Mustafa Durmuş: Sorunu ortaya çıkaranlar çözümün adresi olamaz
Bu ekonomiyi ne yaparsanız yapın eskisi gibi hormonlu da olsa büyütme şansı kalmadı, sert bir ekonomik çakılmaya doğru bu iş gidiyor.
Fotoğraf: Evrensel
Serpil İLGÜN
Bir yıl önce, Eylül 2017’de 3.40 TL olan dolar bugün 6.40 TL seviyelerinde. Ağustos ayı enflasyonu yüzde 18’le son 15 yılın en yüksek seviyesine çıkarken, uzmanlar halkın enflasyonunun en az yüzde 30 olduğunu belirtiyor. “İğneden ipliğe her şeye zam” deyiminin son adresi, müze ve ören yerleri girişlerine yapılan yaklaşık yüzde 50 oranındaki zam oldu. “Doların yükselmesi vatandaşı ilgilendirmez” açıklamalarının aksine, TL’nin yaşadığı rekor değer kaybının sonuçlarını artık daha fazla hissediyoruz. Sorunun daha da derinleşeceği, gıda ürünleri başta olmak üzere, zamların süreceği Merkez Bankası (MB) enflasyon raporunda da açıkça ifade ediliyor...
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ise “Bu da geçer” diyor. Erdoğan, Kırgızistan dönüşünde yakında enflasyonun tek haneye ineceğini, sorunun aşılacağını iddia ederken, “Nasıl” sorusunun yanıtı Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’tan geldi. “Ciddi tasarruf tedbirleri alıyoruz. Enflasyona karşı topyekün mücadele başlatıyoruz!”
Krizin neresindeyiz? Tasarruf tedbirleri ne anlama geliyor? Yerli ve milli parayla ticaret mümkün mü? IMF, tek seçenek mi? Krizin faturasının emekçilerin üzerine yıkılmasının önüne nasıl geçilebilir?..
Vatandaşın tek gündemi haline gelen krizdeki gelişmeleri, akademisyen Prof. Dr. Mustafa Durmuş’la konuştuk. Geçtiğimiz yıl “Kriz Darbe ve Savaş Kıskacında Türkiye Ekonomisi” başlıklı kitabını, ekonomi üzerine yaptığı çalışmalara ekleyen Durmuş, sendika.org’da yazılarını sürdürüyor.
Gıdadan ulaşıma her şeye zam yağıyor ve bizzat Merkez Bankası, zamların devam edeceğini söylüyor. CHP’ye göre Türkiye batıyor. Gidişat o yönde mi? Krizin hangi evresindeyiz?
Türkiye ekonomisi, tarihinin en derin kriziyle karşı karşıya. Ve birkaç ay içinde bunun daha derinleşeceğini, çok daha belirgin başka izler de ortaya çıkacağını düşünüyorum. Söylediğiniz gibi çok hızlı gelişen bir süreç var ama bu bir süredir yaşanan bir süreç. Hızlanması bekleniyordu.
Bu kriz Türkiye’nin ilk krizi değil, son krizi de olmayacak. Örneğin 40 yıl öncesinde, 70’li yılların sonlarındaki krizi hatırlıyorum. Kapitalizm bu krizden ancak 12 Eylül askeri diktatörlüğü ve beraberinde izlenen neo liberal birikim stratejisi ve politikalarıyla çıkabildi. Ama fatura halka kesildi. Ücret kısıntıları, zamların yanı sıra demokratik hak ve özgürlükler askıya alındı. Ardından 2001 krizini yaşadık. 20’nin üzerinde banka devletleştirilerek sahipleri kurtarıldı. Bu kriz bize AKP iktidarlarını bıraktı. Kemal Derviş’in programına sadık kalan siyasal İslamcı, neo liberal bir iktidarla birlikte, uluslararası finans kapitalle tam entegre olan, sonrasında daha da otoriterleşen AKP iktidarlarının önü açıldı. Bununla birlikte, Türkiye ekonomisi 16 yıl sonra yeniden derin bir krize girdi. Ancak bu strateji de 2013 yılından itibaren tökezlemeye başladı ve içinde bulunduğumuz yılda krize girdi.
