Macron’la Trump arasındaki fark
Avrupa'nın gündeminde bu hafta BM genel kurulu, Macron ve Trump'ın konuşmaları ve Almanya'da Angela Merkel iktidarının sonu geldiği tartışmaları vardı
Fotoğraflar: AA
Hafta içinde dünyanın birçok devleti BM genel kurulu kürsüsünde dünyanın sorunlarına yönelik konuşmalarda bulundu. Bu konuşmalarda en fazla dikkat çekenlerden birisi Emmanuel Macron’un ABD Başkanı Donald Trump’a sözde karşı gelen konuşması oldu. Fransa Cumhurbaşkanı kulağa hoş gelen sözler etrafında aslında giderek zayıflayan Fransız emperyalizminin uluslararası düzeyde gerici çıkarlarını savunmaya yönelik izleyeceği politikaya dikkat çekmiş oldu.
‘MACRON KENDİNİ SABOTE EDİYOR’
Fransa’da yayınlanan Humanite gazetesinden çevirdiğimiz makalede, aslında Macron’la Trump’ın dünya tahlilleri arasında özünde bir farkın olmadığı, sadece biçimsel farklılıkların olduğuna dikkat çekildi.
İngiltere’de yayınlanan The Guardian gazetesinden çevirdiğimiz yazıda da, konuşmakta oldukça başarılı olan Macron’nun icraya gelince yetersiz olduğunu ve bu yüzden Avrupa’ya ve diğer ülkelere önderlik yapma hedeflerini kendi kendine sabote ettiği düşüncesinde.
ALMANYA’DA MERKEL’İN GELECEĞİ TARTIŞILIYOR
Almanya’da ise iktidardaki Hristiyan Birlik partilerinin (CDU/CSU) Federal Meclis Grup Başkanlığı seçimini Başbakan Angela Merkel’in desteklediği ve 13 yıldır bu görevi yürüten Volker Kauder’in beklenmedik şekilde kaybetmesiyle “Merkel’in sonu geldi mi” sorusu tartışılmaya başlandı. Büyük koalisyonun halkın gerçek sorunlarıyla ilgilenmek yerine kendi iç sorunlarıyla uğraşması da yönetim krizi olarak nitelendiriliyor ve krizden çıkış yolları aranıyor.
MACRON’UN POPÜLİZMİNİN KARŞITLIĞI: SADECE KONUŞMAK YETMEZ
Başyazı
The Guardian
Fransa cumhurbaşkanının iç politikası, küresel çapta milliyetçilik ve yabancı düşmanlığına karşı mücadelenin önderi olma hedefini baltalıyor.
Emmanuel Macron’nun Birleşmiş Milletler’de Donald Trump’tan sonra kürsüye geçmesi, olumlu iz bırakma hedefini kolaylaştırdı. Coşkulu bir şekilde insan haklarını baz alan ülkeler arası iş birliği savunması, ABD başkanının gösterişli bireysellik konuşmasına karşı bir azarlama oldu. Aynı günün sabahı, Trump’ın “küreselleşmeyi” reddetmesi soğuk bir şekilde karşılanmıştı.
Uluslararası iş birliğine bağlılık Macron’un tercih ettiği tarz, ve bunda gayet başarılı. 2017’de aşırı sağcı “Ulusal Cephe” adayı Marine Le Pen’e karşı kazandığı seçim kampanyasının büyük bir kısmı Avrupa projesini savunmak üzerine kurulmuştu. Kendisini kıtadaki popülizmi yenebilecek ve önümüzdeki mayısta seçim yapacak olan Avrupa Parlamentosunda “ilerici” bir koalisyon kurabilecek lider olarak görüyor. Birleşmiş Milletler’de bu mesajını dünyaya götürdü, küresel yönetimin yenilenme çağrısını yaptı; “insani yüzü olan yeni bir dünya düzeni”.
Beyaz Saray’da Trump olduğu sürece, liberal demokrasiyi dünyada savunanlara ihtiyaç var. Ve Angela Merkel, Alman Başbakanı olarak 13’üncü yılında gittikçe bölünen bir koalisyonla boğuşurken AB’nin dinamik bir lidere ihtiyacı var. Bu rolü üstlenmek isteyen Macron için problem, konuşmadaki yeteneği ve söylediklerini hayata geçirme arasındaki boşluk.
