Ergül Altan: Küçük ışıklarla, ışıltılarla çıkacağız yola
Uygur Orhan, Öykücü Ergül Altan'la sohbet etti: 'Anahtar sözcüklerim, can, öğretmen, öteki, öykücü, masalcı, ötekilerin öykücüsü…'
Ergül Altan
Uygur ORHAN
Kayseri
Sosyal Medya’da yazılarını takip ettiğimiz; duyumsayarak, yaşayarak o özel öykülerini oluşturan bir ad, “Ötekilerin öykücüsü” Ergül Altan. Görme engellilerden seks işçilerine, çocuklardan inşaat işçilerine öykü üreten bir yazar. İstanbul Kitap Fuarında ve Mersin CNR Kitap Fuarında, “Dervişin Kavalı Felsefe Dersleri” adlı kitabında ilk kez tanıştık. Kederli duygulanımlardan yorgun yüzlü işçilere uyumsuzluğun öyküsel uyumunu arayan ve bundan özgün hikaye üreten bir kimlik. Son günlerde ilk öykü kitabı ile dikkatimizi çeken Ergül Altan ile yazma serüvenini konuştuk...
“Derviş’in Kavalı Felsefe Dersleri” isimli öykü kitabınız yayımlanan ilk kitabınız. İlk olarak İstanbul Kitap Fuarında, Kerasus Kitap standındaydınız. İzlenimlerinizi alabilir miyiz?
Ötekileştirilenleri, ötekileri küçük öykülerle anlattığım bir kitap Derviş’in Kavalı ve Felsefe Dersleri. İlk imza etkinliğim İstanbul Kitap Fuarında oldu. Kitabımı imzalatanlar arasında inşaat işçisi can da vardı, şiddet gören kadın da, göç hikayeleri olan can da. Ötekilerin öykülerini ötekilerin sahiplenmesi mutlu etti beni.
Kitaplarınız işçilere de ulaşmış. İstanbul –Kartal’da bir şantiyenin yatakhanesinde de okunuyor. “Ben işçiyim, şantiyede arkadaşlarıma da alacağım bu kitaptan…’’ sözü sizce nasıl bir önem taşıyor?
Fuara gelen can kardeşlerimdendi Orhan. Şırnaklı. Antep’te yaşıyordu. Ailesinin geçiminden sorumlu ve ailedeki tek erkek. Antep’te konfeksiyon atölyesinde çalışmış uzun süre. Sonra inşaatlarda. Sonrasında İstanbul’a göç etmiş bir başına. Bir yandan kendi ayakları üzerinde duruyor, bir yandan ailesine para yolluyor. Bir yandan kitap okuyup sanatla ilgileniyor. Benim, telefonla olsun, yüz yüze olsun, görüştüğüm bir can kendisi. Antep’te çalıştığı dönemde Rock Müzik grubu kurmak istemiştik hatta. Ben söz yazacaktım… Gitar çalıyordu Orhan. Çevresindeki müzisyenlerle bir orkestramız olacaktı. Sonrasında başka enstrümanlar denedi. Fotoğraf makinesi aldı. Çok güzel fotoğraflar çekti. Bana yolladı o fotoğrafları. Belki bazılarını öykülerimin görsellerinde kullanırım. Diyeceğim o ki, edebiyat, müzik, resim… En çok emekçilere yaraşıyor, ayrı duranlara yaraşıyor, incitilenlere, ötekileştirilenlere, nicesinin hiçbir zaman anlamayacağı, anlamak istemeyeceği canlara yaraşıyor… İyi ki var o can’lar…
Fuara gelen kitapseverlerden bir mektup istiyorsunuz. Bir iz, bir dokunuş, bir kelime arıyorsunuz. Bu nasıl bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Halkla sıkı bağlarınız var. Yoksa yeni bir çalışmanın ön izleği mi?