Bugün yaşadığımız nasıl bir kriz?
Bu, özde, dışa bağımlı Türkiye kapitalizminin yapısal bir krizi. Kendini ödemeler dengesi krizi (döviz kurunun hızlı yükselişi), özel sektör dış borç krizi, potansiyel bir bankacılık krizi biçiminde sergiliyor. Şu an ilk aşama tamamlanmış ve ikinci aşamaya girilmiş durumda. Böyle bir finansal krizin sonuncu aşaması derin bir resesyon, yani ekonominin reel olarak küçülmesidir.
İşin aslı şu ki, son 16 yıldır uygulanmakta olan Türkiye kapitalizminin birikim rejimi artık tıkandı, sürdürülemiyor. Bu daha öncekiler gibi bir değişiklik gerektiriyor. Bu değişiklik sadece ekonomik stratejide olmayacak, aynı zamanda siyasette de gerekiyordu ki özellikle de 2016 yılından bu yana rejimin giderek otoriterleşmesi ve totaliter bir karakter alması bu savımızı doğruluyor. Yani alttaki ekonomik kriz, üstte de değişimi zorunlu kılıyor. Kuşkusuz bu değişim demokrasiden yana olmuyor.
Bir başka anlatımla, egemen sınıflar açısından bu krizden çıkışın, daha fazla sertleşme, daha fazla otoriterleşme, daha fazla küresel kapitalist sistemle eklemlenme ile ve bunu yaparken de hem siyasal, hem iktisadi faturanın doğrudan emekçi sınıflara kesilmesi şeklinde gerçekleştirileceğini düşünüyorum.
İktidar bloğu ekonomideki kötü gidişatı dış güçlere, özelde de ABD’ye bağladığı gibi, onunla ilintili şu tezi de kuvvetli biçimde kullanıyor; ‘Hem içerde, hem dışarıda terörist unsurlarla mücadele ediyoruz, sınır ötesine operasyonlar yapıyoruz, bunun ekonomik maliyeti elbette olacak!’ Krize giden sürecin güvenlik politikalarıyla bağı için ne söylersiniz?
Krizin ağırlıklı olarak iktisadi nedenleri vardır ama politik ve jeopolitik nedenleri de çok önemli. İzlenen politikaların Türkiye’yi yapısal olarak adeta yarı sömürge gibi dışarıya bağlamasının yanı sıra, son yıllarda başka bir özgün durum daha kendini gösterdi. Özellikle 2013’ten sonra jeopolitik riskler denen riskler çok arttı. Biliyorsunuz 2013’e kadar yaşanan bir barış süreci vardı, sonrasında bir anda masa devrildi, savaş konseptine dönüldü. Bu tabii askeri harcamaları arttırdı. Ülke aynı dönemde Suriye’deki savaşın da bir parçası olmaya başladı. Keza yine içerde 2013’ten sonra, 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimiyle doruk noktasına ulaşan Cemaat-AKP çatışması gerçekleşti. Ardından ilan edilen OHAL koşullarının ekonomiye getirdiği yükler, öne alınan 24 Haziran seçimleri ve sonrasında kurdaki artışı iyice tetikleyen Trump-Erdoğan gerilimi ile iyice artan siyasal ve ekonomik belirsizlikler... Bunlar da siyasetten kaynaklı kriz nedenleri oldu ve ekonomiyi vurdu.
İŞ SERT BİR ÇAKILMAYA DOĞRU GİDİYOR
‘Onların doları varsa bizim Allah’ımız var’ diyerek halka dolar bozdurma çağrısı yapan Erdoğan, geçtiğimiz hafta da ‘Bu da geçer’ dedi. Nasıl geçeceği sorusunun yanıtı ise Berat Albayrak’tan geldi. Albayrak, enflasyona karşı topyekün mücadele edileceğini, güçlü para ve maliye politikalarının hayata geçirileceğini söyledi. Bu ne anlama geliyor ve çare olur mu?