ELİT VE KENDİNİ BEĞENMİŞ BİR KARİKATÜR
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde “en az kötü olan aday” olarak kazandı ve popülerliği düşük. İç politikasında zor reformları gerçekleştirdi ama bunların ekonomik ya da sosyal getirilerinin olduğuna dair elinde birşey yok. Ve konuşmaları daha önce yazılmadığı zaman, konuştuğunda elit ve kendini beğenmiş bir tavır alan bir karikatür gibi davranma huyu var; en son işsiz bir adama yolun öbür tarafına geçse iş bulabileceğini söylemişti.
Macron, söz verdiklerini gerçekleştirebileceğini daha kanıtlamadan, kendi reformcu statüsüne fazla güvenme riskini de taşıyor ve kendi hayallerini böylece sabote ediyor. Avrupa’da dayanışmayı çürüten yabancı düşmanı hareketleri kınaması doğru bir hareket ama ötekileştirilmiş insanların sıkıntılarını sömüren milliyetçilere karşı bir savaşın etkili olması için o ötekileştirilmiş insanlara merhamet gösterilmesini gerektirir.
Macron’nun AB karşıtlığının ekonomik ve kültürel nedenlerini anlayıp anlamadığı da çok belli değil. Brexit’e tutumu -diğer liderlere, Theresa May’e karşı sert bir tutum almalarına teşvik etmesi bunun göstergesi- AB’ye karşı politikaların ülkeleri çıkmaza götüreceğini göstermeyi amaçlıyor. İkaz etmeyi amaçlaması anlaşılır ama bu politikanın fazla sert bir şekilde uygulanması basiretsiz. Diğer AB ülkelerinin İngiltere örneğini takip etmesi çok uzak bir olasılık. Daha büyük tehlike Brüksel’in hiç esneklik göstermeyerek İngiltere’yi liberal olmayan tehlikeli bir tepkiye doğru itmesi.
Macron, Avrupa yanlılığını geniş çapta savunmakta haklı, ama mutlakçı tutumu ile sakinleştirmek istediği güçleri provoke etme riskini taşıyor. Liberal küresel düzeni savunurken iyi konuşuyor am bu düzenin kendilerini yarı yolda bıraktığını hissedenleri de dinlerse iyi yapar.
(Çeviren: Çınar Altun)
EMMANUEL MACRON’UN SAHTE ELEŞTiRiLERi
Pierre BARBANCEY
Humanite
(Fransa Cumhurbaşkanı) Emmanuel Macron yanıltmayı biliyor. Salı günü Birleşmiş Milletler (BM) kürsüsünde yaptığı konuşmasında, ABD’li olmayan her şeyi eleştiren bir Donald Trump ile uluslararası düzeyde yalnızlaşmadan ne pahasına olursa olsun kaçmak isteyen bir Hasan Ruhani arasında, Fransız Cumhurbaşkanı, çok taraflılığın savunucusu olarak, hiç kimsenin reddedemeyeceği sözler ve değerlendirmelerde bulundu ve diğerlerine göre yükselerek mesafe almak istedi.
Konuşmasına başlar başlamaz “Hepimiz burada mükemmel bir gelecek umudu için bulunuyoruz, yani gelecek kuşakları savaş felaketinden kurtarmak, hak ve verilen söze uyma temeli üzerinden yükselen bir uluslararası düzen kurmak, insanlığı ekonomik, sosyal ve ahlaki ilerlemelere doğru yönlendirmek, daha fazla uygulanabilen özgürlükleri hayata geçirebilmek için buradayız” diye belirtti ve bu alanlarda atılan adımlardan dolayı kendisini tebrik etti. Fakat kendisi de “Westfalyen liberal uluslararası düzenin bugün derin bir kriz içinde” olduğunu kabul ediyor. Neden? “Çünkü, kısmen kendi kendini regule etmede başarısız oldu. Zira, ekonomik, mali, çevresel ve iklimsel kaymaları bugünün gerekliliklerine uygun cevabı hala bulamadı”.
Bu konuşmada çelişkiye dikkat çeken birinci pürüz: Otoregulasyonun işlemediğini, yani bu sistemin kopmaz parametresinin çalışmadığını belirtti. Fakat bu sorun üzerinde hiç durmadı, ve dikkatleri başka bir zaafa çekmeyi tercih etti: Yani “var olan krizlere kolektif cevap verebilme kapasitesinde” olan işleyiş sorunlarına. Konuşmasının esas bölümünü BM’nin güç kaybetmesi ve çözüm sunamamasına yol açabilecek olan bu “parçalanmaya” ayrıldı.
