Ahmet Atalık: Tanzim satışlar aracıyı değil çiftçiyi vuruyor
Tanzimler, seçim nedeniyle yapılmış bir uygulama. Sorunlara şimdiye dek kulak tıkayıp seçime 1.5 ay kala satış noktaları açmakla tanzim satış oluşmaz.
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık | Fotoğraf: Evrensel
Serpil İLGÜN
Ekonomik krizin gündelik hayatımıza en fazla değdiği kalemlerin başında gelen meyve sebzedeki pahalılık ve “enflasyonla mücadele adına” açılan tanzimler, sokağın, dolayısıyla seçim propagandalarının başat gündemlerinden biri olmayı sürdürüyor.
Seçim gezilerini sürdüren Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın tanzim satış noktaları önlerinde uzayan kuyrukları eleştiren muhalefeti “Kuyruklar yokluk değil, varlık kuyruğu” sözleriyle yanıtlaması tanzimler başlığının yeni polemik konusunu oluştururken; sebze ve meyve fiyatlarındaki fahiş fiyatları ortaya çıkaran politikalar, “varlık-yokluk” tartışmasıyla daha da silikleşmiş oldu.
İktidarın propaganda malzemelerinden biri olarak kullanımını sürdürdüğü tanzim uygulamasını TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık’la konuştuk.
Güneşinin, suyunun, havasının ne ekilse onu verecek imkanlar sunduğu bir coğrafya bugün neden fahiş fiyatları ve gıda kuyruklarını tartışıyor? Belli başlı birçok sebze meyve üretiminde dünya sıralamasının ilk 10’unda yer alırken, neden domates 10 TL’ye tırmanıyor? Tarım ve hayvancılığı çöküşe sürükleyen politikalar neler? Tanzimler fiyatları düşürüp, üretimi artırır mı? Seçim sonrası çıkarılacağı söylenen “tarımda reform” paketi neyi hedefliyor?...
Ahmet Atalık yanıtladı.
Tanzim satış uygulaması çerçevesinde sürdürülen ‘gıda terörüyle mücadele’ söyleminin nelerin üstünü örttüğü ile başlayalım. Tarım ve hayvancılık alanında atılan belli başlı hangi adımlar bugüne zemin hazırladı ve Türkiye ucuz gıda kuyruklarını konuşur oldu?
Tarımın sorununun kendini göstermeye başlaması hususunda milat -başka alanlarda olduğu gibi- 24 Ocak kararlarıdır. Bu kararların önünü açan 12 Eylül darbesi de fiilen tarımın çöküşünün başladığı noktadır. Yabancı tohumların desteklendiği, sübvanse edildiği, yavaş yavaş alana girmesi için bütün mevzuat değişikliklerinin yapıldığı, daha sonra özelleştirmelerin gündeme geldiği IMF ve DB tarım projelerinin uygulamaya konması neticesinde tarıma vurulan darbe bugün de devam ediyor. Bu darbeler son yıllarda o dönemdeki şiddeti taşımasa da sorunları hafifletici veya iyiye götürücü adımlar da atılmıyor. Neticede sürekli alım gücü gerileyen, üretimden kaçan, alanı terk eden ve buna karşılık da nüfusu artan Türkiye ile karşı karşıyayız.
AKP, tek başına 16 yıldır ülkeyi yönetiyor. Bu 16 yıl sonunda Türkiye’nin gelmiş olduğu nokta bakliyatını okyanus ötesinden, buğdayını Ukrayna, Rusya’dan alan bir tablo. AKP iktidarı süresince buğday üretim alanlarımız yüzde 20’nin üzerinde daralmış. Yine nohutta yüzde 22, kuru fasulyede yüzde 53, kırmızı mercimekte yüzde 42, yeşil mercimekte yüzde 53 üretim alanları daralmış. Aynı durum sebze üretimi için de geçerli. Yani üç tarlamız varken iki tarlaya düştü ama 2005-2018 arasında nüfus sürekli artıyor. Şimdilerde sebze meyve kadar gündemde değil ancak benzer bir tablo hayvancılık alanında da söz konusu, ki zaten birbiriyle iç içe.
Hayvancılıkta durum ne?