İktidar ön cephede dövizi konuşuyor ama bana kalırsa işsizliğin de ötesinde en önemli sorun yüksek enflasyon. Biliyorsunuz resmi enflasyon TÜFE’de yüzde 18’i buldu, ÜFE’de yüzde 32’nin üzerinde. Bu, önümüzdeki aylarda üreticilerin bu maliyetleri tüketicilere yansıtacağı anlamına geliyor. Böyle olduğunda enflasyon artmaya devam edecek. Yıl sonunda yüzde 25 olarak görürsek hiç şaşırmayalım. Zaten bugün insanlar çarşıya pazara çıktığında her şeyin asgari yüzde 30 ile 50 arasında zamlandığını görüyor. Devlet eliyle yapılan doğalgaz, elektrik, benzin zamları da almış başını gidiyor. Yakında Orta Vadeli Program (OVP) çıkacak, orada ne olacağını göreceğiz ama Albayrak “Enflasyonla mücadele ön planda olacak” demesine rağmen, işin en tepesinde bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan farklı düşünüyor. Bir süre önce açıkladığı 100 günlük eylem programında enflasyonist büyüme modelinin sürdürüleceği ortaya çıktı. Yani ortada bir uyuşmazlık var.
Nasıl bir uyuşmazlık?
Erdoğan, mevcut büyüme stratejisinin devam ettirilmesinden yana; en azından yerel seçimlere kadar. Bu ise hem dış açığı, hem enflasyonu daha da arttıracak bir strateji. Maliye Bakanı ise enflasyonla mücadeleyi önceleyen bir programı anlatıyor. İkisi arasında bir çelişki var, ben bu çelişkinin giderilmesi konusunda gücün daha çok Saray’da olduğunu düşünüyorum. Orta Vadeli Programı bekleyip, oraya nasıl yansıyacak görmemiz lazım. Ama bunun dışında bir başka gerçeği de görmemiz gerekiyor. Ekonomik büyüme ikinci çeyrekten itibaren yavaşlamaya başladı. IMF ve DB raporlarında da 2019’da ciddi bir daralmaya işaret ediliyor. Yani niyet ne olursa olsun, nesnel koşullar şunu gösteriyor; bu ekonomiyi ne yaparsanız yapın eskisi gibi hormonlu da olsa büyütme şansı kalmadı, sert bir ekonomik çakılmaya doğru bu iş gidiyor. Bunun politik sonuçları olacaktır kuşkusuz.
KRİZ DERİNLEŞTİKÇE FAŞİZAN EĞİLİMLER ARTAR
Bakan Albayrak’ın ‘ciddi tasarruf tedbirleri alacaklarını, örneğin lüks makam araçlarının satılacağını, kamu harcamalarının kısılacağını’ söylediği gün Saray’daki 30 Ağustos resepsiyonu menüsünün ejder suyu ve telaffuzunda zorlandığımız bir takım yiyecek ve içeceklerden oluştuğunu öğrendik. Aynı günlerde MEB bütçesinde yüzde 18’lik bir kesinti yapıldı. ‘Tasarruf’ ifadesini bu iki olgu üzerinden değerlendirdiğinizde ne söylersiniz?
