Kriz koşullarında gerçekleşecek yerel seçimler
Yaşanan ekonomik krizi kentlere bakarak anlamak mümkün.
İlayda BİLGEN
ODTÜ
Yerel seçimlere yaklaşırken partilerin hazırlık sürecini hızlandırdığı bir dönemdeyiz. Bir yanda tek adam ve partisi 24 Haziran seçimlerinin antidemokratik yapısının ve meşruiyet tartışmalarının yeniden açılmasını önlemek için uğraşırken diğer yanda CHP ve HDP’nin çıkardığı adaylardan yerel seçimler için ittifak içerisinde olabileceklerini görüyoruz. AKP-Erdoğan iktidarı 24 Haziran seçimleri sonrası kendi gerici-faşist iktidarının inşasını daha hızlı kılmak için gözünü budaktan sakınmıyor. İşçilere grev yasakları getirerek, giderek daha görünür hale gelen kriz koşullarında “yerli ve milli” propagandasını arttırarak, basın özgürlüğünün her türlü ihlalini para cezaları, RTÜK yolu ile yayın yasakları getirerek muhalif sesler üzerinde tüm baskısını hissettirmeye çalışıyor. Son dönemde Metin Akpınar ve Müjdat Gezen’e açılan davalar gibi her türlü farklı görüş ve söyleme karşı kendi mahkemelerine çıkararak yargılamaları örneklerden yalnızca biri.
KRİZE ÖRTBAS, HALKA GÖZDAĞI
Her gün meclisten çıkan haberlerle, iki politikacının birbirlerine söylediği sözler ile oluşan haber akışları ne yazıktır ki ne pazardaki fahiş fiyatların ne de halkın cebine girmeyen paranın üstünü örtebilmekte. Neredeyse temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak duruma gelen halk için de tepki göstermeleri durumunda havuz medyasının gündeminden uzunca süre indirmediği Müjdat Gezen ve Metin Akpınar örnek gösterilmektedir. Yani aslında yapılanlara baktığımızda tüm bunların krizin üstünü örtme ve halkın gösterebileceği tepkilere karşı gözdağı verme çabasından ayrı değerlendirilemeyeceğini söylemek mümkün. Amerika’nın Suriye’den çekilmesiyle beraber Türkiye’nin Ortadoğu üzerinden yeniden savaş politikalarını uygulayacak, milliyetçi-şovenist politikalar ile halkı kendine yedeklemeye çalışacak ve krizin yükünü yalnızca arttırmakla kalmayıp aynı zamanda “birlik ve beraberlik” çağrıları yaparak krizin üstünü de örtmeye çalışacaktır. Çıkacak her muhalif sese karşı da bu sefer kendisinin gündem ettiği Gezi olayları ile “Gezi olaylarında herkes dersini aldı. Bu ülkede bundan sonra bu tür olaylara girişenler bunun bedelini ağır öderler!” gibi tehditkâr söylemler ile halkın sokağa çıkmak, toplantı düzenlemek, protesto etmek vb. gibi en temel hakları gasp edilmeye çalışılacak.
KENT POLİTİKALARI VE KRİZ
İşten çıkarmaların arttığı, temel tüketim maddelerinin fiyatlarındaki artıştan anladığımız kadar üretimin durduğu, yoksulluk ve işsizliğin işçi sınıfını derinden etkilediği, kamu arazilerinin ve alanlarının hızla yok edildiği, ulaşım altyapısının iflas ettiği, kentlerin parçalanıp, merkezlerinin yok edildiği bir dönemde yaşanan ekonomik krizi kentlere bakarak anlamak mümkün. Tüm bu sorunlara cevap verecek bir muhatap aradığımızda ise rant dağıtıcısına, arsa komisyoncusuna ve aracıya dönüşmüş belediyeler ile karşı karşıya kalıyoruz.
Kapitalizmin tüm dünyada kendisini yeniden yapılandırdığı küreselleşme ve neoliberal politikalar ile sermaye odaklı ve finans merkezli ekonomik yapılanma kentsel alanları sermaye üretim aracı olarak belirlenmiş, egemen sınıfların taleplerine göre kentsel ve kırsal alanlarda yapılaşmanın önünü açacak yasal düzenlemeler getirilmiştir.
Yerel seçimler döneminde bir vaat ve tehdit aracı olarak kullanılan, plansız yapılaşmaya izin verilmiş alanlar sermayenin yeni yatırım alanları olarak önem kazandığı için el koyma yoluyla kent toprakları üzerinden emlak rantı sağlanmasının yolu bulunmuştur.
Bakanlık ve TOKİ tarafından yürütülen kentsel dönüşüm amaçlı projeler ise kentsel rantın asıl belirleyicisi haline gelmiş halkın ihtiyaçları ve bilimsel planlama ilkeleri göz ardı edilerek kendi sermaye gruplarının ihtiyaçlarına göre düzenlenen uygulamaların önünü açmıştır.