2010 yılından beri devam eden canlı hayvan ve kırmızı et ithalatı, 2017 ve 2018’de artarak devam ediyor. Takip edenler hatırlayacaktır, ithal edilen ve 6 ay beslenip kesime gitmesi gereken hayvanların kesim zamanı geldi ama öteleniyor. Çünkü 2018 yılında 2017’ye göre kırmızı et ithali yüzde 195 arttı. Öyle kontrolsüz, öyle plansız bir ithalat var ki, onları eritebilmek adına diğerlerinin kesimlerini durdurdular ve besicinin elinde durduğu her gün zarar yazıyor. Yağlandığı için et kalitesi de düşüyor. Dolayısıyla 16 yılda bakıyoruz hayvancılıkta da tarımda da üretim oldukça geriledi. 16 yıllık tek partili dönemde çiftçi 3.2 milyon hektarlık, yani Belçika’dan büyük bir tarım arazisini artık ekmez oldu. Ekmediği gibi alanı terk etmeye başladı. Konunun boyutlarının anlaşılması için çarpıcı bir oran daha paylaşalım; çiftçinin tarımsal desteklerden faydalanmak için çiftçi kayıt sistemine kayıt olması gerekiyor. 16 yıllık sürede bu sisteme kayıtlı çiftçi sayısı 2 milyon 800’den 2 milyon 100 bine indi. Yani 700 bin çiftçi azaldı. Dışardan daha ucuz yollu ürün alındıkça içerde inatla üretmeye çalışan insanlar ürünlerini satamaz ya da zararına satar hale geliyor. Bu da kalanların da hızla tarımdan uzaklaşmasına neden oluyor.
İthalat kuşkusuz önemli bir etken ancak başka hangi sorunlar tarım alanlarının terk edilmesine neden oluyor?
Malumunuz 2018’de etkileri devam eden bir kriz yılı yaşadık. Bir yandan enflasyon kontrolsüz yükselirken, bir yandan döviz kurları hızla yukarı tırmandı ve TL değer kaybetmeye başladı. Yani çiftçi, ithalat politikalarının yanında, girdi fiyatlarının son derece pahalanması nedeniyle de alım gücünü iyice kaybetti. Çiftçinin üretim için esas girdilerinden biri olan mazot yüzde 35’e kadar yükseldi, gübrede fiyat artışları yüzde 100’ün üzerine çıktı, yine tarım ilaçlarındaki artışların yüzde 80’leri bulduğuna şahit olduk. Bu nedenle 2018’de ciddi manada yaşanan üretim kaybı, 2019’da daha büyük yaşanacak çünkü çiftçi gübre, tarım ilacı kullanamadı. Ki, şu anda yaşadığımız sorunlar yeterli tarım ilacı kullanamamasıyla da alakalı. Çiftçi zaten kazanamadığı için alanı terk ediyor; üstüne bir de döviz artışı, enflasyon eklenince 2019 üretimi de bundan doğal olarak etkilenecek. Üretim düştükçe fiyatlar yükseliyor. Bunun karşısında hemen gümrük vergileri indiriliyor, hatta birçoğunda sıfırlanıyor, hemen ithalat maşası gösteriliyor.
Şu da önemli; geçmişte müdahale kurumları dediğimiz kamu iktisadi teşekküllerini ya özelleştirmişiz, satmışız, kapatmışız ya da işlevsizleştirmişiz. Yani devletin tarım sektörüne müdahale eden tüm kollarını kesip atmışız, kalan kol da işlemez hale gelmiş. Örneğin gübre üreten TÜGSAŞ’ı sattık, tarım ve gübre ilacı dağıtan Zirai Donatım Kurumunu kapattık, Et Balık Kurumlarını, Süt Endüstrisi Kurumlarını, bunlara yem üreten YEMSAN’ları özelleştirdik, kapattık veya işlevsizleştirdik...
Çiftçi, sadece bir kısmından bahsettiğimiz böyle olumsuzluklar yaşarken piyasada ürün miktarının azalmasından kaynaklı, fiyatlarda yükselme oldu. Üretim alanındaki olumsuzluklara, sürekli dile getirdiğimiz pazarlama zincirinin halkalarındaki sorunlar da eklenince fiyatlar hepten yukarı gitti.
GIDA TERÖRİSTİ SÖYLEMİ VE TANZİMLER ALGI OPERASYONU
Üreticiden 50 kuruşa alınan ürüne markette 10 lira etiket konabildiğinden ve bu durum yıllardır sürdüğünden ‘gıda teröristleri’ nitelemesinin halkın bir kesiminde karşılığı var. Peki, kim bu ‘gıda teröristleri’ ve neden daha önce değil de bugün hedefteler?