Halka, “Bakın biz bir şeylerden tasarruf yapıyoruz” demek zorundalar. O nedenle böyle şeyler söyleniyor. Ancak, medya hakimiyeti olsa da biri kalkıyor bu ejder suyunu yazıyor, bunu duyan, bunu öğrenenler de -iktidara oy veren taban da olsa- bir memnuniyetsizlik yaşıyor. Kendisi pazara gittiğinde 5 TL’nin altında meyve alamazken, yüzlerce lirayı bulan meyvelerle bunun nasıl olduğunu sorgulamaya başlıyor. Bu tür siyasal iktidarlar, asıl tasarrufu ve asıl kemeri halk için sıktırırlar, onu görmek lazım. Lüks makam araçlarında azaltma gibi göstermelik bir şeyler yapılabilir ama şu soruyu sormamız lazım; neden bu kadar lükse giriliyor? Avrupa ülkeleri içinde kamuda lüks araç kullanımda birinci ülkeyiz. Yani bu artık yaşam biçimine dönüşmüş. Cuma günleri Kocatepe Cami’nin önüne bakın, yüzlerce lüks resmi araç ve koruma ordularıyla cuma namazına gelen siyasetçiler ve bürokratlar görürsünüz. Bunlar bu alışkanlıklarından vazgeçebilecekler mi, emin değilim. Ama halk için ciddi kısıtlamalar geliyor; kısılan eğitim harcamalarında gördük, sağlıkta tüm bunlar yaşanıyor zaten. Süreç içinde halka kemer sıktırmaya yönelik bu tür “tedbirlerin” artacağını düşünüyorum. Bunu gündeme getirmek, anlatabilmek gerekiyor. Ama bunu anlatabilecek bir muhalefetin olduğunu düşünmüyorum. Neoliberal popülizmin etkileri aşılmadığı sürece insanların fikirlerinin değişmesi çok zor, hatta kriz çok daha derinleştiğinde daha sola eğilim, sisteme muhalif olanların güçlenmesinden ziyade, tersine daha faşizan eğilimlerin artacağını söylemek mümkün. Dünyadaki gelişmeler de bunu gösteriyor.
Nitekim son olarak Cumartesi Anneleri’nde vücut bulan eylem ve grevlerin yasaklanması da bunun işaretlerini oluşturmuş oluyor...
Aynen öyle. Bunun tarihte de örnekleri var. Çünkü böyle bir rejim inşasının olmazsa olmazı ekonomik krizlerdir. 1930’ların Almanya’sına bakın, ondan öncesi İtalya’ya baktığınızda her ikisinde de ortak paydalarından biri ekonomik krizdir. Eğer işçi sınıfı örgütsüzse, en geniş emek kitleleri örgütsüzse bunun gideceği yer bellidir.
Türkiye sadece iktisadi, sadece politik bir kriz yaşamıyor. Çoklu bir kriz hali var Türkiye’nin. Ekolojik kriz var ki bu da çok önemli. Sosyal krizler var, birçoğu içe patlama biçiminde intiharlar vs biçiminde gelişiyor ama bir süre sonrasında başka bir şeye dönüşebileceğinin işaretlerini de görüyoruz. Bunu Fikret Başkaya Hoca “çöküş” olarak nitelendiriyor. Ben henüz o aşamada olmadığımızı düşünüyorum ama oraya doğru gidiyor maalesef. Sistemde de ciddi bir çürüme olduğunu görüyoruz. Mesela Halk Bankası’nın mevcut döviz kurunun neredeyse yarısı oranında bir kurdan belli bir süre için döviz satışı yapmış olması ve bunun karşısında ciddi bir soruşturmanın açılmaması, sorumluların istifa etmemesi ciddi bir çürümüşlüğün göstergesidir. Son dönemlerde birtakım sapkın hareketlerin kendini gösteriyor olması çürümüşlüğün göstergesi ama bütün bunlar üzerinden yeni bir şey inşa edebilme umudu da var. Asıl dikkatlerimizi yönelteceğimiz yer o tomurcuklardır. Çıkış için oraya odaklanalım ve çıkışı gerçekleştirecek gerçek muhataplarına gidelim.
ANTİKAPİTALİST BİR GELİŞİM VE KRİZDEN ÇIKIŞ STRATEJİSİ ÜZERİNE KONUŞMALIYIZ
Peki işçiler, emekçiler bundan nasıl çıkabilir, krizin faturasının halka çıkarılması nasıl engellenebilir?
