Osmanlı’dan bugüne enflasyon ve borç sarmalı-II
Tarihçi Ayşe Hür’den yazı dizisi: Osmanlı’dan bugüne enflasyon ve borç sarmalı. Fatih’in tağşişlerinden II. Abdülhamid’in Düyun-u Umumiye'sine.
Türkiye Cumhuriyeti Reisicumhuru Celal Bayar'ın Amerika Seyahatleri (Görsel, Recep Bilginer ve M. Ali Yalçın'ın hazırladığı kitaptan alınmıştır)
Ayşe HÜR
Hikayenin Osmanlı dönemini anlattığımız ilk yazıda bıraktığımız yerden devam edelim. Yahya Tezel’e göre 1914 yılı başında nominal değeri 157 milyon sterlin olan Osmanlı dış borç tahvillerinin yüzde 48’i Fransız, %19’u Alman ve %13’ü İngilizlerin elindeydi. 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması uyarınca Osmanlı borçlarının yüzde 67’sinin yani 82,5 milyon altın Osmanlı lirasının Türkiye tarafından ödenmesi kararlaştırılmıştı. Ödeme işlerini de Düyun-u Umumiye İdaresi yönetecekti. Bu karar, 1 Aralık 1928 tarihli TBMM oturumunda oylandı ve kabul edildi. Buna göre Türkiye 1929 yılından başlayarak ilk yedi yıl, yılda 2 milyon altın lira ödeyecek, 1936 yılından itibaren taksitler artacak ve 1952 yılında 3,4 milyon altın lirayı bulacaktı. 1929 Büyük Buhranı yüzünden ilk taksitte zorlanılacağı anlaşılınca Düyun-u Umumiye İdaresi ile yeni bir anlaşma yapıldı. Türkiye anlaşmadan doğan yükümlülüklerini 1933, 1934 ve 1935’te yerine getirdi. Fakat bu sırada bütün ülkeler gibi Türkiye’nin de döviz dar boğazına sürüklenmesi yüzünden ödemeler güçleşti. 29 Nisan 1936’da imzalanan yeni bir anlaşma ile ödemelerin yarısının Fransız frankı, yarısının da Türk lirası üzerinden yapılması kabul edildi. Fakat döviz sıkıntısı devam ettiğinden 18 Temmuz 1938’de yapılan ikinci bir anlaşma ile bütün taksitlerin Türk lirası olarak ödenmesi benimsendi.II. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine Türkiye, 30 Eylül 1940 tarih ve 2/14458 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile, Alman işgaline uğrayan Paris’teki Düyun-ı Umumiye Meclisi’ni tanımadığını ve ona ödenen komisyonu kestiğini, bundan böyle borçların ödenmesi işini bizzat üzerine aldığını ilân etti. Hükümetin bu kararını protesto eden meclis, Lozan Barış Antlaşması’nı imzalayan devletleri duruma müdahale etmeye çağırdı. Bir takım diplomatik faaliyetler sonunda hükümetle alacaklılar arasında 1944’te özel anlaşmalar imzalanarak borçların tasfiyesine gidildi.25 Nisan 1944’ten itibaren on yıl içinde borcun tasfiyesi için alacaklıların elinde bulunan tahviller daha yüksek fiyattan satın alındı. Hükümet ödemeler için 25 Mayıs 1954 tarihini son müracaat günü olarak tespit etti ve buna uydu.
ESKİ BORÇ BİTERKEN YENİ BORÇLAR BAŞLIYOR
Resmi tarihçiler “Böylece 1854’te başlayan dış borçlanma tam 100 yıllık bir maceradan sonra kapanmış oldu” derler ancak bu doğru değildir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti ilk dış borcunu 1930’da almıştı. Kibrit tekelinin 25 yıllığına kendisine bırakılması karşılığında bir Amerikan şirketi Türkiye’ye 1930 kuruna göre 21 milyon lira borç vermişti. Bunun arkası da geldi. 1929 Dünya Büyük Buhranı’nın etkileri Türkiye’ye ulaşınca alınan ilk tedbirlerden biri 1447 sayılı Menkul Kıymetler ve Kambiyo Borsaları Kanunu’nu çıkarmak olmuştu. Bu kanunla döviz alım ve satımına kısıtlamalar getirilmişti. 1930’da döviz rejimi daha da sıkılaştırıldı, yabancı sermayeli şirketlerin kar transferi yapmaları zorlaştırıldı. Sermaye girişi ve çıkışı Maliye Bakanlığı’nın iznine bağlandı. Bütün bu tedbirler, Türkiye’ye zaten az ilgi duyan yabancı sermayeyi biraz daha soğuklaştırdı.
