30 Kasım 2018 23:33

'Memleket değil, parti çıkarlarının ittifakı'

AKP, MHP arasında kopan ipin bir ucunda MHP tabanının milliyetçi duyarlılıkları, diğer ucundaysa AKP’nin 'yerli ve milli' oluşa özgü duyarlılıklar var

'Memleket değil, parti çıkarlarının ittifakı'

Fotoğraf: Ahmet Murat Aytaç

Serpil İLGÜN

23 Ekim’deki grup toplantılarında önce MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli sert sözlerle yerelde ittifakın bittiğini ilan etmiş, ardından Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan “Öyleyse herkes kendi yoluna” demişti. Ancak 21 Kasım’da bundan geri dönüldü ve Cumhur İttifakı’nın iki ortağı yerel seçime birlikte girme konusunda yeniden konsensüs sağladı. 

İttifakın yerelde bittiğini açıklarken olduğu gibi, “ülke ve millet bekası için” ittifakı sürdüreceklerini söylerken de partililer tarafından ayakta coşkuyla alkışlanan Bahçeli’nin bu jestinin, 23 Ekim öncesine göre daha fazla kentin MHP’ye bırakılmasıyla karşılık bulacağına kesin gözüyle bakılıyor.

AKP ve MHP arasındaki bu bir ay içinde değişen duruma hangi faktörlerin rol oynadığı gibi sorular yerini hızla kim, nereden aday olacak tartışmasına bırakırken, Bahçeli’nin ittifaktaki belirleyici rolünün güçlendiği AKP’li yazarlarca da kabul ediliyor. Ekonomik kriz başta olmak üzere, pek çok alandaki iktidar pratiklerini savunmanın artan maliyetinin MHP’ye başka ne tür avantajlar sağlayacağı, aynı çevrelerin yönelttiği bir diğer “endişeli” soru.  

Erdoğan’ın aralarında İzmir ve Ankara’nın da olduğu 20 ilin belediye başkan aday profili; İstanbul’da Binali Yıldırım ve parti teşkilatı arasında yaşanan pürüzler; CHP’nin İyi Parti ve SP ile görüşmeleri...

HDP’ye yönelik operasyonların rutinleştiği, tanınmayan mahkeme kararlarına AİHM’nin HDP Eski Eş Başkanı Selehattin Demirtaş kararının da eklendiği bir iklimde karşılanan yerel seçimlerin öne çıkan başlıklarını, Akademisyen Ahmet Murat Aytaç’la konuştuk.

Barış bildirisini imzaladığı gerekçesiyle Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesindeki görevine 2017’de son verilen Aytaç’ın, ‘Ailenin Serencamı: Türkiye’de Modern Aile Fikrinin Oluşumu’; ‘Kitlelerin Ruhu: Siyasal ve Sosyal Kuramda Kalabalık Tahayyülleri’ kitapları bulunuyor. 

Cumhur İttifakını yerelde de sürdürme kararını nasıl değerlendirdiğinizle başlayalım. İttifak formülüne neden geri dönüldü? Üzerinden geçen bir ayda AKP ve MHP arasında cereyan eden çatışmalar çözülmüş mü oldu? 

İktidar bloku içindeki uzlaşmazlık ilk olarak Bahçeli’nin af önerisiyle belirginlik kazandı. Danıştayın Öğrenci Andı kararından sonraki tartışmalarsa seçim ittifakının koptuğu açıklamasıyla sonlandı. Kopan ipin bir ucunda MHP tabanının milliyetçi duyarlılıkları, diğer ucundaysa AKP’nin içeriğini bilerek muğlak bıraktığı “yerli ve milli” oluşa özgü duyarlılıklar var. Yapılan birçok sert açıklamanın sonunda taraflar kendi konumlarına şu simgeler üzerinden somut bir görünüm kazandırdı: Andımız, İstiklal Marşı’na karşı.
Fakat onca söze rağmen, Bahçeli ve Erdoğan’ın bugün gelmiş oldukları nokta, haklı olarak kafaları karıştırıyor. Konuyla ilgili herkesin kafasında şu soru var: “Madem tekrar ortaklık kuracaktınız, bu pozlar niye?​” Bunu yanıtlarken yaşananların her iki parti için farklı gerekçeleri olabileceğini akılda bulundurmamız gerekiyor. 