Marx’ın çok güzel bir sözü vardır; 1859’da Ekonomi Politiğin Eleştirisi kitabının önsözünde der ki; “Toplumlar tarihte hep çözebileceği sorunları gündemine almıştır. Bir sorun ortaya çıktığında onun çözümleri de filizlenmeye başlamıştır.” Bir başka söz daha var; kime ait olduğunu tam olarak bilmiyorum; “Sorun yaratanlara sorunun çözümü için gidilmez.” Bu iki sözden hareketle şunları söyleyebilirim; bir, Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu bu durum eğer yıllardır uygulamakta olduğu neoliberal sermaye ve servet birikimi stratejisi ve bunu uygulayan bir siyasal iradeyse çözüm onlarda değildir. Mevcut paradigmanın reddedilmesi bir ön koşuldur. Bu da antikapitalist bir gelişim ve krizden çıkış stratejisi üzerine konuşmamızı gerektirir. Hem paradigmanın, hem de bunun sorumlusu siyasal iradenin, ekonomide üretim ve tüketim biçimlerinin radikal bir biçimde değiştirilmesi gerekir. Ciddi biçimde üretim ilişkilerini yeniden örgütlenmesini gündeme getirmemiz lazım.
Ne tür örgütlenmeler?
Hemen aklıma gelenler şunlar: Kooperatifleşme ve yerel meclisler kurmak. Yani yeni bir tanımla üretici, tüketici kooperatiflerini yerelden başlayarak kurmak. Ayrıca bunları kurulacak işyeri-işçi meclisleri, köylü meclisleri, tüketici meclisleri ile desteklemek. Yani hem iktisadi hem de siyasi karar alma mekanizmalarını tabana indirmek ve yatay demokratik ilişkilerle bunları örgütlemek gerekiyor.
Yerel seçimler gündemde olduğu için altını çizmek istiyorum, belediyeler içerisinde ve diğer yerel yönetim biçimleri içerisinde bunları hayata geçirmemiz lazım. Üretimde söz sahibi olmak, karar mekanizmalarına katmak anlamında işçi kooperatiflerinin örgütlenmesi gerekiyor. Bütün bunların da kendi aralarında demokratik bir planlamayla koordine edilerek hayata geçirilmesi gerekiyor. “Krizin sonuçlarını bekleyelim, sadece olanları teşhir edelim” görüşü yeterli değil. Kuşkusuz olan her şeyin nesnel bir bakışla halka anlatılması gerekiyor, ama halka çözüm yollarının da gösterilmesi lazım. Özellikle de artmakta olan enflasyon karşısında halkı ezdirmemek için nasıl bir alternatif hayata geçirebiliriz, bunun ilk planda konuşulması gerekiyor.
İkincisi, demokrasi ve barışı en az ekonomik kriz kadar önemli görüp, amaç haline getirmek gerekli. Bölgede barışın sağlanması, bölge halklarının kendi gelecekleri ile ilgili olarak yaptıkları ya da yapacakları tercihlere saygılı olunması gerekiyor. Bu yapıldığında Ortadoğu’da oynanmakta olan emperyalist oyun bozulabilir, savaş durur ve bunun ülke ekonomisi üzerinde yaratacağı tahribat önlenir. Üçüncüsü, siyasetten gelen risklere karşı da kısa vadede yerinden demokrasiyle daha da güçlendirilmiş bir parlamenter demokrasiye, hukukun üstünlüğüne dönüş gerekiyor. İnsan haklarına, örgütlenme özgürlüklerine saygının olduğu… Bütün bunların da yeni demokratik bir anayasa yapımıyla mümkün olabileceğinin bilincinde olmalıyız. Siyasette bu değişiklikleri yapmadığınız sürece, iktisadi olarak paradigmayı değiştirseniz bile bunu koruyabilme şansınız yok. Bu bir bütündür.
FAİZİ ARTIRMAYARAK KRİZDEKİ İNŞAAT SEKTÖRÜNÜ KORUMAYA ÇALIŞIYORLAR
‘Mevcut kriz dışarıda tasarlanmış ama içeride inşa edilmiş bir kriz’ diyorsunuz. Bu tespitiniz, iktidarın ‘dış güçler’ argümanına yakın bulunabilir. Dışarda tasarlanmış derken, ne demek istiyorsunuz?