ŞÜKRÜ SARAÇOĞLU ABD YOLUNDA
Bunun üzerine, 1931 yılında sabık Maliye Bakanı Şükrü (Saraçoğlu) başkanlığındaki bir heyet Amerikan kapitalistlerini, özellikle Türkiye’de tekstil alanında yatırım yapmaya ikna etmek için ABD’ye gitti. Heyetin 50-100 milyon Dolarlık kredi talebi ABD Maliye Bakanlığı tarafından uygun görülmediği gibi Amerikan şirketleri ve sermaye grupları da Türkiye’de yatırım yapmaya hevesli değillerdi. Bu tavrın tek istisnası Henry Ford’un Galata’da bir otomobil montaj fabrikası kurma girişimiydi. Ancak girişim gümrük mevzuatına takılınca Ford yatırımını Mısır’ın İskenderiye şehrine kaydırdı. Yabancı sermayenin gönülsüzlüğünde, Ankara o yıllarda Türkiye ile uluslararası sermaye piyasaları arasında iyi bir köprü olabilecek yerel gayrimüslim burjuvaziyi düşman gören katı bir milliyetçilik politikalarının da payı vardı. Hem “millici hem beynelmilelci” olmanın çok kolay olmadığı bir kere daha tecrübe edilmişti.
DEVLETÇİLİK İLKESİNİN KABULÜ
Yabancı sermayeden ümit kesilince Mayıs 1931’de yapılan CHF kurultayında “devletçilik” (ve “inkılapçılık”) ilkesi kabul edildi. (Böylece 1927 yılında kabul edilen “cumhuriyetçilik”, “halkçılık”, “milliyetçilik” ve “laiklik” olarak tanımlanan dört ilke “Altı Ok”a çevrildi.) Buna göre Fırka, özel girişimciliği toplumsal düzenin temel öğesi saymak ve “ferdi mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber”, “mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi mamuriyete eriştirmek için, milletin umumi ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde –bilhassa iktisadi sahada- devleti fiilen alakadar” ettirecekti.
1935’te devletçilik yeniden tanımlandı ve devletin kamu düzeninin gerekli kıldığı hallerde özel girişimin etkinliğini denetlemesi devletçiliğin kapsamına alındı. (1937’de ise “devletçilik” Altı Ok’un Anayasa maddesi haline getirilmesiyle, Türk devletinin temel niteliklerinden biri olarak kabul edildi.) Bütün bu ideolojik muhafazakarlığa rağmen, 1934-1938 arasında 32 yeni yabancı şirket faaliyete geçerken, 1932’de Sovyetler Birliği’nden 17 milyon liralık kredi ve teknik yardım alındı. İnşaatı 1935’te başlayan 1937’de biten Nazilli Basma Fabrikası da Türk-Sovyet ortak yatırımlarından biriydi. Makineler ve teçhizatın çoğu Sovyetler Birliği’nden narenciye karşılığında alınmıştı. 1938’de Karabük-Demir Çelik Fabrikaları gibi gayet “milli” bir yatırımın sermayesi İngiltere’den alınan 16 milyon sterlinlik borç olacaktı. Öyle ki 1940 yılında dış borç miktarı 338 milyon liraya çıktı. Ardından “gizli müttefik” Almanların ve “gelecekteki müttefik” Amerikalıların kapısı çalındı. 1940-1945 arasında bu iki devletin finans kuruluşlarından 360 milyon lira kredi alındı. 1945 sonrası “savaş mağlubu” Almanya artık sahnede yoktu, yeni düzenin liderliğini Britanya İmparatorluğu’ndan devralan ABD ile ilişkiler ise giderek gelişiyordu.
