Arabeskle mi barışıyoruz yoksa popüler kültürle mi?
Belki de günümüzde arabesk dünyayı ve yaklaşımı, gecekondu mahallelerinden çok aydın/ edebiyatçı masalarında aramak gerekir.
Kafa, Bavul ve Ot dergilerinin kapak görselleri. | Kolaj: Evrensel
Sibel ÖZ
Arabesk kavramının kendisi kadar, arabeskin bir ‘kültür’ olup olmadığı, değilse kültürel kodlarla ilişkisi, toplumsal-sosyolojik yapıyla bağlantısı gibi konular üzerine pek çok kuramsal tartışma yürütülebilir. Arabeskin bir ‘kültür’ olarak görülüp görülmemesi farklı açılardan tartışmaya açık olsa da, sonuçta arabesk en çok kültürel alana sirayet eder. Arabesk, insanın iç dünyasını, etrafında yaşanan olaylara yaklaşımını, hayattaki duruşunu ve dünyaya bakışını şekillendirerek, insan ilişkilerinin damgasını vurduğu her alanı etkiler.
Edebiyat alanında da arabeskleşmenin yansımalarını özellikle belli dönemlerde yoğun olarak görmek mümkündür. Öncelikle arabesk ve arabeskleşme kavramını, edebiyata yansımaları bağlamında çıkışsızlık, umutsuzluk, kadercilik olarak ele aldığımızı belirtelim; bu, bizi arabeskin kaba ve kolaylıkla fark edilir yansımalarına odaklanmaktan kurtarabilir. Bugün popüler piyasa dergilerinde sıklıkla kapağa taşınan popüler kültüre ait arabesk figürleri eleştirmek kuşkusuz daha kolaydır. Ancak çok ‘üst düzey’ entelektüel faaliyetlerde de,’saf’ edebiyat metinlerinde de arabeskleşmenin izleri görülebilir.
KİTLE KÜLTÜRÜ BOŞLUK KALDIRMAZ
Diğer alanlarda olduğu gibi edebiyatta da arabeskin ne zaman popüler kültür alanına kabul edildiği, ne zaman dışlanarak yok sayıldığı, süreçler itibariyle takip edilebilir. Arabeskin ezilen yoksul kitlelerce üretilip tüketildiği ve burjuva ya da elitist kültür katında küçümsenerek reddedildiği yakın tarih, henüz toplumsal hafızamızda tazedir. Arabeske karşı sadece elitist kültürel seçkinler tarafından değil, cumhuriyetin Batılı seçkinci kültürel inşa tutumu nedeniyle devlet tarafından da benzer bir tutum takınılır; arabesk reddedilir, kamusal ya da resmi alanlarda yok sayılır ve hatta yasaklanır. Bu dönemlerde ezilen yoksulların dünyasında, özünde uyuşturan bir kadercilik taşıyan arabesk bile yer yer kadere isyana dönüşebilir ve ezilenlerin rengine bürünebilir (Müslüm Baba örneğinde görüldüğü gibi).
Ekonomik, siyasi süreçlerin dinamikleri değiştiğinde ise, söz konusu popüler kültür ögeleri artık tüketilmiş olur. Ancak modası geçmiş ya da rüzgarı sönmüş bu unsurların bir dönem sonra bu kez egemenler aracılığıyla yeniden gündeme getirilmesinin önünde bir engel de yoktur. Kitle kültürü boşluk kaldırmaz. Popüler kültürün ihtiyaçları doğrultusunda arabesk de geçmiş olumsuzluklarından azade olarak çok kıymetli ve ‘bize ait’ bir nostaljik ögeye dönüştürülebilir. Böylelikle sol da, burjuva seçkin kesimler de en safiyane ‘nostaljik’ duygularla arabeskle barışabilir. Bir zamanlar “yoz müzik”, “gecekondu müziği” ya da “minibüs müziği” olarak tanımladıkları arabesk, ‘bize ait’ kıymetli ve korunası değerler arasına kolaylıkla yerleşir. Unutmayalım ki, nostalji geçmişin olumsuzluklarından arındırılarak yeni anlamlarla yeniden kurgulanmasıdır. Nostalji işin içine girdiğinde gerçekler diye bir şey yoktur; ihtiyaçlar gerçekleri büker, biçimlendirir ve yeniden kurar.