Yaşanan krizin Türkiye’nin küresel emperyalist kapitalist sistemle, uluslararası finans kapitalle bağları anlamında “dışarıda tasarlanmış” olduğunu söylüyorum. Çünkü izlenen birikim stratejisinin ana sürücüsü uluslararası sermaye akımları. Bunların ülkeye bolca ve göreli olarak ucuz bir biçimde girdiği dönemde, ekonomi coşuyor, tersine olduğunda yani çıkmaya başladığında ya da değirmenin suyu kesildiğinde ülke krize giriyor.
Ekonominin yabancı kaynağa bağımlılığı anlamında krizin dış tasarımlı olduğunu söylüyoruz. Ancak kriz asıl olarak izlenen ekonomi politikaları ile yerli olarak imal edildi. Zamanında alınması gereken önlemler ya hiç alınmadı ya da iş işten geçtikten sonra alındı.
Mesela iktidar, dayandığı sınıfsal temelleri nedeniyle, bilinçli bir biçimde faiz oranını, yüksek enflasyon ve yüksek kur artışına rağmen arttırmadı. Bu dövizin ateşini bir miktar düşürebilirdi ama yapılmadı. Muhtemelen 13 Eylül’de ciddi 500-1000 baz puan arasında bir faiz artışına gitmek zorunda kalacaklar. Bu kez ekonomi sadece yüksek döviz değil, yüksek faiz oranlarının kıskacına girecek.
Bunu bilmiyorlar mıydı?
Bence biliyorlardı. Ama bu siyasal ve sınıfsal bir tercih. Faizi artırmayarak krizdeki inşaat sektörünü korumaya çalışıyorlar. Milyonlarca satılmayan konut var, her gün inşaat firmalarından batış haberleri geliyor. Bu sektör son 16 yıllık birikim stratejisinin en önemli sektörü, göz bebeği olduğu kadar siyasal iktidarın da en büyük destekçisi. Yüksek faiz ise emlak, konut, işyeri biçimindeki inşaatların satışını önlüyor zira satışların yarıya yakın bölümü kredili satışlar (mortgage) şeklinde.
MİLLİ PARAYLA TİCARET GERÇEKÇİ DEĞİL
Dolar bozdurma, doları hayatımızdan çıkarma çağrılarıyla birlikte Erdoğan bir de ‘açılan ekonomik savaşa karşı milli parayla ticaret’i öneriyor. Bunun karşılığı var mı?
Bankacılık, dış ticaret dahil olmak üzere hem küresel kapitalist sisteme bağlı olacaksınız ve bu sistemin de en temel para birimi dolar olacak, bu denli entegre olacaksınız, sonra da “Hayır, ben dış ticareti milli parayla yapacağım” diyeceksiniz, bu gerçekçi değil.
Türkiye’nin ABD ve NATO ile, Batı ile mevcut bağları zaten buna imkan vermez. Kendi parasıyla komşularıyla ticaret yapması için de parasının güçlü olması gerekir, o paranın güçlü olması için de ekonomisinin güçlü olması gerekir. Bence bu söylem son dönemlerdeki yaygın “yerli”, “milli” söyleminin bir parçası, o kadar. Böylece seçmen tabanı bir kez daha konsolide edilirken, “çözümsüz değiliz” mesajları verilmeye çalışılıyor.
Bu şu soruyu da doğuruyor; dolar hayatımızdan çıksın, yerli milli para kullanalım peki, o zaman devlet garantili ihaleler, sözleşmeler neden TL’ye döndürülmüyor?