12 Temmuz 1947’de Paris’te ABD Başkanı Henry Truman’ın savaş sonrası Avrupa’yı kalkındırmak ve SSCB önderliğindeki komünist bloku çevrelemek için önerdiği Marshall Planı’nın bir parçası olarak toplanan Avrupa Ekonomik İşbirliği Konferansı’na katılan Türkiye, ABD’den 615 Milyon $ yardım talep etti. Ancak ABD, Marshall Planı’nın ülkelerin kalkınma programlarının finansmanı için değil savaştan yıkılmış olarak çıkan Avrupa’nın kalkınması için hazırlandığı gerekçesiyle Türkiye’nin yardım talebini geri çevirdi. Ancak bir süre sonra ABD fikir değiştirdi ve Türkiye’yi de plana dahil etti. Kongrenin onayladığı yeni karara göre ABD Yunanistan’a 300 milyon Dolar, Türkiye’ye ise 100 milyon Dolar yardım yapabilecekti. Türkiye, Marshall Yardımları çerçevesinde 1948-1951 yılları arasında (son CHP ve ilk DP hükümetleri sırasında), ABD’den 71 milyon 522 milyon Doları hibe, 55 milyon Doları borç olmak üzere toplam 126 milyon 522 bin Dolar aldı. Ancak bu hibelerin “astarı yüzünden pahalıya geldi.” Çünkü hibe edilen miktarın önemli bir kısmı ordunun modernizasyonunda kullanılacaktı. Türkiye’ye verilen malzemenin bakım ve yedek parça giderlerinin (yılda yaklaşık 145 milyon Dolar) ise Türkiye tarafından karşılanması gerekecekti. Bu durum Türkiye ekonomisinde büyük sıkıntıya neden oldu.
IMF ÜYELİĞİ VE ANLAŞMALAR
Bugün 189 ülkenin üye olduğu IMF (International Monetary Fund-Uluslararası Para Fonu) ise 1-22 Temmuz 1944’te ABD’nin New Hampshire eyaletinin küçük bir beldesi olan Bretton Woods’da toplanan Birleşmiş Milletler Para ve Finans Konferansı’nda imzalanan Uluslararası Para Anlaşması’nı yürütecek kurum olarak resmen 1945 Aralık ayında 29 üye tarafından kuruldu ama 1 Mart 1947'de fiilen faaliyete geçti. IMF’den borç alan ilk ülke, 1947’de Fransa oldu.
Bretton Woods Konferansı’na katılan ama IMF'ye kurucu üye olarak katılmayan Türkiye IMF’ye 11 Mart 1947 yılında üye oldu ama 1946 devalüasyonuna rağmen IMF ile borç ilişkisine girmedi, sadece üyeliğin şartı olarak devalüasyon yetkisinin %10 ile sınırlanmasını kabul etti. O sırada iktidarda CHP hükümeti vardı, Başbakan İsmet İnönü idi. 14 Mayıs 1950 günü “Yeter Söz Milletindir!” diyerek ezici bir çoğunlukla iktidara gelen Adnan Menderes başbakanlığındaki DP Hükümeti de yapısal sorunları aşmak bir yana hızlı liberalizasyon ve müsrifçe harcamalar sonucu enflasyon patlayınca ve 55 milyon Dolar bütçe açığı verince ilk borç seferini Ocak-Şubat 1954’te Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın liderliğindeki bir heyetle ABD’ye yaptı ama heyet kredi konusunda eli boş döndü. IMF’den ilk borç kambiyo krizleriyle dış borcun 256 milyon Dolara, bütçe açığının 267 milyon Dolara çıktığı 1958’deki son Adnan Menderes Hükümeti tarafından alındı. IMF ile yapılan anlaşma uyarınca, 1 Dolar 2.8 Liradan 9 Liraya çıktı. Türkiye enflasyonda Brezilya’dan sonra Dünya 2.si oldu.
