Zaman kavramı üzerine bir tartışma
İşçilere, “boş zamanın oluyor mu? Oluyorsa boş zamanında ne yapıyorsun?” sorusuna karşılık; “yatıyorum”, “geziyorum”, “film izliyorum” yâda nadirde olsa “kitap ve gazete okuyorum” gibi “kendisine ayırdığı zamanı” ifade ediyorlar. Zamana dair bu algıyı toplumun birçok kesiminde görmenin mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Peki, toplumun bu zaman algısı ne kadar doğru? Gerçekten zamanı kendi zamanımız olarak değerlendirebiliyor muyuz? “Boş zaman” diye bir şey gerçekten mümkün mü? Bu sorulara cevap bulmak için sanırım öncelikle zaman kavramının yakın tarihte nasıl anlaşıldığına ve toplumun bu kavram etrafında hareketliliğine bakmakta fayda olacaktır. Çünkü kavramların ortaya çıkışını yâda algılanışının nasıl bir yerde olduğunu sağlıklı bir şekilde anlayabilmek için toplumsal durumu iyi algılamamız gerekir. Yakın tarihimize baktığımızda, toplumsal durumun sanayi devrimi ve bununla birlikte oluşan işçi sınıfı mücadelesi olduğunu söylememiz yanlış olmayacaktır.
SINIF MÜCADELESİNDE “ZAMAN”
Son yüzyılın en büyük özelliğinin sanayi devrimi ve onun etrafında oluşan işçi sınıfının mücadelesi olduğunu söylersek abartı olmaz. 18. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de başlayan, 19. Yüzyılın ve 20. Yüzyılın Avrupa’da ve Amerika’ya yayılan sanayi devrimiyle ortaya çıkan fabrika sistemi o dönem yaşayan emekçileri vahşi bir sömürüye mahkûm etti. 5 yaşından sonra çocuklar zorunlu olarak çalıştırılıyor, işçi ve emekçiler ise günde 16-18 saat arası çalışmaya mahkûm ediliyordu. İşçilerin çalışma koşulları öylesine ağırdı ki, işçiler 16-18 saat çalıştıktan sonra vücutlarının ağrılarını dindirmek üzere fabrikanın yakınlarında olan meyhanelere kendilerini atıyor, alkol kullanıyorlardı. Sendikalaşmanın, grev yasağının olduğu bu dönemde işçiler 8 saatlik iş günü talebi etrafında birlikler kuruyor; gizli örgütlenmelerde bulunuyorlardı. Birliklerin kurulduğu bu dönemde işçiler kendi aralarında 8 saat şarkısını söylüyorlardı. 8 saat şarkısına baktığımızda işçiler taleplerini öyle yalınlaştırmış ve acıları ortaklaşmıştı ki bütün işçiler bu şarkıya sahip çıkıyordu.
“Çok çalışmaktan yorulduk
Yaşamaya ancak yetecek kadar para
Düşünmeye zaman yok
Güneş ışığını hissetmek istiyoruz;
Çiçekleri koklamak istiyoruz;
Tanrının bunu istediğinden eminiz ve 8 saati alacağız
Doklardan dükkân ve fabrikalardan güçlerimiz bir araya getirdik
Sekiz saat çalışma
Sekiz saat dinlenme
Bunu başaracağız.”
Hayatta kalmasını sağlayabilecek kadar ücret alan işçiler, geçirecekleri zamanı kendileri belirlemek istiyorlardı. 8 saat çalışma talebi bir bölgenin işçilerine değil fabrikaların sanayileşmenin olduğu her yerde işçiler tarafında dillendiriliyordu. Örnek vermek gerekirse 1895 yılında bütün Fransız sendikalarının birleşmesiyle kurulan CGT(Genel Emek Federasyonu) çalışma saatlerini kısaltılması üzerine bildiriler yayınlıyor, afişler hazırlıyorlardı. Tablo 1’de gösterilen afişte işçiler 2 resim koyarak karşılaştırma yapmış, afişin sol kısmında yer alan resimde, eğer çalışma süreleri düşürülmezse bu mücadele verilmezse işçilerin evlerinin dağınık, iş çıkışında evde kalmayarak meyhaneye giden kendisine ve evine bakamayan ve çocuklarıyla ilgilenemeyecek mesela oyuncak dahi alamayacak durumda olacaklarını anlatılıyordu. Ancak mücadele eden işçiler bu talep etrafında birliklerini güçlendirirlerse afişin sağ kısmında sergilenen, akşam evine geldiğinde mutlu olan, ailesiyle birlikte akşam yemeği yiyebilecek, çocuğuyla ilgilenecek, kıyafetlerine, tıraşına bakabilecek ve gazete okuyabilecekleri(işçinin elbisesinin cebinde gazetenin olması bu yüzden) bir hayat onları bekleyecekti. Bu dönemde işçi ve emekçiler sadece kendi ülkelerinde değil diğer ülkelerde ki işçi emekçilerle de birleşerek mücadele etmiş ve birçok ülkede çalışma saatlerinin düşürülmesini sağlamışlardı. Yani kendilerine ve ailelerine ayıracakları “boş zaman” olacaktı.
“BİZE AİT BİR ZAMAN VAR MI?”
