Şair Antmen: Şiir bazen geleceği müjdeleyen bir kahin gibidir
Yeni şiir kitabı 'Ateş Sözcükleri'ni çıkaran Şair Süreyya Aylin Antmen'le görüştük.
Şair Süreyya Aylin Antmen
İsmail AFACAN
İstanbul
Süreyya Aylin Antmen geçtiğimiz aylarda yeni şiir kitabı “Ateş Sözcükleri”ni okurlarıyla buluşturdu. “Erken Fırtına” ve “Güller Yaralı” isimli iki bölümden oluşan kitapta yeryüzüne yabancılaşmak istemeyen insanın arayışlarına tanıklık ediyoruz. Ateşin ve sözün kardeşliğinde... Şiirlerde kimi zaman fırtına çıkıyor kimi zamanda yağmur yağıyor. Bunlar sadece doğa olayları değil. Her biri, yıkımı, direnci, teslimiyeti, sığınmayı, sürüklenişi ve yükselmeyi ifade ediyor. “Güller Yaralı” bölümünde hüzünle ve umudu iç içe geçmiş halde buluyoruz. Aşkla hayata tutunma isteği yoğun bir şekilde karşımıza çıkıyor. Yeryüzüne olan sevgisizliğin tüm sorunların kaynağı olduğunu söyleyen Antmen “Hepimiz bu sevgisizliğin öyle ya da böyle içindeyiz” diyor. Söz şairde...
Kitabınızın ismi “Ateş Sözcükleri”. Ateş ve sözcük imgesi kitabınızın ismini veren şiirde bir araya gelse de kitabın bütününde ayrı ayrı birçok kez karşımıza çıkıyor. Sözcüğü ve ateşi birleştirmek sizin için ne anlam ifade ediyor?
Bu birleşmenin, aslında şiirin varoluş nedeni sayılabilecek bir özü ifade ettiğini söyleyebilirim. Şairin kendi yaşamı bellediği bir ülkü bu, onca baskı altında ne olursa olsun gerçeği söylemek, sözün değerini ve insan yaşamının biricikliğini savunmak için verilen bir mücadele... Şiir aracılığıyla sözcükler, yanarak yeryüzünü aydınlatmak istiyor. Şairin bu uğurda göze aldığı yangını, soluduğu telafi edilemez karanlığı başka hangi söz birlikteliği bu kadar iyi ifade edebilir bilmiyorum.
Şiirlerinizde Ariel karakteriyle karşılaşıyoruz. Farklı farklı şiirlerde Ariel’le monologlarınız var. Ariel kimdir. Şiirinizdeki yeri nedir?
Ariel bana bu şiirleri söyleten bir güç, üstelik ilk dizeyle birlikte adı da ondan geliyor. Onu görmek olanaksız, dolayısıyla nasıldır, neye benzer bilmiyorum. Belki melektir. Belki her insanın içinde yaşayan ve kimi zaman onu işitmemizi isteyen görünmez sureti, kara ikizidir. Onu işitmek bana, Erken Fırtına’da yer alan sekiz şiiri yazdırdı. Bu, duyumsayışlarla yapılan bir konuşma ve karşılıklı susmaydı aslında, bazen yakarma, bazen de fısıldama. Bu etkiler “Adımı unutmaktan” şiirinde çok daha belirgin.
Ariel’in şiirimdeki yeriyse, acı ve ıstırap verici deneyimlerin şiire dönüşebilmesindeki yadsınamaz işlevdir.
Kitabın ilk bölümü “Erken fırtına”. Bu bölümde doğa olaylarının ve duyguların sentezi var. Fırtına, rüzgâr, nehir, bulut, yağmur gibi. Bunlar aslında salt doğa olayı değil, duygu olayının parçaları. Neler söylemek istersiniz?
Bu sözcüklerin her biri, bir yıkımı, direnci, teslimiyeti, sığınmayı, sürüklenişi ve yükselmeyi ifade ediyor. İzlerini sürecek olursak, kendilerinden önce ve sonra gelen sözcüklerle, dizelerle aralarındaki bağı rahatlıkla görebiliriz. Benim burada vurgulamak istediğim tek şey, herhangi bir doğa, yani bir duygu olayının niçin olmadığı?