İLK STAND-BY ANLAŞMASI
IMF ile ilk “stand-by” anlaşması ise 27 Mayıs 1960 darbesinden altı ay sonra 1 Ocak 1961’de darbecilerin lideri, MGK Başkanı ve Başbakan Cemal Gürsel tarafından imzalandı. (IMF’nin çalışma koşulları ve teknik terimler konusunda: https://m.hazine.gov.tr/g20-ve-imf-sikca-sorulan-sorular) 5 Ocak 1961’de II. Gürsel Hükümeti bu anlaşmayı yürüttü. 20 Kasım 1961-25 Haziran 1962 arasında görev yapan VIII. İnönü Hükümeti (ki CHP-AP koalisyonu idi) 1962’de IMF’den 40 milyon dolar borç aldı. Anlaşma CHP, YTP, CKMP ve bağımsızlardan oluşan IX. İnönü Hükümeti tarafından 1963’te yenilendi. Bu tarihten sonra neredeyse her yıl bir anlaşma imzalandı ama hiçbiri tamamlanamadı. Yani IMF’nin borç verirken uyulmasını istediği kriterlere uyulmadı, yapısal reformlar gerçekleştirilmedi. (Gerçekleştirilseydi de ortaya çıkacak Türkiye’nin bugünkünden çok farklı olması zordu, ancak bu başka bir yazının konusu.) Bu arada 1967’de I. Demirel Hükümeti döneminde, Türkiye uzun bir aradan sonra SSCB’ye döndü. Milli Mücade’nin savaş kısmını esas olarak Sovyetlerin, silah, para ve mühimmat yardımlarıyla kazanan ancak 1923 Lozan Barış Anlaşması’nın hemen akabinde SSCB ile araya mesafe koyan Türkiye, II. Dünya Savaşı yıllarında (henüz tam aydınlanmasa da) SSCB’nin Türkiye’den toprak talebinden bulunması üzerine Moskova’dan hızla uzaklaşmış ve 1950 Kore Savaşı, 1952 NATO üyeliği ile ABD’nin başını çektiği Batı Bloku’na demirlemişti. Bu uzun ara, 1959 yılında ABD’den ümidini kesen DP’nin muhtemelen kredi olanaklarını yoklamak için, Sağlık Bakanı Lütfü Kırdar başkanlığında bir grup doktoru Moskova’ya göndermeyi planlamasıyla nihayete eriyordu ki, 1960 darbesi yaşandı. Darbenin arkasında Türkiye’nin SSCB’ye yaklaşmasından rahatsız olan ABD’nin olduğu tezleri hatırlanırsa, Demirel’in girişimi çok cesur bir hamle idi. Sonuç olarak SSCB bu fırsatı iyi kullandı ve Türkiye’ye 200 milyon Dolar tutarında kredi verdi. Bu kredi ile İskenderun Demir Çelik Tesisleri, Seydişehir Alüminyum Fabrikası, Aliağa Petrol Rafinerisi, Bandırma Asit Sülfürik Fabrikası, Artvin Levha Fabrikası gibi ekonomiye yapısal destek sağlayacak fabrikalar inşa edildi.
Tekrar IMF’ye dönersek, 1 Dolar’ın 9 Liradan 14.85 Liraya çıktığı 1970’ten itibaren birkaç yıl IMF’siz geçti. İçteki yapısal sorunlara ek olarak 1973 Petrol Krizi, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı gibi faktörlerin de etkisiyle dış ticaret açığı giderek büyüyünce, Türkiye’ye dış kredi kapıları iyice kapandı ve Türkiye 1978’de (11 bağımsız desteğiyle CHP’li) III. Ecevit Hükümeti döneminde, IMF’nin kapısını çalmak zorunda kaldı. Ancak Türkiye yine önerilen programı uygulayamadı ve anlaşma iptal edildi.