Ne gibi gerekçeler?

MHP, İyi Parti'nin kopuşuyla yaşadığı sarsıntıyı atlatmak ve Cumhur İttifakı sürecinde giderek güçlenen “yancı parti” imajını düzeltmek için böylesi çıkışlara ihtiyaç duyuyor olabilir. Çünkü böylelikle hem mevcut oy tabanıyla olan bağlarını kuvvetlendirmesi hem de sağ ve sol oy bloklarındaki seçmenlerin aşırı uyarılmış milliyetçi duyarlılıklarını yakalaması mümkün hale geliyor.

Ancak her parti için geçerli olabilecek oy kaygıları gibi pratik gerekçelerin yanı sıra, bu çatışmada etkili olan yapısal bir faktörü de dikkate almamız gerektiğine inanıyorum. Bir süreden beridir Türkiye’de siyasetin ekseninin yerli ve milli oluş üzerinden yeniden tarif edildiğine şahit oluyoruz. Öğrenci Andı’na karşı İstiklal Marşı biçiminde formüle ettiğim uzlaşmazlık, halen ülkeyi yöneten iktidar blokunun temeli olan bu yerli ve milli uzlaşıya kadar uzanıyor. AKP’nin yerli ve milli oluştan anladığıyla MHP’nin anladığı şeyin aynı olmadığını bir kez daha göstermiş oluyor.

Yerli ve milliliği AKP nasıl ele alıyor?

Yerli ve milli oluş, AKP’nin başkanlık sistemine geçiş sürecinde ortaya çıkan ihtiyaçlarına yanıt veren bir ideolojik sentez. Bu sentez, temelde Arap Baharı ile oluşan yeni uluslararası ortamın siyasi basıncı karşısında, AKP’nin iktidar olarak varlığını devam ettirmek için ihtiyaç duyduğu gücü harekete geçirmeyi amaçlıyor. Arap Baharı, bizim yerel koşullarımız üzerinde iki farklı düzeyde etki yarattı. İlk olarak, bu süreçte ortaya çıkan halk hareketlerinin demokratik enerjisinin İslamcı siyasetin iktidar makinesi tarafından çevrelenmesiyle oluşan bir düzey var. Daha sonra devreye giren küresel iktidar aygıtı, bu enerjiyi bir kez daha çevreledi ve tabiri caizse betonladı. Mısır’da halkın özgürlük taleplerini, Türkiye’deki çoğunlukçu demokrasi anlayışıyla paralellik içinde, kendi siyasi programına eklemleyip iktidar olan Müslüman Kardeşler bir askeri darbeyle devrildi. Erdoğan, bu gelişmeyi ucu kendine kadar uzanacak olan bir askeri darbeler zincirinin ilk halkası olarak değerlendirdi.

