldiğini söylemeye dilim varmıyor. Ancak kamu ulaşım araçlarında insanı rahatsız eden ter kokusu ve bunu önlemek için temizlik gerektiği hakkında ‘tveet’ atan Emre Kongar, sosyal medyada linç ediliyordu. Kongar, bu durumu önceki gün “Siyasallaşan Ter Kokusu!” başlıklı yazısında kendisini eleştirenlerin iktidara yakın görüşleri savunan kişiler olduğunu belirtti ve “Bence örgütlü cehaletin egemenliği bile pisliği savunmamalı, temizliği özendirmelidir...” dedi. Söz açılmışken bir gazeteci olarak medyayla ilgili bir iki tespitimizi buraya aktaralım. Cumartesi Anneleri, Dersim’deki orman yangını ve onlarca masum insanın öldüğü ve yaralandığı Çorlu tren kazasıyla yine onca masum çocuklarımızın cayır cayır yanarak öldüğü ‘Aladağ’daki yurt’ davasıyla ilgili haberlerin ele alınış biçimi, sorgulanışı, haber dili insanın vicdanını sızlatıyor. Sanırsınız ki bu olaylar, normal sıradan her gün yaşanan öylesine olaylar… Dahası medyada yeni bir alışkanlık oluştu. Yeni bir haber türü… Tüm olumsuzlukları vatandaşın sırtına bindirme, bütün sorumlulukları vatandaşa yükleme… Elbette insan aklı ve zekasıyla alay eden bu haberlerden ve bu haberleri kaderleriymiş gibi izleyen çoğunluktan örnek vereceğim ama hangisini vereceğime şaşırıyorum. Örnek… Sel baskınlarından sonra hani yetkililerin iklim koşullarının (Bu iklim koşulları sanki dünyada bir tek bu ülkede etkisini gösteriyor) değiştiği şeklinde bahane buldukları yağmurlar öncesi medyada çıkan haberlere bakıyorsunuz. Hemen uyarılar yapılıyor, alarm veriliyor, “Yağış olacak, önlem alın” diye… İnsanlar nasıl önlem alacak? Gidip hemen kanalizasyon mu açacak, kesilen ağaçların yerine ağaç mı dikecek, dere yataklarında yerleşime izin veren ve şehir planlamasından habersiz olan belediyelerin verdiği projeleri mi iptal edecek, alt yapısı olmadan ve otopark gibi sosyal kullanım alanlarını yapmadan dikilen devasa beton binalara mı engel olacak. Ha söylesenize insanlar kendilerini bu yağışlardan nasıl koruyacak, nasıl önlem alacak?
Bir örnek daha vereyim. Şarbonlu etin satıldığı tespit ediliyor. Hemen medyada haberler yapılıyor. “Sakın ha şarbonlu et yemeyin.” Ondan sonra mizaha bile rahmet okutacak haberler yapılıyor, “Şarbonlu et nasıl belli olur?”, “Et alırken nelere dikkat edilmeli?” diye… Sanki vatandaş, bir bakışta etin şarbonlu olup olmadığını anlar… Sanki vatandaş yanında veteriner ve tahlil laboratuvarı taşıyor. Yumurta ve tavuk olayı da ha keza, öyle… “Organik yumurta ve tavuk yiyin” diye sık sık haber yapılır da, bir tek gün yumurta ve tavuk üreten çiftliklere ait denetimle ilgili haber yapılmaz. Ya da bu çiftlikler dünyada yasaklandığı halde bu ülkede neden hâlâ kullanımda olan bu zehirli ilaçları nereden getirdiğine, nasıl rahatlıkla kullandığına dair bir haber ne okursunuz ne işitirsiniz. Bu hormonlu ilaçlarla yapılan ya da insana zarar verecek gıda üretimlerine örnek vermeye kalkacak olursak sayfalar yetmiyor.
Son bir kez daha örnek vereyim de yiyecekleri bize “zehir zıkkım” eden konuyu da kapatalım. O zehirli ilaçların etkisinden kurtulmak için meyve ve sebzelerin sirkeli suyla yıkanma yöntemi ana-babadan kalan bir yöntem olduğunu herkes bilir. Bilir de haber bültenleri öyle demiyor. Haber bültenleri, “Meyve-sebzeleri sirkeli suda yıkamayın. Zehirli ilaçlar, sirkeli suyla giderilmiyor. Daha çok zehirlenirsiniz” diye insanları uyarıyor. Hormonlu mormunlu üretilmesinden vazgeçtim peki insanlar sebze ve meyvelerin üzerindeki ilaçları nasıl temizleyecek? Böylesine zehirli ilaç kullanımına kim izin veriyor? Bu yok. Varsa yoksa insanlar uyarılıyor da uyarılıyor. De babam ha babam insanların alarmda olması isteniyor.
Bakın sırası gelmişken güncel bir konudan da bahsetmeden geçemeyeceğim. 20 milyon öğrenci yeni eğitim ve öğretim yılına hazırlık yapıyor. Peki, bu 20 milyon öğrencinin kalem, silgi gibi kırtasiye; su matarası, beslenme çantası, suluk gibi malze-melerle ayakkabılar, okul giysiler nedeniyle sağlıklarının ciddi biçimde tehdit altında olduğuna dair haber duydunuz mu? Keza aynı şekilde kantinlerde satışa sunulan markasız, ucuz, inorganik boyar maddelerle imal edilmiş şekerlemelerin varlığı ve bunlarla ilgili denetimlerin yapıldığı, yapılacağına dair haberler duydunuz mu? Bu konuda bilimsel tespitleri de duyamazsınız.
Peki, böylesine nice yaşamsal sorunların neden çözümsüz bir şekilde çoğalıyor, sorusunu sormanın sırası gelmedi mi, artık… Buna paralel olarak örgütlü cehaletin neden bir virüs gibi yayıldığı sorusunu da… Aslında yanıtı çok basit... Günü kurtarmak için yapılan haber bültenleriyle dolu medyanın var olduğunu bilmek her şeyi açıklamasına açıklıyor da… Yedi sülalelerine yetecek kadar birikimleri olmasına karşın hâlâ “ekmek parası!” diyen ve geçmişte ‘gazeteci’ diye bildiğimiz bazı kişilerle ve sonradan ‘atanmış’ kişilerin yönettiği ve çalıştığı medyadan böyle bir sorumluluk beklemek elbette büyük safdillik olur. Onlar ki, hep ‘kahramanlık’ peşindedir…