22 Aralık 2018 23:10

Ayşe Düzkan: Halkın başına ne geldiğini bilme hakkı engelleniyor

Gazeteci, Feminist Yazar Ayşe Düzkan’la Özgür Gündem genel yayın yönetmenliği sebebiyle aldığı hapis cezası ve yeni kitabı '05 17' hakkında konuştuk.

Ayşe Düzkan'ın 05 17 isimli kitap kapağı

Paylaş

Gizem ÖRNEK

Özgür Gündem gazetesi nöbetçi genel yayın yönetmenliği kampanyasına katıldığı için hakkında dava açılan ve 18 ay hapis cezası verilen Gazeteci, Feminist Yazar Ayşe Düzkan’la hem bu süreci hem de yeni çıkan kitabı 05 17’yi konuştuk. Düzkan, kendisini cezaevine götüren sürecin asıl olarak haber alma hakkına bir engel olduğuna dikkat çekiyor. Kitabı hakkında da “Çok büyük bir mesafe katettiğimizi gösterdiğini düşünüyorum” diyor.


MAHÇUP HİSSEDİYORUM

Özgür Gündem Genel Yayın Yönetmenliği kampanyasına katıldığınız için yargılandınız ve hakkınızda 18 ay hapis cezası onaylandı. Kısa bir süre içinde cezaevine gireceksiniz. Bu süreç buraya nasıl geldi?
O dönem gazetenin üzerinde baskılar vardı ve gazete yönetimi böyle bir kampanya planlamış; nöbetçi genel yayın yönetmenliği. Bir sürü gazeteci davet ettiler, beni de davet ettiler. Ben de kabul ettim. O dönem aynı zamanda DİSK Basın-İş’teydim. Bu anlamda da anlamlıydı; sadece kişisel bir dayanışma değil, kurumsal bir dayanışma anlamı da vardı. Benim için de tabii kişisel anlamları da vardı. Başka bir gazete, örneğin Cumhuriyet böyle bir çağrı yapsa aynı tepkiyi verir miydim emin değilim.  Barış talebine sahip çıkmak sadece Kürtlerin değil, Türklerin de de meselesi bence ve bu dayanışma bunu göstermek için de anlamlıydı.

Bir gün genel yayın yönetmenliği yaptınız. O gün nasıl geçti?
Anneler Günü sayfası hazırlanıyordu o gün, ona biraz yardımcı oldum. Gazetenin normal günlük toplantısına katıldım, o kadar. O gün aslında orada kaldığım süre 6 saat falandır. Ardından dava açtılar, terör propagandası suçlamasıyla önce 14 yıl ceza istediler. Sonra davalar ardı ardına gelmeye başladı. Benim hakim karşısına çıktığım gün İnan Kızılkaya’yı getirmişlerdi. İnan fiziksel şiddete uğramıştı. Aslında benim mahkemedeki anlarımı daha çok o belirledi, savunmam kadar. Sonra cezalar çıktı, benimki ertelemesiz, indirimsiz olarak “Uygun görülmüş.” Son olarak da İstinaf Mahkemesinde onaylandı.

Kısa bir süre sonra cezaevine gireceksiniz. Nasıl hissettiriyor bu durum size?
O kadar çok insan içeride ve o kadar uzun süre yatıyorlar ki bunun lafı bile edilmez diye düşünüyorum. Herhangi bir şekilde muhalefetin parçası olmuş, biraz adı duyulmuş herkes hakkında bir yasal süreç var. Ama daha da önemlisi Anadolu’da, başka yerlerde, hiç adını duymadığımız bir sürü gazeteci var davası olan, ceza alan. Cezaevlerindeki gazeteciler konusunda Türkiye en önlerde. Bir sürü gazeteci çok uzun cezalara çarptırılıyor. Ama onlardan kimsenin haberi olmuyor, ne veda mektupları okunuyor, ne dayanışma örgütleniyor. Onlar karşısında benden bu kadar bahsedilmesi beni mahcup hissettiriyor. Onun dışında yurttaş gazeteciliği yapanlar var, bir fotoğraf çekiyor, paylaşıyor yine cezaevine giriyor. HDP’nin binlerce üyesi cezaevinde. Dolayısıyla “Hay Allah 1 sene İstanbul’da olamayacağım ya da 1 sene cezaevinde olacağım” diye şikayette bulunmayı çok ayıp sayıyorum. Bu da geçer.