İkinci olarak, Arap Baharı’nda yaygınlık kazanan kitle hareketlerinin bulaşıcı etkisinin buraya ulaşmasıyla oluşan bir düzey var. Türkiye’de Gezi süreciyle harekete geçen toplumsal dinamikleri, Erdoğan yine aynı uluslararası komplonun bir parçası olarak gördü. Tuhaf bir mantıkla, Fethullahçıların 17-25 Aralık’taki operasyonlarını da bu süreçle ilişkilendirince, artık yerli ve milli ideolojik sentezin yeşereceği zemin tam takım hazır hale gelmiş oldu. Gülenciler, Orta Asya’da yürüttükleri faaliyetlerden İslam dünyasıyla sınırlı olsa da, bir tür uluslararası deneyime zaten sahiptiler. 11 Eylül sonrasında geliştirilen “dinler arası diyalog” paradigmasıyla kendi misyonunu yeniden tarif eden Cemaat, giderek daha kozmopolit bir yapı kazandı. Yerli oluş, bu bağlamda, özellikle Gülen Cemaati’nin kozmopolit anlayışına karşı, buralı olmayı ve Osmanlı mirasının çizdiği bilişsel ve kültürel sınırlara saygılı davranmayı anlatıyor. Bu bakış yerliliği Türkiye’de dini cemaatler üzerinden yürütülen siyasette, AKP’nin dostu düşmandan ayırt etmek için kullanacağı bir ölçüt olarak ifade ediyor. Milli oluş ise, Kürt sorunu da dahil, Türkiye’de insan hakları ve evrensel demokratik standartlara dayalı olarak ileri sürülen siyasi talepleri ve AKP’ye bu mecradan yönelen eleştirileri karşılamayı hedefliyordu. Böylelikle hak taleplerini gayrimilli, demokratik eleştirileriyse yerli olmayan, yabancı kaynaklı veya kökü dışarda olan haksız yargılar olarak etkisizleştirebilecekti.

Yerli ve millilikten MHP ne anlıyor peki?

MHP’yi kendini bu tarz bir sentez zemininde ifade etmeye ikna eden iki temel unsur olduğunu sanıyorum. Bunlardan biri MHP’nin örgüt içi sorunları, bir diğeri ise 7 Haziran seçimleriyle ortaya çıkan siyasi tablo. İkincisinden başlayacak olursam, bu seçimde HDP’nin Türkiye’nin üçüncü büyük gücü olarak çıkması, MHP’lileri yeni bir hükümet sistemine geçiş için gerekli anayasal değişiklikler konusunda ikna etmiş gibi görünüyor. MHP’nin art arda yaşadığı seçim başarısızlıklarının yarattığı parti içi muhalefetin artık yönetilemez aşamaya gelmiş olması, Bahçeli’yi bu tarz bir ittifaka yönelten diğer etmen oldu. Hem parti içinde, hem de diğer örgütlü güçlerle olan siyasi rekabetin koşullarıyla baş ederken devlet gücüne ortak olmak, devletin araç ve olanaklarını kullanmak, öteden beri MHP’nin faaliyet kodları içinde görebileceğimiz bir eğilim. BBP, MHP’den ayrıldığında da, o zaman Türkeş bu kopuşun etkilerini Özal’a yanaşarak aşmaya çalışmıştı. Bugün de benzer bir şekilde, devlet bürokrasisi içine ülkücülerin giderek artan etkisini her yerde hissediyoruz. Sonuçta iktidara ortak olmanın sunduğu imkanlar, siyasi alanda uğradığı kayıpları telafi edebilme konusunda MHP’ye belli olanaklar sunuyor. Aslında bununla Cumhur İttifakı’nın kırılganlık noktaları kadar, neden MHP için bu ittifakın bugün vazgeçilmez olduğunu da açıklayan bir gerekçe de göstermiş oluyoruz. Unutmayalım, bir ittifak güçlü yanlar kadar, zayıf yanların da bir araya getirilmesiyle kurulur. 

Sizce yerelde ittifaka dönüş kararında AKP’nin mi, yoksa MHP’nin mi zayıflığı ağır bastı? Zira kimi yorumlara göre, ekonomik kriz etkisinin toparlanabilir olmaktan çıkacağı endişesiyle pozisyon değiştiren Erdoğan oldu. Kimilerine göre ise MHP, tek başına gireceği seçimde yaşayacağı gerilemeyi/başarısızlığı göze alamadı...