BUGÜN ARABESKLEŞME SÜRECİNİN KAPISINI AÇAN NEDİR?
Arabesk, özellikle müzik ve sonrasında sinemada 1950’ler ve ’80’ler arasında yaygınlaşıp popüler olmuştur. Bu dönemin, aynı zamanda kırsaldan büyük kentlere göç dalgalarına tanıklık ettiğini biliyoruz. Köy kökenli insanın büyük kent karşısında hayallerinin çok kısa zamanda yıkılması, işsizlik, yoksulluk gerçeğiyle boğuşma ve büyük kentte kaybolması, bu arada geri de dönememesi durumu, kitlelerin kendilerini arabesk müzikle ifade etmelerine yol açmıştır. Gelecek yoktur, insan hayalleriyle birlikte yenilmiştir ve zaten yoksullar yenilmeye mahkumdur.
O dönemin gerçeği bugünden bakıldığında anlaşılırdır. Peki, bugün arabeskleşme sürecinin kapısını açan nedir? Yaşanılan siyasi, ekonomik kötü gidiş ve kriz, kitlelerin çok hızlı bir biçimde yoksullaşması, geçmişe benzer bir umutsuzluk, geleceksizlik, “Bu ülkede hiçbir şey değişmeyecek” gibi bir yılgınlığa yol açmamış mıdır? ’80 sonrasına benzer bir yenilgi ve yılgınlık ortamı, bireyde de tek başına olduğu duygusunu ve korkuları tetiklemektedir. İçinden geçtiğimiz bu dönemin “trendleri” de ’80 sonrası gibi kaçış, umutsuzluk ve kaderciliktir. Hatırlayalım; her dönemeçte bolca ortalığa dökülen “Zaten bu halktan bir şey olmaz”, “Bu ülkede muhalefet her zaman azınlıkta kalmaya mahkumdur” gibi dönemin revaçta olan kalıp cümlelerinin diyalektik materyalist açıdan izahı yapılabilir mi? Genellemeye yaslanan, bireyci, kaderci, ama öte yandan konformist bir ruh hali egemendir. Ve arabeskle, neden toplumsal mücadelenin yükseldiği dönemlerde değil de, geri çekildiği dönemlerde barışıldığını da sorgulamak bize kalmıştır. Bu arada arabeskle değil, popüler kültürle barışıldığını da gözden kaçırmamak gerekir.
ŞİMDİ TEKRAR DÜŞÜNELİM
Arabeskleşmenin taşralaşma ile de bağı vardır. Bu bağ, taşranın ifade ettiği yetersizlik / eksiklik duygusu ve sığlık üzerinden ele alındığında çok daha anlaşılır olacaktır. Kendi taşrasını yaratarak var olabilen, imkanları kendi çıkarlarının sınırlarında bentleyen, vasatlığı destekleyen, ondan rahatsız olmayan, çalışmayan, üretmeyen, bu denklemin taraflarının birbirleriyle iyi geçinmek zorunda olduğunu bir edebi ortam ve bu ortamın taşralaşması söz konusudur. Yazar olmak kimilerine göre çok zordur; taşlı, dik yokuşları olan uzun bir yolu sabırla, sonunu düşünmeden adımlamak gerekir. Yazar olmak kimilerine göre ise çok kolaydır; öyle ki kendi taşrasını, vasatlığına sarılarak içinde taşıyanların yazar olmak için, yazmaya bile ihtiyaçlarının olmadığı bir dönemden geçiyoruz.