Çok doğru. 2006-2016 yılları arasında kamu özel ortaklığı biçiminde 135 milyar dolar yabancı proje bağıtlanmış Türkiye’de. Ayrıca Türkiye’de yaklaşık 2.2 trilyon liralık bir mevduat var, bunun neredeyse yüzde 49’u döviz cinsinden. 153 milyar dolarlık vadeli mevduat var. Yani dolarizasyon o denli yaygın. Doların kira sözleşmelerinden büyük kamu özel işbirliği alt yapı projelerine ve şehir hastanelerinin kira sözleşmelerine kadar yaygın bir hâkimiyeti var. Banka mevduatlarının yarısı döviz cinsinden. Çünkü yatırımcılar gelirlerinin enflasyon nedeniyle erimesini istemiyorlar. Uluslararası finans kapital ve onların yerli proje ortakları da dövizli sözleşmelerle kur artışından da gelir sağlamak istiyor.
Kısaca hem piyasa kapitalizminin en sert modelini benimseyeceksiniz, hem de yatırımcıların buna uygun davranmamasını isteyeceksiniz ve doları hayatınızdan çıkartın diyeceksiniz. Bu da anlamlı değil. Nitekim bu çağrıyı yapan bir ticaret odası başkanının döviz bürosu sahibi olması bu çelişkili durumu gösteriyor.
HAVUZ MEDYASI, ‘IMF’Yİ DİZE GETİRDİK’ BAŞLIKLARI ATABİLİR!
IMF seçeneği, krizden çıkışa karşı zorunlu bir yönelim olarak şu günlerde daha sık dillendiriliyor. sendika org’ta 14 Haziran tarihli yazınızda ‘AKP iktidarları, son 15 yıldır IMF olmaksızın IMF programını ve ilgili politikaları zaten hayata geçiriyor’ diyorsunuz. Öyleyse, bugün 20. kez başvurulması halinde karşılığında IMF’ye ne verilecek?
Öncelikle IMF’ye bizden doğru bir ihtiyaç olduğu kadar, Batı’nın da Türkiye’nin IMF ile anlaşmasına ihtiyacı var. Çünkü Batılı bankalar yerli bankalara ortak olmuşlar, krediler vermişler vs. Öncelikle bu paralarını kurtarmak istiyorlar. Yunanistan’da da benzer bir operasyon olmuştu; IMF programı hayata geçtikten sonra yapılan ödemelerin yüzde 90’ı asıl olarak büyük Batılı bankaların alacaklarını tahsil etmede kullanıldı. Türkiye’de de benzer bir durum olacaktır. İkincisi, bu borçların ödenebilmesi için standart bir program olan standby anlaşmasının belli kuralları var, o kurallara mali disiplin falan deniyor ama bunun Türkçesi kemer sıkmadır, sosyal harcamalardan kısılmasını isteyeceklerdir. Bu da ağırlıkla eğitimde ortaya çıktığı gibi, sağlık ve sosyal güvenlik dahil olmak üzere halka dönük olacak. Yanısıra sosyal güvenlikle ilgili bir şey yapmaları gerekiyor, bunu reform olarak adlandırıyorlar ama bu bize büyük kayıplar olarak dönecek. Kamu emekçilerinin güvencesini külliyen kaldırabilirler. Geriye kıdem tazminatları kalıyor. Türkiye’deki işverenlerin de fırsattan istifade istedikleri şey bu. Aynı şekilde İşsizlik Sigortası Fonu’nun amacı dışında daha da yoğun kullanımı söz konusu olacaktır.
‘Koşullar ne kadar zorlarsa zorlasın Erdoğan IMF’ye başvurmaz. Çünkü düne kadar IMF’nin Türkiye’den borç ister hale geldiği ile övünen Erdoğan için IMF’ye başvuru her şeyden önce psikolojik bir bariyer.’ Sizin değerlendirmeniz ne?