“kan yanıyor / göklerdeki bu sessizlik neden”. Yeryüzü zulüm ve yağma altında, öyle bir vahşet hüküm sürüyor ki, kan bile yanıyor. Öyleyse bu sessizlik neden?
Şiirinizde hüzün hâkim. Daha çok öznel bir hüzün. Ama bazı şiirlerde umudu hissediyoruz. Son bölüm olan “Güllerle yaralı”da aşkla hayata tutunma isteği yoğun bir şekilde karşımıza çıkıyor. Burada alaza duygular patlak veriyor sanki.
Hüzün kaçınılmaz bir tetikleyici, tıpkı ölüm ve tıpkı yaşam gibi. Şiir her şeyden önce kişisel bir yolculuktur, deneyimdir, bu yüzden hüznün öznel olmasında bir beis yok. Ben’den biz’e evrilmenin yol göstericileri bu duygu ve insani kaygılar. Onlar olmasa birbirimizi anlayamaz, bir başkasının kalbi ve zihniyle bu sessiz iletişimi kuramazdık.
“Alaza” dediğimizde yine burada önsezi karşımıza çıkıyor. Şiiri yaşadığımız yer ve o an, sözcüklerin arasına, arzuların, arayışların, direnmek için ihtiyaç duyduğumuz şeylerin tohumlarını bırakıyor. İkinci bölümde de bu var, tohumların filizlenişi, çünkü aşk da yaşamımızdaki diğer tüm kavramlar gibi yeri geldiğinde bizim için mücadele eden bir mucize, esaslı bir dokunuştur.
“Gel bulalım sözcükleri” şiiriyle bitiyor kitap. Şiirde geçen soru içerikli dizenizi size yönelteyim: “kimse sevmedi mi yeryüzünü”
Hiçbirimiz gerçek anlamda sevemedik, sevemiyoruz sanırım. Sevebilseydik, ki bunun yolu gerçek bir anlamadan geçer, doğayı bir manzara olmaktan öte, var olmak için kendinden başka hiçbir şeye gereksinmeyen bir başka canlı olarak görür, saygı duyardık. Doğayla olan organik ilişkimizi askıya alan ya da tümden yok eden küresel dayatmaları sorgular, karşısında durur; biyopolitikanın nesnesi hâline getirilmezdik. Yaşayan diğer canlılara karşı uygulanan sistematik işkencenin de karşısında durabilirdik. Gücümüzü onlar üzerinde denemek, bu dünyada gerçek bir sevgi anlayışının egemen olamayacağını gösteriyor. Tüm sorunların kaynağı birbirimizi sevemememiz. Tüm sorunların kaynağı yine biziz. Yeryüzünü sevmenin anlamı çok geniş ve hepimiz bu sevgisizliğin öyle ya da böyle içindeyiz diye düşünüyorum.
ARZULARIN ARAYIŞI ÖN PLANDA
“AŞK bir yurtsuzluk” şiirindeki “yurtsuzluk” imgesi ve “Aşağılara büyüt” şiirindeki “özyurt” imgesi. Şiirlerin toplamına bakarak yurtsuzluk arayışınız bir özyurda ulaşma süreci mi?
Bir yurtsuzun ilk defa özyurdunu bulma süreci de olabilir, bilemiyorum, şiirde öyle de bir güç vardır ki bizim bilgimizin ve irademizin üstündedir. Bu yüzden şiirin içeriye yönelen bakışları da vardır, bu özelliği ise onu biricik kılmaya tek başına yeter bana kalırsa. Bu şiirlerde bir yurt ve yurtsuzluk arayışı pek yok, özenli çizgileri yakarak savurmak istiyor sadece. Sınırlara, sınırlandırmalara karşı. Bir şeyi özyurdu olarak bellemenin erinci de sözcükler arasında, ancak bu, arayış olmadan ulaşılan bir özyurt.
Şiir bazen geleceği müjdeleyen bir kâhin gibidir, kimi zaman sözcüklerin arasına bir önseziyi de katar. Bunu kendi şiirlerimde sıkça yaşıyorum ve bu beni her defasında şaşırtıyor. Arzuların arayışı sanırım her zaman ön planda.