İkisi de etkilidir ancak şuna bakmak lazım; uzlaşmazlığı ortaya çıkaran genel af, andımız kararı gibi konularda AKP’nin tutumunda hiçbir gerileme göremiyoruz. Bu durumda ittifaka kimin yanaştığı da kendiliğinden ortaya çıkıyor. Meseleye böyle bakınca yapılan yorumlara bir yanıt vermiş olabileceğimizi düşünüyorum. Diğer yandan, iki tarafın da bu salınımlarından belli kayıpları ve kazançları oldu. Dolayısıyla memleket için olmasa bile kendileri açısından iyi bir iş yaptıklarını düşünüyorum! 

BİR ÇÖZÜM İMKANI GİBİ SUNULAN SEÇİM YOLUYLA SİYASET, ŞİMDİ SORUNUN KAYNAĞIYMIŞ GİBİ SUNULUYOR

Erdoğan’ın, Diyarbakır ve Hakkari’ye mevcut kayyımları aday göstermesini nasıl değerlendirirsiniz? HDP seçmenini daha da konsolide edecek bu tercihin maksadı ne? Kürt halkına nasıl bir mesaj veriliyor?

Bence bu yoldan, kayyım atanma süreciyle başlatılmış, alenen hukuka aykırı bir uygulamanın halkoyu yoluyla meşrulaştırılması ve tartışma dışına çıkarılması hedefleniyor. AKP’nin ideolojik meşruiyet kaynakları içerisinde “seçilmiş olmanın” hayati bir önemi var. Vesayetçiliğin eleştirisi, sivilleşme veya normalleşme gibi kavramlarla devletin yapısını dönüştürürken AKP, esas olarak seçilmişler ile atanmışlar arasındaki çatışmaya dayandı. Bu yüzden atanmışları, bir de olağan koşullarda yapılmış bir seçimle tekrar onaylatmak istiyor olabilirler.

Kayyımların aday gösterilmesi için bir diğer neden, HDP’li belediyelerin uzun yıllardır yerel siyasete yüklediği anlamı boşa çıkarmak olabilir. AKP, belediye olanaklarının yerel düzeyde kültürel özerklik uygulamasını ikame eden bir araç gibi kullanılmasıyla ilgili eleştirilerini dile getirdi. Belediyelerin “Çöp toplamak yerine, siyasetle uğraşması” suçlaması, hep ana dili kursları, çok dilli belediyecilik gibi bazı faaliyetler üzerinden gerekçelendirildi. Kayyımların aday gösterilmesi, AKP’nin önerdiği tarzda “hizmet odaklı belediyecilik” anlayışının bizzat yerel halka onaylatılması ihtiyacından ötürü de olabilir.

Aslında bir çözüm imkanı gibi sunulan seçim yoluyla siyaset şimdi sorunun kaynağı, yerel özerklik uygulamalarıysa bölücülüğün kanıtıymış gibi sunuluyor. Gerçekten de konu Kürt sorunu olunca, bir dönem sorun dediğimiz sonradan çözüm veya tersine çözüm dediğimiz de sorun gibi ortaya konabiliyor. Belki de çözüm arayışlarımızın ele alması gereken ilk sorun bu çözüm-sorun paradoksundan kaynaklanıyor. 

AKP ARTIK TÜRKİYE PARTİSİ OLMADIĞINI KABUL EDİYOR

MHP’nin üç büyük ilde aday çıkarmaması karşılığında Adana, Mersin, Manisa, Osmaniye dışında il ve ilçeler istediği öne sürülüyor. Kalan bölgelerde AKP ve MHP adayları karşı karşıya mı gelecek? Birlikte seçime girmenin yerel örgütlerde yol açacağı sürtüşme nasıl giderilecek? 