MERKEZİLEŞME VE YEREL YÖNETİMLER
Mevcut siyasi rejimin “merkezileşme ve otoriterleşme” politikalarını gerçekleştirme amacıyla yerel yönetimlerin özerk yapısı da değiştirilmiştir. 6360 sayılı yasa ile büyükşehir sayısı artırılmış; bu yerleşmelerde il özel idareleri ortadan kaldırılarak bu birimlerin sorumlulukları belediyelere verilmiştir. Ancak büyük bölümü kentsel yerleşmelere uzak olan, bu yerleşimlerden farklı nitelikte, kırsal alanlara özgü sorunlar taşıyan bu alanlar; hizmet götürmenin görece yüksek bedelleri nedeniyle belediye hizmetlerinden ihtiyaç duydukları payı alamamışlardır. Ayrıca, tüzel kişiliği olan köy muhtarlıkları da kaldırılarak köyler mahalleye dönüşmüş; köylüler köy ortak mallarını ve meralarını kaybetmişlerdir.
Seçim öncesi yeniden gündeme getirilen “Bütünşehir Yasası” ile de yerel yönetimlerin yerel mahalli ihtiyaçların gereğine göre karşılanmasının önüne geçerek siyasi iktidarın tüm illerde merkezi idareye bağlı bir yönetim anlayışını uygulamasının önünü açmaktadır. Hâlihazırda genel seçimlerin gölgesinde kalan yerel seçimlerin kentte yerel yönetimlerde nasıl bir politika izleneceğinden öte “hangi partiye ya da hangi isme verileceği” tartışmasına indirgenmesini de kolaylaştırıyor.
Meseleyi buradan ele alırsak mevcut kriz koşulları altında yeni yatırımların durdurulacağını söyleyen ve yeni yolu ya da köprüsü kalmayan cumhurbaşkanının elinde “Avrupa’nın en uzun köprüsü” söyleminden başka bir şeyde kalmamıştır.
NASIL BİR BELEDİYECİLİK İSTİYORUZ?
“Türkiye’de nasıl bir belediyecilik anlayışına ihtiyacımız var?” dediğimizde bugünün kentlerine ve Sovyet kentlerine, Sovyetlerde belediyecilik anlayışına karşılaştırmalı olarak bakmakta fayda var.
İlk olarak kapitalist sistemde burjuvazi üretim araçlarını kentlerde toplar ve ekonomik gücü elinde tutarak siyasi hayatı da kontrol etmektedir. Bu durum bir yanda kente göçü arttırırken diğer yandan gelen insanlarla beraber yeni altyapı sorunları da oluşmakta, kapitalizmin kendisi gibi kentler de girdiği bu krizlerden kentlileri mağdur ederek çıkmaktadır. Sovyetlerde ise şehirlerin nüfusu kontrol altına alınmaya çalışılmış ve şehirlerdeki artan nüfusu şehirle entegre olarak çalışan uydu kentler tasarlanmıştır. Aynı zamanda bugünün kentlerinde piyasanın getirdiği dalgalanmalar ve yüksek fiyatlar dolayısıyla emekçi kesimlerin çoğunluğunun bakımsız evlerde ya da gecekondularda yaşaması söz konusu iken Sovyetlerde özel mülkiyet kavramı olmadığı için belediyeler rant dağıtıcıları olarak görev yapmamakta, öte yandan piyasa dalgalanması bulunmadığı için gecekondulaşmadan, altyapısız ve bakımsız evlerden söz etmek mümkün değildi.
Kapitalist sistemde kentler birer ticaret ve alışveriş merkezi olarak algılanıyorken, Sovyetlerde kentler kültürel ve siyasal merkez olarak görülüyordu. Yani kent merkezlerini sosyal ve kültürel alanların oluşturduğu, halkın ücretsiz bir biçimde kentsel hizmetlere erişebildiği ve kullanabildiği kent merkezleri oluşturuluyor.
KENTSEL HİZMETLERE EŞİT ULAŞIM İSTİYORUZ
Bugün, belediyeler mahallelerdeki boş arsaları konut stokları ile dolduruyorken, Sovyetlerde nüfusa göre park alanları, kültür merkezleri, sağlık hizmetleri planlanıyordu. Üstelik bu planlamalar kent meclislerinde mahallelilerin bir araya gelerek verdiği kararlardan çıkıyordu. İnsanın yaşadığı mekâna şekil vermesi ve şekil verdiği mekânla birlikte yeniden şekillenmesini ve üretimini sağlıyordu.
Yani bugün ihtiyacımız olan belediyecilik anlayışı Sovyetlerde olduğu gibi yerel yönetimlerin eğitim, sağlık, sosyal hizmetler ve yardım gibi temel kamu hizmetlerine, kamusal alan sorumluluğu ile yaklaşan, kentte yaşayanların müşteri değil kentsel hizmetlere eşit ulaşma hakkına sahip vatandaşlar olduğu, kenti ilgilendiren konuların belediye meclislerinden önce kent konseylerinde halkın tartıştığı ve karar verdiği bir mekanizmanın bulunduğu, kentleşme politikalarının ve imar planlarının kâr ve rant temelinde değil, kamu yararına planlandığı ve insan odaklı projelerin üretildiği toplumcu ve halkçı bir belediyecilik anlayışı olmalıdır.