Fransız Cumhurbaşkanı bu durumda olabilecek “üç yolu” tahlil etti. Ya bugünü her şeyin tekrar düzene girmesinden önce geçici bir kötü zaman olarak düşünmek. Ya, ikinci hipotez olarak, “güçlünün yasasının” egemen olacağı bir durum olacak. Fakat bunun olabileceğini kendisinde düşünmediğini belirtti. Tabii ki burada herkes Amerikan Başkanına seslendiğini anladı. Fakat konuşmasına biraz daha yakından bakıldığında aslında teşhir ettiği şeyin Trump’un tahlilleri olmadığını, aslında sorunun sadece yöntem olduğunu görülecektir. Örneğin İran meselesinde bu böyledir. O da Beyaz saray gibi Tehran’ın bölgede olumsuz bir rol oynadığı düşüncesini paylaşıyor. “Bugün (…) bölgesel gerilimleri arttırma değil, Iran politikalarının neden olduğu
tüm nükleer, balistik, bölgesel kaygıları masaya yatırmaya yönelik geniş bir ajanda sunmalıyız, fakat bu diyalog ve çok taraflılık için yapılmalıdır” diye vurgu yapıyor Emmanuel Macron. “İsrail ve Filistin arasındaki kriz” sorununda da keza aynı tavrı sergiledi. İşgal konusunda bir kelime bile kullanılmadı. Bunun yerine “barış anlaşmasına ulaşma olanağını tehdit eden atılan adımlardan” bahsetmeyi tercih ediyor. Fransa’nın İsrail’e yönelik “sarsılmaz dostluğunu” hatırlattıktan sonra “tek taraflı inisiyatifleri” reddetti – böylelikle Filistin devletini bir kez daha tanımayı ret etmiş oldu –ve “dogmalardan, tarihsel tavırlardan çıkmaya hazır olmalıyız, pratikte olumlu değişikliklere neden olacaksa yeni inisiyatifler almalıyız” fikrini savundu. Peki nedir mesele? Mesele tamamen muğlak.
Aslında Fransız Cumhurbaşkanı kendisini yeni, yaratıcı ve modern olarak sunmak istiyor. Oysa ki gerçekler karşısında hiçbir şey dayanamıyor. Örneğin, dünyada var olan eşitsizliklerden bahsederken “her zaman aşağıya çeken, bildiğimiz standartlara inmeyi öngören, on yıllardır yaptığımız” çözümlere karşı çıkıyor. “Bir ticaret savaşı mı, o zaman işçilerin haklarını aşağıya çekelim, daha fazla vergi toplayalım, ticari zorluklara cevap vermeye çalışmak için eşitsizlikleri daha fazla derinleştirelim. Bunlar nereye götürecektir? Ancak şu an içinde bulunduğumuz toplumlarımızda daha fazla eşitsizlik ve parçalanmaların güçlenmesine götürecektir”. Fakat savunduğunun tersine Fransa’da yürüttüğü politika tam da budur. Diğer alanlarda olduğu gibi, onun açısından sorun yeterince muğlak olan “yeni mekanizmaları” yürürlüğe sokmaktır.
Ve “hakkettiği yerin verilmesi gerektiği” Afrika’nın kalkınmasından bahsederken örneğin kıtanın zenginliklerinin tekeller tarafından peşkeş çekilmesini durdurmaya yönelik bir tek çözüm bile sunmuyor.
Yani sonuç olarak tamamen tumturak, fakat fiiliyatta tamamen çaresiz zira aslında abisi Amerika’nın tahlillerini paylaşıyor, sadece başka bir pratik istiyor.
(Çeviren: Deniz Uztopal)
ALMANYA’NIN YÖNETİLMEYE İHTİYACI VAR
Jochen ARNTZ
Berliner Zeitung
Tesadüfe bakın, 20 yıl önce 27 Eylül 1998’de ülke büyük bir değişime uğradı. Helmut Kohl, uzun süre başbakanlık yapmış, iki Almanya’nın birleşmesi ve ekonomik durumu çözememişti. Partisi CDU (Hristiyan Demokrat Birlik) halkı ilgilendiren gerçek sorunlardan uzaklaşmıştı. İki Almanya’nın birleşmesinden sonra halka gül bahçesi vaadeden Kohl, halkın yaşam koşullarının çok kötüleştiğinin farkında değildi. Uzun süre iktidarda kalan başbakan yorgundu, onunla birlikte halk da yorulmuştu.