Bu ceza aslında sadece şahsi bir sonuç değil, toplumsal yanları da var. Bu konuda ne söylersiniz?
Toplumsal yanı şu; basit bir eylem, barış talebi bile yargılanıyor ve ceza alıyor. Bu önemli bir şey ama ben bizim şu an yaşadığımız rejim değişikliğinin temelinde siyasetle uğraşan insanlara, muhaliflere yapılan baskının olmadığını düşünüyorum. Şu an yaşadığımız süreci siyasal baskıyla açıklamak çok yetersiz ve yanıltıcı olur. Çünkü, çok geniş kitleler belki siyasi baskı sebebiyle bir çok şeyden haberdar olmuyorlar ama birebir yaşadıkları şey çok ağır. Ülkedeki neoliberal dönüşüm sürecini ve bunun sonuçlarını çok ağır hissediyorlar. Emekçilerin hayatında yaratılan zorluklar, gelecek güvencesinin giderek ortadan kalkması ve tabii ki barış meselesi… Asıl bunlar geniş kitlelerin yaşadığı sorunlar. Zaman zaman bu süreç “Aydınlar üzerindeki baskı” gibi anlatılıyor ama ben esasında diğer dönüşümün daha etkili olduğunu düşünüyorum.

Ayşe Düzkan’ın cezaevine girecek olması sadece Ayşe Düzkan’ı etkilemiyor. Anlatmaya çalıştığınız, yazdığınız bir sürü fikrin de cezaevine girmesi anlamına geliyor. Hem siz hem de okurlarınız için nasıl bir durum var ortada?
Bu meselenin halkın haber alma hakkı olarak ele alınmasını daha doğru buluyorum. Tabii ki fikir ve ifade özgürlüğü de çok önemli. Ama asıl önemli olan halkın, başına ne geldiğini bilme hakkı, yani haber alma hakkı. Burada bir noktaya değinmek istiyorum. İnsanlar bazı şeyleri sadece kendisinin yaşadığını düşünüyor. Ancak haberle birlikte bunun başka insanların da yaşadığı bir şey olduğunu fark ediyorlar. Kadınlar açısından bu durum yani habere ulaşmak daha da önemli diye düşünüyorum. Medyada kadın sayfası nedir? Kadınların erkeklere nasıl hizmet etmesi gerektiğini anlatan; güzellik, yemek, moda, erkeğin elinde tutma yolları gibi… gerçek olmayan şeyler var burada. O gazete ve TV’lere bakıyorsun sanki kadınlar evlenmek için birbirleriyle yarışıyorlar, oysa gerçek hayatta boşanmak için kadınlar canlarından oluyor. Makyaj yapmakta, güzel görünmek istemekte bir sorun yok, ama kadınların temel meselesinin bunlarmış gibi gösterilmesinde sorun var. Dolayısıyla haber alma hakkına yönelen baskı kadınlar için de gerçeği gizlemek anlamına gelir.

'CESARET DEĞİL, ÖNEMLİ OLAN BİLİNÇ'

Veda yazınızda bu konuya değişmiştiniz, ben bir kez daha soracağım; cesur musunuz?
Hayır, değilim. Bir insan muhalefet ederken cesaret gerekiyor tabii, ama birincil, temel şey bu değil. Temel olan doğruyu görebilmek, doğruya aramak, doğruyu dillendirebilmek. Bilinç cesaret kadar önemli bence. İnsanı sistemle uzlaşırken rahatsız edecek bir bilinç. Birincil mesele bu bence. Cesaret sonra gelir zaten. Ben de kendimi bir kahraman olarak görmüyorum. Ayrıca niye cesarete ihtiyacımız olsun, neden cesur olalım?