Karşı karşıya geleceklerini sanmıyorum. Burada aklıma, siyasete AKP’nin soktuğu ve Kürt sorununun ağırlığının artmasına paralel olarak değeri de artan bir argümanı hatırlattı. AKP, uzun yıllar boyunca Türkiye’nin her yerinde aday gösterebilen tek parti olduğunu ileri sürdü. Bu yüzden de Türkiye’nin birlik beraberliğinin vücut bulmuş hali olmakla övündü durdu. Erdoğan’ın bu hususta ileriye dönük hesaplarının ne olduğunu bugünden tam olarak öngöremiyorum. Ama belli seçim çevrelerinden adaylarını çekmeye zorlanmasını veya gerçek bir yarış yürütmeyecek şekilde aday belirlemesini bu bakımdan bir ironi olarak değerlendiriyorum. Artık Türkiye partisi olmadığı, HDP ve Kürt seçmen bağlamında olmasa da, en azından MHP ve ülkücü seçmenler bağlamında belirginlik kazanmış gibi görünüyor. Türkiye’nin tümünde aday göstermeme meselesinde bu hatırlatma iyi olabilir!

BELEDİYE BAŞKANI OLMAK BAKAN OLMAKTAN DAHA ÇEKİCİ

Gündemin bir diğer tartışma konusunu da, Erdoğan’ın açıkladığı 20 kentin aday profili oluşturuyor. Erdoğan tercihini neden çoğu eski bakan, bürokrat ya da akademisyenden yana kullandı? 

Bunu, kabine ve parlamentonun öneminin yeni hükümet sistemi içindeki nispi öneminin azalmasının bir yansıması olarak değerlendiriyorum. Meclisin, bakanların vs. özerkliğinin ve göreli değerinin başkanlık sisteminde gerilemiş olması, nispeten özerk ve güçlü bir konumu temsil eden belediye başkanlıklarını daha değerli kılıyor olabilir. 

Eskiden de Ankara, İzmir vb. yerlerde güçlü aday göstermek daha önemliydi. Bu kentler büyük nüfusları barındırdıkları için genel seçimlerde siyasi partiler için bir tür oy deposu gibi görülüyor, buralarda yapılacak belediye hizmetlerinin bir genel seçime yapacağı katkı önemli bir parametre olarak görülüyordu. Şimdiyse, ihtiraslı ve otonom bir siyasi kariyer sahibi olmak isteyen kişiler açısından belediye başkanlığının açık ara daha çekici olması gibi bir neden de bu duruma eklendi. Çünkü belediyeler, en azından Erdoğan’ın devlet başkanı olarak yetki ve güçlerine karşı nispeten daha korunaklı bir alanı temsil ediyor. Elbette bunu söylerken, kayyım atanan belediyeleri veya Erdoğan’ın zorlamasıyla istifa ettirilen belediye başkanlarıyla ilgili rezervleri de görmezden geliyor değilim. Ancak elimden, bu uygulamaların Erdoğan yönetimi için bile, bir “istisna hali” olmasını temenni etmenin ötesinde bir şey gelmiyor.

Fotoğraf: Ahmet Murat Aytaç

'TOPLUM', SİYASİ MÜCADELE İÇERİSİNDE İNŞA EDİLEN BAĞIMLI BİR KURGU

CHP’nin Millet İttifakını diriltme çabalarını nasıl izliyorsunuz?

CHP’nin bu sefer genel seçimlerde olduğu gibi bir muhalif koalisyon kurabilme şansı olduğunu sanmıyorum.

Neden?

Birinci neden yerel seçimlerde, genel seçimlerden farklı olarak, seçim çevrelerinin kendi kendine yeterli bir yapısının olması. İkincisi, HDP’yi dışarda bırakan bir muhalefet ittifakının, genel seçimlerden farklı olarak, bu sefer daha yıkıcı olabilme ihtimali. HDP’nin seçmen tabanıyla olan bağları çok güçlü. Bu gücü hesaba katmayan bir ittifak stratejisi, seçmen davranışlarını yönlendiren stratejik çerçeveden bihaber kabul edilebilir.