27 Eylül 1998’de Kohl yenildi. Halk ona hayır dedi. O zamanlar Gerhard Schröder ve Joschka Fischer, yorgunluğu giderip ülkeyi yenileyecekleri umuduyla SPD-Yeşiller hükümetini kurmakla görevlendirildiler. Yeşiller ve SPD’ye sempati duymayan birçok insan Kohl’a karşı oldukları için bu partilere oy vermişti. Eskiden bıktıkları için yeniye sarılmışlardı. Şimdi de çoğunluk için durum aynı.
BAŞBAKANIN DURUMU KÖTÜ
Angela Merkel’in uzun süreden beri koltuğuna yapıştığı biliniyor. Halkın gerçek sorunlarından bihaber olduğu da açık. Maassen olayında alınan tavır, fraksiyon başkanı seçiminde başbakana kendi fraksiyonunun koşulsuz destek vermemesi başka türlü açıklanamaz. Milletvekilleri başbakanlık dairesi ile parlamento arasındaki bir çember içinde yaşamıyorlar. Seçim bölgelerinde dolaşıyorlar ve çoktan bölgelerinde yeniden seçilmelerinin zorlaştığının farkındalar. Çünkü halk değişim istiyor.
20 sene öncesi tekerrür ediyor, değişim isteniyor ama gelişmeler çok farklı bir yöne doğru gidiyor.
O zamanlar insanlar bu ülkeyi daha özgür, daha renkli, daha modern ve çoğulcu yapmak için harekete geçmişti. Şimdi ise bir çoğu gericileri seçmek eğiliminde. Ülke özgür, renkli, çoğulcu ve modern olsun diye değil otoriter ve muhafazakar olsun diye uğraşıyorlar. AfD, Sosyal Demokrat Partiyi solladı bile, bazı kişiler hükümetin kendi derdine düşüp emeklilik, eğitim, kira konusunda adım atmamasına bakarak AfD’nin seçilebileceği sonucunu çıkarıyor.
AfD MERKEL’E KARŞTI
İnsanlar bir zamanlar nasıl SPD ve Yeşiller’e oy vererek Kohl’a karşı olduklarını ortaya koydularsa şimdi de aşırı sağcı olmamalarına rağmen Merkel’e karşı oldukları için AfD’yi (Almanya için Alternatif Partisi) seçiyorlar. Demokrasi böyle bir şey. Merkel hükümeti mülteciler sorununun yönetimi konusunda büyük hatalar yaptı, büyük koalisyon kurulduktan sonra da sürekli kendi iç sorunlarıyla uğraştı. Bu nedenle gözlemciler şimdilerde Merkel’in daha ne kadar süre dayanabileceği sorusuna cevap arıyorlar.
Ama esas sorun bu mu? Hayır! Esas sorun emeklilik maaşları, kiralar, çocuklar, eğitim! Maassen, Seehofer, Merkel, CDU/CSU fraksiyonunun iç yönetim krizi halkı ilgilendirmiyor. Mültecilere sınırların kapatılması da sorunları çözmeyecek. Geçmişle övünüp durarak gelecek kurulmaz, yeni duvarlar örerek de. İnsanların kovalanma ve nefret edilme korkusu içinde yaşadığı bir ülkenin geleceği olamaz. Hele de çok karmaşık sorunlara çok basit cevapların verildiği bir ülkede geleceğe umutla bakmak imkansızdır.
ALMANYA İÇİN ALTERNATİF
Almanya’nın yönetilmeye ihtiyacı olduğunu kim inkar edebilir? Ancak ülke, büyük farklılıklar gösteren bir toplumun eyalet, kent ve semt düzeyinde bütünlüğünün nasıl korunacağını bilenler tarafından yönetilmelidir. Emekli maaşları, kira giderleri ve eğitim gibi konularla somut şekilde ilgilenmiş olanlar Almanya’yı yönetmelidir. Aile Bakanı Giffey, Hristiyan Demokrat Birlik Genel Sekreteri Kramp-Karrenbauer ve Baden Württemberg Eyalet Başbakanı Kretschmann gibi. Sağ popülist Almanya için Alternatif (AfD) partisinin zirvesindeki Gauland, Weidel ve Höcke gibi basitleştiriciler ise Almanya’yı yönetemez. Popülistler bugün olduğu gibi gelecekte de alternatif olamazlar.
(Çeviren: Semra Çelik)