IMF’nin kapısını çalmaması için Cumhurbaşkanı’nın diğer seçeneklere yönelmesi lazım. Katar, Çin denendi. Ama Katar’ın ne katabileceği belli. Çin ise başka bir ilişkilenme gerektiriyor. Yani kısa vadede bir şey çıkmayacak. Geriye sermaye kontrollerine başvurmak kalıyor. Aslında ufak ufak o yola başvuruluyor. Örneğin hem inşaat firmalarına, hem ihracatçılara, hem de yurt dışındakilere “dövizlerinizi ülkeye getirin” diyen bir düzenleme yapıldı. Bu kısmi bir sermaye kontrolü demek. Ama bankalardaki dövizin kullanımına kısıt getirmek daha ağır bir güven sorunu yaşatacağı için en azından şimdilik düşündükleri bir seçenek olmadığına inanıyorum. Geriye döviz rezervleri kalıyor ki bu da yeterli değil. Türkiye’nin bir yıllık döviz ihtiyacını (230 milyar dolar civarında) karşılamıyor. Geriye IMF ile anlaşma seçeneği kalıyor. Peki, bu siyasi kariyerinde ciddi bir etkiye yol açar mı? Çok emin değilim, çünkü Erdoğan’a destek verenler, şu ana kadar söyledikleri gibi “Saldırı var, başka çaresi kalmadı” diyebilirler. Ya da havuz medyası şöyle bir başlık atarsa şaşırmayın: “Sonunda IMF’yi de dize getirdik, bizimle anlaşma yapmak zorunda kaldı!”
AB MALİ DESTEK SUNSA BİLE SORUNLAR ÇÖZÜLMEZ, ÖTELENMİŞ OLUR
Ekonomi başlığında öne çıkan bir diğer tartışma da AB’ye yönelim. AB ile yakınlaşma krize merhem olur mu?
Ben bu açıklamaların o günlerde çok ısınan para piyasalarındaki ateşi biraz düşürsün diye yapıldığını düşünüyorum. Açıkçası şu ana kadar yaşananlara baktığımız zaman da bu girişimlerin işe yarayacağını düşünmüyorum. Şunun da altını çizmek lazım, Türkiye’deki ‘yeni rejimin’ yönelimleriyle AB’nin yönelimleri aynı değil. Kaldı ki öyle bir yakınlaşma olsa ve Türkiye’ye ihtiyacı olan mali destek gelse de sorunlar, çözülmez sadece ertelenmiş olur. Bunun en güzel örneği Yunanistan’dır. ‘Destek paketi’ni alan Yunanistan 2060 yılına kadar AB’ye dış borç ödeyecek, bunun için de kemer sıkmaya devam edecek.
KAMUSALLAŞTIRMAYI YENİDEN TANIMLAMAMIZ GEREKİYOR
Şarbon, Halk Bankası, kağıt krizi, Telekom… bu başlıkların aynı günlerde konuşuluyor olması bize ne anlatıyor?
Şöyle söyleyeyim; bir hastalık ortaya çıktığında, vücutta değişik şekilde tezahür eder. Vücut çok hasta, bunlar o hastalığın ortaya çıkardığı birtakım sonuçlar. Şarbon, hayvancılığın bitirilmesinin sonucudur. Aynı şekilde kağıt sorunu Türkiye’deki özelleştirmelerin konuşulmasını gerektirir. Yine Telekom’un özelleştirilmesi öyle. Bir talan yaşandı. Özelleştirmelerin hiçbir ekonomik gerekçesinin olmadığını, özelleştirmelerin politik tercih olduğunu o zaman da söylemiştik. Peki, bizim özelleştirmelere karşı söyleyecek neyimiz var? Ben derim ki, özelleştirilmiş kurumlar mevcut siyasal yapı altında yeniden devletleştirilmesin. Bunun hiçbir faydası olmayacaktır. Bizim kamusallaştırmayı yeniden tanımlamamız gerekiyor.
Nasıl?
Belki bunu “toplumsallaştırma” olarak adlandırabiliriz. Bunun denetiminin de biraz önce bahsettiğimiz meclisler gibi demokratik bir yapının üzerinden yapılabileceğini düşünüyorum. Böyle bir şey olursa evet toplumsallaştırılsınlar ama aksi halde böyle bir yapı içinde Telekom’un yeniden devletleştirilerek ortaya çıkan zararın vergi mükelleflerine ödettirilmesini doğru bulmuyorum.