Bu tartışma sonuçlanmaz ancak, edebiyatta arabeskleşmenin üç sacayağı olduğu varsayılabilir: Siyasi baskı dönemlerinin ruhsal iklimi, popüler kültürün etkilerine açık zihinsel ortam ve taşralaşma yani vasatlık. Konuyu, bu gerçekliklerle bağlarını kurarak ele almak, belki arabesk ve arabeskleşme konusundaki tartışmayı –mevcut durumda olduğu gibi- öznel anlamda “beğeniyorum/ beğenmiyorum” sınırlarına hapsolmaktan çıkarabilir.
Şimdi tekrar düşünelim: Arabeskle mi barışıyoruz, popüler kültürle mi, vasatlığımız ve taşramızla mı?
EDEBİYATIN ARABESK ANTİKAHRAMANLARI
Popüler kültürle barışmak isteyenlerin edebiyatta da önü açıktır ve bu furyada yer alanların, sayıca hiç de azımsanmayacak bir kesimi oluşturduğunu belirtmek mümkün. “Ne var canım kapağa Azer Bülbül’ü çıkardılarsa...” denebilir, kaldı ki bu piyasa dergilerinin edebiyat dergisi olmak gibi bir iddiası da yoktur. Ancak içinde bulunulan koşullar edebiyatı ve edebiyat dergiciliğini giderek daha da köşeye sıkıştırırken, kapanan her edebi mecranın yerini, mantar gibi bu dergilerin doldurması, edebiyatın market dergiciliğine mahkum edilerek içinin boşaltılmasına yol açmaktadır. Günümüzde özellikle market dergiciliğinin yaptığı, edebiyatı popüler kültür alanına çekerek içini boşaltmaktır.
Yine Oğuz Atay da televizyon dizilerinin hatırlı konuğu olup, ölmekle yaşamak arasında kararsız ve intihar eğilimli dizi kahramanlarının ağzından Tutunamayanlar’dan cümleler döküldüğünde reyting rekorları kırılmaktadır. Umutsuz, çıkışsız, boş vermiş, “cool” karakterler sadece televizyonda değil, edebi yazında da “antikahraman” olarak sunulmakta ve post-modern edebiyatın yeni trendi bu şekilde belirmektedir.
Arabeskleşmenin izleri edebiyatta sadece yukarıda anıldığı biçimde kabaca değil, devinimsiz, iç dünyalarına gömülü karakterlerle, maço ya da ergen sokak diliyle, en ufak sorgulayıcı ima taşımayan, olanı biteni kabullenmiş, edebiyatı hayattan, gerçeklerden, sorunlardan titizlikle arındıran yazar profiliyle de çok daha ince tarzlarda görülebilmektedir. Siyasi baskı dönemlerinde biçimin öne çıkıp özün geri planda kaldığı, yeniliğin ruhta, seste, dilde, özde değil de biçimde arandığı, ancak yüzlerce kitabın adeta tek bir kitapmış gibi okurda aynılık duygusu yaratarak okunduğu da ortadadır. Bireysel sayıklamalar biçiminde yazılan metinler çoğalmakta, sanki bireyin etrafını saran bir dış dünya, olaylar, koşullar yokmuş gibi yer çekimsiz bir atmosfer yaratılarak, zaman ve mekan unsurları da silikleştirilmektedir. Bu metinlerden ne anlıyoruz? “Yaşananlar tekrardan ibaret”, “Çıkış yok”, “Gelecek yok”, “Memleket İstanbul’dan, İstanbul da Taksim ve Kadıköy’den ibarettir!”
Belki de günümüzde arabesk dünyayı ve yaklaşımı, gecekondu mahallelerinden çok aydın/ edebiyatçı masalarında aramak gerekir. Yoksulların hayatta kalma, ayakları üzerinde durma mücadelelerine bakıldığında, onlardan tutunamayanlar çıkarmak zordur; ‘tutunamayanlar’ın orta sınıf entelektüel dünyayla daha güçlü bağları olmalı.
YARIN: Oya Yağcı, “Metropolün kestirme hikayesi: Arabesk!”