Kimsenin mektup yazacak gücü, yetisi, isteği kalmamış. Çok az ilgi gördü bu talebim. Gelen mektuplarsa bana sevinç oldu. Çok değerli her biri. Bir roman hazırlığım var. Gelen ve gelecek olan mektuplar o roman için ışık tutabilir bana. Küçük ışıklarla, ışıltılarla çıkacağız yola…
“Böyle Buyurdu Muhammet, Orospu Çocuğu, , Mazlum’un Renkleri, Derviş’in Kavalı ve Felsefe Dersleri”. Kitabınızda yer alan ilginç öykülerden yalnızca birkaçı bunlar. Bu öykülerin serüvenini biraz anlatır mısınız?
“Böyle Buyurdu Muhammet” sosyal medyada en çok okunan öyküm. Hatta sosyal medyada uzak ara en çok okunan yazı. Birçok yerde ismim olmadan yer aldı ve sömürü dolu görsellerle. Ben Van Gogh’ a ait bir görselle yayımlamıştım oysa. Kitabımda da Van Gogh’un resmi eşliğinde yer almakta. Kağıt toplayıcı bir genci anlattım bu öyküde. Çok içselleştirildi, çok sahiplenildi Muhammet. Üç yıl önce yayımlanmasına rağmen hâlâ sorular geliyor Muhammet üzerine. Ankara’da geçen bir öyküydü. O dönem, Kızılay’da, halkla kağıt toplayıcılar ilk kez birbirleriyle gülümseyerek iletişim kurdular. “Muhammet sen misin?” diye sorulan sorulara, “Asıl Muhammet benim abi, başkasına sorma” diye cevap verdi gencecik canlar. “Orospu Çocuğu” isimli öyküm ilgiyle okunuyor. Öz ailesi tarafından değil de, genelevde yaşayan hayat kadınlarınca sahiplenilen bir çocuğun öyküsüydü. Fahişelerin hayatından kesitler de vardı ki fahişelerin yaşamı her zaman merak edilir. Bu merak, fahişelerin nezdinde bir çocukta bütünlendi bu sefer. Zaman zaman sosyal medyada dolaşıma çıkan yazılardan biri oldu Orospu Çocuğu. Yüzlerce, binlerce yorum geldi ve geliyor halen. Nice zaman sonrasına, nice kuşaklar sonrasına kalacak bir öykü, yazarı olarak hatırlanır mıyım bilmiyorum. Mazlum da, Derviş de, tacizlerin, şiddetin, tecavüzlerin çoğaldığı bir dönemde bizim ellerden sevgi öyküleri; bizim ellerde nice karşılığı var bu öykülerin…
Evsizler, deliler, travestiler, fahişeler, Cumartesi Anneleri, kadınlar ve çocuklar var bu öykülerde. “O... çocuğu” adlı öykünüze gelen özel yorumlardan biri “-Artık kimseye o.. demeyeceğim.” olmuştu. Ne düşünüyorsunuz?
Beni etkileyen bir yorumdu, “Artık kimseye ‘o.. çocuğu’ demeyeceğim”. Kelime hazinemizi gözden geçirelim, fakat vicdanımızı, empatimizi, hayatı yorumlayışımızı gözden geçirelim asıl…
Bir Annenin Ölü Oğluna Yazdığı Mektup’ta, “Bir senatör, bir bürokrat, bir politikacı sevgisiz olabilir ama bir halk sevgisini yitirmişse ben o halka ait değilim” demişsiniz. Bu kadar yabancılaşmanın ve ötekileştirmenin yoğun yaşandığı böylesi bir ortamda bu öyküleriniz çok çarpıcı. Ne diyorsunuz?
Ben bir şey demiyorum, bir şey desem bu öyküleri yazmazdım. Belki kalıcı olur yazdıklarım, başka bir dünyanın kurulmasını mümkün kılan bir nefes olur… Ayrıca öğretmenlik yaptığınız yıllarda masal dünyasının düş evrenine de çekiyorsunuz çocukları. “Mavi Kelebek” ve “Balarısı…”
Masalla ilgili yeni projeleriniz var mı?
Ben her zaman masal anlatırım; vicdan üzerine, barış üzerine, özgürlük üzerine, empati üzerine… Çağırsınlar, geleyim…
Son olarak, kendinizi nasıl tanımlarsınız?
Anahtar sözcüklerim, “can, öğretmen, öteki, öykücü, masalcı, ötekilerin öykücüsü…”