24 OCAK VE 5 NİSAN KARARLARI
1979-1980’deki ikinci petrol krizinin de katkısıyla yapısal sorunlar devam edince, enflasyon %64’e ulaştı, benzin, tüp, yağ kuyrukları ortaya çıktı ve meşhur 24 Ocak (1980) Kararları açıklandı. Azınlık hükümeti kurmuş olan AP’li Başbakan Süleyman Demirel, 18 Haziran 1980’de IMF ile masaya oturdu ve üç yıllık program taahhüdü karşılığında güne kadar alınan en yüksek krediyi (1 milyar 838 milyon Dolar) aldı. Bu miktar, 1961 ila 1979 arasında alınan toplam kredi miktarı olan 497 milyon doların neredeyse 4,5 katı idi. 12 Eylül 1980 günü darbe olduktan sonra kurulan bağımsız Bülent Ulusu hükümeti anlaşmayı sürdürdü, hatta yenisini imzaladı. Bu IMF ile sürdürülen en uzun anlaşma oldu ama yine de sonuç almadan bitti. 1984’te iktidara gelen ANAP’lı Turgut Özal Hükümeti IMF ile anlaşmayı yenilemedi, ondan sonraki hükümetler de IMF’ye yanaşmadı. Ancak IMF’siz geçen 10 yıl, 1994’te acı biçimde sona erdi. I. Tansu Çiller Hükümeti (DYP-SHP koalisyonu idi) IMF ile yaptığı anlaşma uyarınca ünlü 5 Nisan Kararları’nı aldı. Türk Lirası %39 oranında devalüe edildi. Döviz kurları serbest bırakıldı, bir dizi mala yüksek zamlar yapıldı. Bunların karşılığında IMF’den o tarihe kadarki ikinci büyük kredi (682 milyon Dolar) alındı. Ama daha büyük borçlanma kapıdaydı. IMF ile 22 Aralık 1999 tarihinde 17 milyar 254 milyon Dolarlık bir “stand-by” imzalamak DSP lideri Bülent Ecevit Başbakanlığındaki DSP, MHP, Anavatan Partisi koalisyonuna “nasip oldu.”
2000 yılında hala ekonomik kriz atlatılamadığı için Türkiye IMF ile yeniden masaya oturdu, 2002 yılında aynı koalisyon (V. Ecevit Hükümeti) IMF ile hayat buldu. Bu anlaşma ile IMF’den 16 milyar 846 Dolar alındı. 2001 Şubat (“Anayasa fırlatma”) krizinden sonra bu sefer IMF’nin görevlendirdiği bağımsız Başbakan Kemal Derviş IMF ile 18. “stand-by” anlaşmasını imzaladı. Bu anlaşma, Cumhuriyet tarihi boyunca tam olarak uygulanan tek “stand-by” oldu ve ekonomi uzmanlarının genellikle kabul ettiği gibi Türkiye’nin bankacılık sisteminin yapısal sorunları büyük ölçüde giderildi. Ancak bu dönemin kamuya (halka) maliyeti resmi rakamlara göre bile 39,3 milyar Dolardı ki bu miktar, 2002 gayri safi milli hâsılanın yüzde 26,6'sına karşılık geliyordu. Yani Türkiye, Şubat 2001’de deyim yerindeyse “bir gecede” toplam zenginliğinin üçte birini kaybetmişti!
AKP VE IMF
3 Kasım 2002’de tek başına iktidara gelen AKP, 2005’te IMF ile üç yıllık bir “stand-by” imzaladı ve 4 milyon 748 bin Dolar borç aldı. Ancak 2008 yılında bir daha IMF ile anlaşma imzalamama kararını da verdi. Borç ödemeleri 2013’e kadar sürdü. Son taksit 14 Mayıs 2013 tarihinde 421 milyon Dolar olarak ödendi. (2002-2013 arasında ödenen borç toplam 23,5 milyar dolardı.) Böylece 1961’de başlayan Türkiye-IMF “borç” ilişkisi 52. yılda 19. “stand-by” anlaşması ile sona erdi.
2013 yılı aynı zamanda rollerin tersine döndüğü, Türkiye’nin IMF’nin Kriz Kurtarma Fonu’na 5 milyar Dolar katkı yaptığı yıl oldu. Ancak gün oldu devran döndü ve Türkiye, iktidar partisi kabul etmese de, ekonomistlere göre yine IMF’lik oldu. Çünkü Haziran 2018’de Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in açıkladığına göre Türkiye’nin dış borcu 453 milyar Dolar ve önümüzdeki yıl bu borcun 226 milyar Dolarının “çevrilmesi” gerekiyor. Ekonomi uzmanları için bu çok zor bir görev. Yani mutlaka dış finansman kaynağına ihtiyaç var. Ama AKP iktidarı, bugüne dek IMF konusunda öyle büyük sözler etmişti ki, doğrudan IMF ile görüşmek AKP iktidarının siyasi sonu olabilir. Hala arka planını öğrenemediğimiz başarısız(!) “McKinsey macerası” “acı ilacı içmeyi” geciktirmek için atılmış bir adımdı muhtemelen. Sonbaharla birlikte ekonomik tablo daha da netleşince, ekonomistler herhalde yaşanacakları daha açıklıkla görecek ve bize anlatacaklar…