O dönemden işçiler için çalışma saatlerinin kısaltılması talebinin yanında, sosyal güvenlik, iş güvenliği gibi talepler ikinci planda yer alıyordu. Ancak bugün yıllardır süren sınıf mücadelesi sonucunda kazanımlara sahip olan işçi sınıfı taleplerini bir ileri adıma taşımak için mücadele etmiş sendika, sigorta gibi haklarını da kazanmıştır. Burjuvazi, işçi ve emekçilerin mücadelesinden ibret alıyor ve sadece çalışma saatlerini yükselterek değil işçi ve emekçilerin fabrika dışında geçirdiği zamanı da kendi planlamaya kendi zamanı haline getirmeye çalışıyordu.
Marx, artı değer çözümlemesinde, işçinin çalışma saatlerinin bir bölümünü kendi geçimini sağlayacak ücret için kullandığını geri kalan sürede de sermaye sahibi için çalıştığını gösteriyordu. Çalışma saatlerinin uzaması, işçinin kendisi için çalıştığı zamanın uzaması, dolayısıyla daha az sömürülmesi anlamına gelmiyordu. Bu yüzden, iş gününün kısaltılma talebi, dolaysız olarak önce sömürünün kısıtlanması demekti.
Ne var ki, işgünü zamanı üzerindeki bu kapışma, işçinin “boş zamanı”nı da kendisi için kullanabilir hale getirme mücadelesiyle birleşmedikçe sorun yine çözülmemiş oluyordu.
Burjuvazi, kapitalizmin toplumsal bir ilişki biçimi halini aldığı sisteminde, fabrika dışındaki zamanın da egemeniydi ve işçi sınıfın “boş zamanı”, yine burjuvazinin zamanı haline geliyordu. Ama bu zaman emek sömürüsünün metaya yansıması biçiminde değil, sömürü koşullarının sürüp gitmesinde kullanıyordu.
Günümüzde ise işçiler ve emekçiler sadece iş çıkışında vücutlarını diğer gün ki üretim için dinlendirmiyor, “kendilerine zaman ayırmaya” çalışıyor. Bu zamanı daha çok futbol maçı seyrederek, televizyon kanallarında filmler, diziler izleyerek yâda kendi mahallesinin kahvehanesinde okey oynayarak geçiriyor. Yâda eğer olabiliyorsa ücretsiz konserle(mesela üniversite şenlikleri), belediyeler tarafından düzenlenen tiyatrolara yöneliyorlar. İşte tamda bu etkinliklerde burjuvazinin kendi sistemini korumak için işçi ve emekçilere propaganda yaptıklarını görebiliyoruz.
“KENDİMİZE ZAMAN AYIRMAK MÜMKÜN MÜ?”
“Doğa boşluk tanımaz.” Zaman denilen şeyde öyle, eğer bir sınıf tarafından doldurulmazsa onun karşısında yer alan diğer sınıfın çıkarları doğrultusunda kendi varlığını sürdürecektir. Buraya kadar sürdürdüğümüz tartışmaya baktığımızda sadece fabrikada geçirdiğimiz zamanda değil, günün her saniyesinde geçirdiğimiz zamanı burjuvazi için geçirdiğimiz anlaşılıyor. Çünkü burjuvazi kendisini sadece fabrikada değil toplumsal bir sistem olarak var ediyor. Bu yüzden işçiler ve emekçiler kendilerine vakit ayırmak istiyorsa sadece fabrika içerisinde geçen zamana değil, onun dışında oluşan zamanı değiştirmek üzerede toplumsal bir hareketin parçası haline gelmelidirler.
Yazımızın içeriği yani zamanın kullanılışı üzerine söylediğimiz şeyler yanlış sonuçlar çıkartmamıza neden olmaması için somut örnekler vermekte fayda olacağını düşünüyorum. Neredeyse herkesin hayalinde, dağlık bir ormanda yâda ırmağın yanında ağaçtan bir evde yaşamak yâda bisikletini alıp ülkeleri gezmek gibi bir yaşam vardır. Ancak yeniden tekrarlamak gerekirse toplumsal bir sisteme sahip olan burjuvaziden kurtulmanın yani kendi zamanımızı yaratmamızın tek yolu ona karşı yeni bir toplumsal sistemi var etmek için mücadele etmektir. “Toplum kurtulmadan bireyler kurtulamayacaktır”. Bizler, örnekte verdiğimiz bir yaşamla olsa olsa kendimize zaman ayırmış değil burjuvazinin zamana hâkim olmasını sağlamlaştırmış oluruz.
Bu yüzden aslında kendine zaman ayırabilen kişi kendi hayatını toplumsal bir hayatla birleştirmiş, her şeyin emeğe göre düzenlendiği bir toplumsal mücadele için her anını mücadeleyle geçiren kişidir. Burada da somut bir örnek vermek gerekirse, kendini işçi ve emekçilerin arasına fabrikaya bırakmış yâda fabrika içerisinde var olan politik bir işçi olarak kendi sınıfını, karşı sınıfa karşı örgütlenmesi için mücadele eden bir işçinin hiçbir zaman “boş zamanı” yâda burjuvazi için geçireceği zamanı olmayacaktır. Geçireceği zamanı, kendisi ve kendi sınıfı için geçirecektir. Kendimize vakit ayırmanın en iyi yolu örgütlü mücadeledir.
Evrensel'i Takip Et