CHP’nin Ankara’da Mansur Yavaş isminde olduğu gibi sağcı, milliyetçi adaylara yöneliyor oluşu yine eleştiri konusu. CHP’ye göre, 31 Mart çok kritik önemde olduğundan, AKP’yi geriletecek aday ister muhafazakar, ister milliyetçi olsun o kentte aday gösterilmeli! Ne söylersiniz?

Muhtemelen bu yola yine tevessül edilecektir. Bir dönem Melih Gökçek’in yarattığı negatif motivasyondan ötürü herkes Mansur Yavaş’ı bir alternatif olarak görüyordu. Bugün aynı isim yine öne çıkartılıyor. Burada yanlış olan şey şu: Yavaş kazansa bile, CHP yine kazanmamış sayılır. Hani şöyle bir söz vardır ya, “Galip sayılır bu yolda mağlup” gibisinden... Burada söylenenin tam tersi geçerli: “Mağlup sayılır bu yolda galip!”

Senin gibi düşünmeyen, senin siyasi çizginle bir bağı olmayan bir aday kazandığında sen mi kazanmış oluyorsun? Elbette muhalif siyasetin hiçbir stratejik esneklik gösteremeyeceği katı ve ahlakçı bir çerçeve öneriyor değilim. Ama “sağa açılma” veya “sağ aday bulma” konusunda sadece CHP’de değil, sol muhalefetin genelinde bu tarz bir eğilimin olması, meselenin taktik ve stratejik tercihlerle sınırlı olmadığını gösteriyor.

Şunu görmek çok önemli: Seçmenin oy tercihlerinin önceden belirlenmiş bir yapısı, doğal bir eğilimi yoktur. Günümüzün seçim süreçlerinde dünya görüşleriyle oy davranışı arasındaki bağ o kadar da güçlü değildir. Giderek özerkleşen seçmenler, kendilerine özgü binbir stratejik mülahazayı da göz önünde tutarak oy tercihlerini yaparlar. Bu da seçmen tercihlerini yönlendiren mekanizmaların, aslında seçmenlerin “doğal eğilimleri” olarak görülen şeylerden daha önemli olduğunu gösteriyor.

Sağa yönelim şöyle gerekçelendiriliyor: “Toplum muhafazakâr. Bu yüzden sağdan aday gösterirsek, seçmenin gönlünü fetheder, kazanırız!”…

Ben bunun doğru olduğundan çok emin değilim. Her yere cami yapıyorsun, dağa taşa milliyetçi sloganlar yazıyorsun, daha okuma yazma bile öğrenmemiş çocuklara anaokullarında dini bilgileri tartışmasız doğrular olarak şırınga ediyorsun… Ondan sonra muhafazakârlığı veya dindarlığı toplumun doğal eğilimi diye takdim ediyorsun! Bu bana çok doğru bir bakışmış gibi görünmüyor.

Bunun yerine, toplumu muhafazakâr ve sağ eğilimli olarak inşa eden bir siyasi irade varlığına tekrar dikkat çekmek istiyorum. Sadece seçim kurallarını ve siyasete katılım olanaklarını değil, aynı zamanda siyasi rekabetin koşullarını da bu irade dilediği gibi belirliyor. Dolayısıyla “toplum”, siyasetten bağımsız ve onu belirleyen nesnel bir gerçeklik değil, siyasi mücadele içerisinde inşa edilen bağımlı bir kurgu. Bu kurguyu olduğu gibi kabul etmek, siyasi iddialarından vazgeçmek, mücadeleden istifa etmek anlamına gelir. Kazansa da yenilmiş sayılır dememin nedeni bu. Elbette şu veya bu seçimde sağdan aday göstermek veya bu tip söylemlere gönderme yapmak kendi başına yanlış değil. Öte yandan bunu bir eğilim halini alması son derece tehlikeli. Bu eğilimi tersine çevirmek için yapılması gereken, sağa değil daha çok sola açılmak, özgürlükçü ve adil bir toplum hayalini nasıl egemen kılacağının yollarını bulmaktır.

Evrensel'i Takip Et