KÜÇÜK HARFLE, BAĞIRMADAN, YÜKSEK SESLE: 05 17

Biraz da kitabınızı konuşalım. Kitabınız ’87‘de kaleme alınmış bir yazıyla başlıyor ve uzun denebilecek bir serüveni özetliyor. Geri dönüp bakınca kendi yazdıklarınıza dair eleştirdiğiniz noktalar, değerlendirmeleriniz var mı?
Kitabın adı ilk mitingden geliyor. 17 Mayıs 1987’de gerçekleşen dayağa karşı mitingden. Aslında sadece mitingden de değil başka bir güzel tesadüf de var; 1905 ve 1917 devrimlerine bir gönderme var. Çünkü tarihin çok önemli bir adımı olan o deneyimlerin benim düşünce dünyamın oluşmasında da çok önemli bir etkisi var. İkisini birleştirdiği için bu ismi tercih ettim.  1987’deki mitingin önemi de şöyle; o miting feminist hareketin, sadece bir fikir akımı değil, kamusal bir hareket olacağının ilk işaretiydi. Ben de hayatımda ilk kez orada kürsüde konuştum. Oradan bu yana tabii çok yol aldık, feminist düşünce tarzı biraz da böyledir. İlk mitingde sadece koca dayağından bahsediyoruz. İkinci miting 1989’da, orada yine ortak hazırladığımız ve benim kürsüden yaptığım konuşma dönem için cesur, erkekleri karşına alabilme cüretini gösteren bir metin. Ama 1997’ye geldiğimizde neoliberal politikalar var, Kürt meselesi var, binlerce mesele var ama mesela hiç LGBT meselesi yok. Bu büyük bir eksiklik.  Zaten kitabı hazırlarken de nereden nereye gelindiği göstermesi açısından önemli olduğunu düşündüm. Kadın hareketi nereden nereye gelmiş; ne kadar çok şeye dair söz söyler olmuşuz bence bunu gösteriyor özellikle ilk baştaki o iki metin. Çok büyük mesafe katettiğimizi düşünüyorum.

Kitapta çok çeşitli konularda yayımlanmış ve bazıları da yayımlanmamış yazılarınız var. Hazırlarken neye dikkat ettiniz?
Öncelikle çok güncel olmamasına dikkat ettim. Yazıldığından farklı tarihlerde de anlamı olabilecek yazıları seçtim. Bir diğeri de biraz beni ayrıştıran görüşlerimin olmasına özen gösterdim. Başkalarının çok söylemediği, çok sık tekrar edilmeyen görüşlerin yer aldığı yazılara yer verdim. Bir de fikri dünyam açısından bir bütünlük arz etmesini istedim.

Kitabın arka kapağında bir ifade dikkat çekiyor; “Küçük harfle, bağırmadan, yüksek sesle.” Ne demek bu?
Sesini yükseltmek herkesin yapması, öğrenmesi gereken bir şey diye düşünüyorum. Bağırmak aslında bir hegemonya ilişkisi, duygusal şiddet yöntemi ve bunun hayatımızdan çıkması gerekiyor. Küçük harf meselesine gelince de ilk feminist dergisinde çok fazla küçük harfle yazan vardı. Ama onların çoğu yazmaya devam etmedi. Ben de açıkçası başladığımda bu kadar çok yazı yazacağımı düşünmüyordum. Şiirde küçük harf kullanılır, böyle yazan başka feministler de var, benim ilham kaynaklarımdan bir diğeri de Türkiye’de “Üzgün olacağıma öfkeli olayım” sö-

züyle tanınan Ulrike Meinhof’un da önderlerinden biri olduğu Kızıl Ordu Fraksiyonunun metinlerinde hiç büyük harf kullanılmaması. Almanca’da büyük harf farklı bir şekilde kullanılıyor ve lüzumsuz bir yeri var. Küçük harf kolay oluyor, başka dil kuralları öyle değil ama büyük harfin hiçbir işlevi yok. Öyle geldi, öyle gidiyor ama mesela editörüm “Olmaz” derse ısrar etmiyorum.

ÖNCEKİ HABER

Çavuşoğlu ve Bahçeli'den Fırat'ın doğusuna operasyon açıklaması

SONRAKİ HABER

Adana'da yurt önündeki kazaların önlenmesi için binlerce imza toplandı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa