Bir genç tekstil işçisi biyografisi
Adım Mehmet Turşucu. Aslen Adıyaman’lı olmakla birlikte Mersin doğumluyum. 21 yıldan beridir Mersin’de hayatımı sürdürmekteyim. 5 kardeşiz. Babamı 12 yaşında kaybettim. Babamın ardından bize hiçbir şey kalmadı. Bunun sebebi ise babamın durumunun da ahım şahım olmamasıydı. Ve sonra kendi çabamızla bir yerlere geldik. Ailemin k
Adım Mehmet Turşucu. Aslen Adıyaman’lı olmakla birlikte Mersin doğumluyum. 21 yıldan beridir Mersin’de hayatımı sürdürmekteyim. 5 kardeşiz. Babamı 12 yaşında kaybettim. Babamın ardından bize hiçbir şey kalmadı. Bunun sebebi ise babamın durumunun da ahım şahım olmamasıydı. Ve sonra kendi çabamızla bir yerlere geldik. Ailemin köyden gelmelerin sebebi ise geçim sıkıntısıydı. Şehirde daha iyi bir yaşamın olacağını düşünerek buraya gelmişler. Durumumuzun iyi olmadığından dolayı ortaokulda eğitimimi bırakmak zorunda kaldım. Liseye devam etmem gerektiğini de biliyordum, çünkü en kötü iş kolunda bile lise diploması istiyorlar. Zorluklar yaşasam da açık öğretimden lise diploması aldım. Eğitimimin böyle kötü gitmesinde babamın vefatı etkili olmuştur, çünkü eve bakma sorumluluğu bana düşüyordu. Bu benim seçimim değildi. Hayat şartları bunu mecbur kıldı. Eğitimimi ilerletmemin tek sebebi bana öğretilenlerin, benim de başkalarına öğretme isteğimdi. Bundan dolayı da öğretmen olmak istiyordum.
Eğitimden böyle kopmuşken, hayattan asla kopmadım; aksine babamı da küçük yaşta kaybetmem hayatla erken tanışmama sebep oldu. 7 yaşında iş hayatına girdim. Küçük yaşta işçiliğe başladım. Berberde, mobilyacıda çalıştım. O dönemde kendi yaşıtlarıma baktığım zaman, kendi yaşantılarını çocuk gibi yaşıyorlardı. Okula gittiklerini gördüğüm zaman içim burkuluyordu. Onlar oyuncak derdine düşmüşken, ben ise akşam olunca alacağım 3 kuruşla eve götürme derdindeydim. Yaptığım berber mesleğinde aslında memnundum. Hayat şartlarından dolayı, daha doğrusu aldığım para eve yetmediği için işi bırakmak zorunda kaldım. Mecburen 14 yaşında serbest bölgeye tekstil şirketinde çalışmaya başladım. Gittiğim iş yerinin ismi “Durak Tekstil”di. Benim yaşımda birçok çocuk işçi sigortasız ve gizli çalıştırılmaktaydı. Sigortalı bir işçinin aldığı maaşın yarısından daha az bir maaşla çalışıyorduk. 14 yaşındaki bir çocuk gece saat 02.00’lere kadar nasıl çalışabilir ki? Kendimizden büyük ve ağır makineler de zorunlu olarak çalışıyorduk. Hem güvencesiz, hem de sağlık koşullarının sıfır olduğu bir yerdi. Gece mesailerine kalmadığımız zaman bizleri işten atma tehdidinde bulunuyorlardı. Çalıştığımız saatlerde bile bizlere baskı uygulanıyordu. Kadın arkadaşlarımızın yanımızda çalışmasına rağmen ağızlarında küfür eksik olmazdı ustabaşların ağzında. Bu sebepten dolayı birçok kadın arkadaşımız işini bıraktı. 4 yıl aynı yerde çalıştığımdan dolayı ustabaşı oldum. Oradaki baskılardan, küfürlerden, azarlamanın eksik olmadığı bir yerde çalışmak istemedim. Oradan ayrıldım, oradan ayrılmamın tek güvencesi artık usta olmamdı. Yeni girdiğim yerde serbest bölgesindeydi. Pek değişen bir şey olmadı. İşçiler yeri geliyordu, 48 saat hiç uyumadan çalıştırılmaya zorlanıyordu. Patronların gözünde işçilerin dinlenmesi, 1 saatlik yemek molası ve 15 dakikalık çay molasıydı. Yeri geliyordu 1 hafta boyunca gece 02.00’lere kadar çalışıyorduk. İşçiler üzerinden baskı uygulamaya zorlanıyordum çünkü ustabaşıydım. Bunlara karşı duruyordum her zaman. Patronun koymuş olduğu şartlara rağmen işçiler üzerinden baskı uygulamamaya dikkat ediyordum. Bundan dolayı patrondan ’’sen neden işçilerini rahat bırakıyorsun, adam akıllı çalışmıyorlar’’ gibi sözlere maruz kalıyordum. Hâlbuki işçiler elinden gelenin fazlasıyla yapıyorlardı. İşçiler üzerinde bu baskıları yapmak istemediğimden dolayı işten çıkmak zorunda kaldım. Çünkü bu koşullarda ben de çalışmıştım. Kendim için istemediğim bir şeyi kalkıp başkasına uygulamak haksızlık olurdu. 200 kişilik bir tekstil atölyesinde en fazla 100 kişinin sigortası vardı. Sigortacılar kontrole geldikleri zaman sigortasız işçileri dışarıya çıkartıyorlardı, çalışmıyor gösteriyorlardı. Her maaşımızdan kesintiler yapıyorlardı, o kadar mesailere kalmamıza rağmen ücretlerimiz de kesinti yapılıyordu. Anlayacağınız evimizi yarı tok, yarı aç geçindiriyorduk. İş yerlerimizdeki kazalarda ise patronlar her zaman kendi yöntemlerini kullanırdı. Yani kendi doktorlarına ya da eczaneye götürerek muayene ettiriyorlardı. Sağlımızın iyi olmamasına rağmen tekrardan iş yerine götürülüyorduk. Çalışmadığımız saatlerde ise maaşlarımızdan kesinti ya da mesaiye kalma zorunluluğuyla karşı karşıya bırakılıyorduk. 2006’da ise bu şartların böyle gitmeyeceğini anlayan biz işçiler, bu koşullar karşısında 13 bin kişiyle Serbest Bölge’deki tüm işçilerin katılımıyla greve çıktık. Sigortasız çalışıp greve katılan işçiler patron birlikteliği yüzünden hiçbir yerde iş bulamadılar. İşsiz kalan direnişçi işçiler aylarca evlerine ekmek götüremediler, binbir zorluklarla geçim sıkıntısı yaşadılar. Tüm bu zorluklar ve sıkıntılarla yüzyüze kalan biz işçilerin bir direniş çadırı bile yoktu. Sendika diye tabir ettiğimiz kişiler, yanımıza birkaç kravatlı işbildikleri yanımıza göndererek destek verdiklerini göstermeye çalışıyorlardı. Lakin bu gerçekçi değildi, çünkü bunlar patronlardan rüşvet yiyenlerden başka birileri değillerdi. Bizlere gelip, “biz patronlarla görüştük, istediğiniz gibi olacak, taleplerinizi kabul edilecek” palavralarıyla yanımıza geliyorlardı. Hatta bir ara bu yalanlara artık tahammül edemeyen işçilerden dayak bile yediler. Birebir mesai alıyorduk, sigortasızdık, bu yüzden greve çıkma ihtiyacı duyduk. Bizim istediğimiz bire bir buçuk mesailerle adam akıllı sigortalı bir şekilde çalışmak istiyorduk. Yani taleplerimiz en insani taleplerdi. İşe gireceğimiz zaman bizlerin önüne boş kağıtlar koyup imza atmamız isteniliyor, sonra da kağıtlara “işten çıkacağım zaman hiçbir tazminat ve hak talep etmiyorum” yazıyorlardı. Bu kağıtları imzalamadan zaten işe giremiyorduk. Çalışan işçilere ise boş kağıt imzalamadığı zaman işten atıyorlardı. 13 bin kişiyle yaptığımız grev sonucu kötünün iyisiydi. Bire bir buçuk mesaili olma ve sigorta hakkımızı kazanmıştık. Ama eski sistemin dayattığı, zorlu mesailer, tatil izinlerinin keyfi verilişi, güvencesiz ve sağlıksız koşullarda çalışma hala bugün de devam ediyor. 13 bin kişinin çalıştığı bölgede şimdi 5 bin kişi çalışmak zorunda kalıyor. Yani eskiden 2 işçinin yaptığı işi şimdi bir kişi yapıyor ancak bu durum ne maaşlarımızda ne de haklarımızda bir değişim olmuyor. Bazı firmalar ise işçilerin 3-4 aylık maaşlarını içerde bırakarak, fabrikaları kapatıp kaçtıkları olmuştur, gerçi şimdi de hala devam etmektedir. Bu yüzden hiçbir işyerine güvenimiz kalmamıştır. Bu koşullar karşısında biz işçiler ancak birlikte ve beraber örgütlenip hareket etmemiz gerekir. Yoksa hiçbir sonuç elde edemeyiz. Bu bir gerçektir. Anayasa, anayasa diye tutturmuşlar bundan hiçbir işçi haberdar değil, madem bir anayasa çıkartılıyorsa bunun içinde biz işçilerin talepleri de yer almalıdır. Bizlerin talepleri ortadadır: adam akıllı olan, işçisini satmayan bir sendikayla ve sigortalı çalışıp, maaşlarımızın gününde yattığı koşullar, zorunlu mesaili çalışma ortamı istemiyoruz. Benim bu konularda biraz daha farklı bakmanın sebebi bellidir: Emek Partisi’nin işçi sınıfına bakışını öğrenmem. Emek Partisi’ni tanımamdan sonra 1 Mayıs’a da onun saflarında katıldım ve biz işçilerin hakkını savunan bir partinin olabileceğini gördüm ve inandım. Emek Partisi’nin diğer bir özelliği, biz işçilerin önünü açarak, mücadelemizde hem yanımızda olması hem de destek olmasıdır. Farklılığı ise diğer partilerin yaptığı gibi şakşakcılık ve akılhocalığını yapmayarak, biz işçi sınıfının taleplerini ve mücadelesinin en doğru ve samimi savunucusu olmasıdır. Son olarak, diğer şehirlerdeki işçi kardeşlerime önereceğim şey: her zaman kendi birliklerini kurmaları, bu gücünü patronlara karşı kullanarak kendilerini ezdirmemeleri gerektiğini söylemek isterim. Bunları yaparsak canı gönülden inanarak söylüyorum ki istediğimiz sonucu er ya da geç, kolay veya zor, aç kalarak veya tok da gezmeyerek başarıya erişeceğiz.
*Tekstil İşçisi/Mersin