Bir kere tutup herkesi terörist ilan etmek, kabul edilir değil. Pazarcısı, manavcısı, halcisi, marketçisi... Hepsini esnaf olarak kategorize edersek, bu ülkede namusuyla çalışan esnaf da var ama bu söylemler tarımın kötüye gidişinin üzerini örtmek için de işlev görüyor.
İşin pazarlama ayağına gelirsek, çiftçi komisyonculara ya da tüccarlara mahkum piyasada. Bu komisyoncular büyük marketler ya da tüccarlarla çalıştığı gibi, hallerle de çalışıyor. Dolayısıyla üretici son derece yüksek maliyetlerle ürününü yetiştirmeye çalışırken, diğer yandan tüccar da mümkün olan en düşük fiyattan ürünü alarak, en iyi kârla satma gibi olağan özel sektör refleksi içinde davranıyor. Bu zincir ne kadar artarsa fiyat o kadar yükseliyor. Bu, işi bilmeyen aracılar nedeniyle ürün kayıplarına da neden oluyor.
Bakın, tanzim satış noktalarında bir ürün kaça satılırsa satılsın, yine pahalı. Neden pahalı? Birincisi, girdilerin yüksekliğinden dolayı pahalı bir maliyetle üretiliyor, kârsız satılsa bile halkımız yine pahalıya yiyor. İkincisi, insanların alım gücü daha da düşüyor. Asgari ücretin 2 bin 20 lira olduğu ve milyonlarca kişinin bu şekilde çalıştığı bir ülkede insanların gıda ürünlerine yeterli düzeyde ulaşabilmesi mümkün değil.
Nasıl mümkün olur?
Halkın ucuz, güvenli gıdaya erişimini isteyen bir hükümetin önce tarımın sorunlarını gidermesi gerekir. Kooperatifleşmeyi teşvik etmesi, tanzim noktalarını daha doğru şekilde oluşturması, buna karşılık bu alana hizmet veren esnafın yüklerini hafifletmek gerekir. Örneğin gıda taşıyan araçların mazot vergileri indirilsin, astronomik fiyatlar koyanlar, belirlenen kâr marjının üstüne çıkanlar denetlensin ve cezalandırılsın. Ancak 16 yıldır bu adımların hiçbirini göremedik maalesef. 16 yıldır ülkeyi yöneten hükümet kendi piyasa kurallarını oluşturdu ve tablo bu şekle geldi.
Bir diğer nokta da şu; sebzeyi, bakliyatı devlet imkanları üzerinden tanzim satışlar yoluyla halka sunabilmek mümkün değil.
Neden değil?
Bakın, şu anda belediyenin personel ve araçları üzerinden satış yapılıyor. Yani ne kira, ne elektrik, ne taşıma... hiçbir masraf olmaksızın bir satış var. Bu yolla halka daha fazla ürün ulaştırmayı hedeflerseniz yeni yerler açmak zorundasınız. Açtığınız yerde personel çalıştırmak, vergi, sigorta ödemek, yani diğerlerinin yaptığı masrafları yapmak zorundasınız. O zaman yine fiyat yükselecek.
Dolayısıyla tanzimler, seçim nedeniyle yapılmış bir uygulamadır ve büyük ihtimalle daha sonra ortadan kaldırılacaktır. Hem terörist söylemi, hem tanzimler algı operasyonundan öte bir şey değil. Tüketicinin cebine çok dokunmaya başlayan sebze meyve ve diğer gıda maddelerindeki artışın oyları düşürmesini engellemek için, eskiden sosyal demokratların mucidi olduğu bir sistem alelacele ama yanlış biçimde ortaya konuyor. Yaşanan sorunlara bugüne kadar kulak tıkayıp, seçime 1.5 ay kala tanzim satış noktaları açmakla tanzim satış oluşmaz. Doğru bir sistemde, çiftçinin kooperatifleşmesi teşvik edilerek tanzim zinciri oluşturulabilir. Esnafın aradan çıkarılması mümkün değil ancak yine bu zincir içinde kâr marjları hesaplanarak belli bir kâr marjı üzerinden satmaları sağlanabilir.
Peki, iddia edildiği gibi tanzim satışlarının yaygınlaştırılması üreticinin üretimini artırır ve kazandırır mı?
Bilakis daha kötü noktaya getirecek. Zira diğer marketler, -tekel yaratıp üzerine fahiş fiyatlar getirenleri bir kenara bırakıyorum-, namusuyla çalışan esnaf ne yapacak; “Kardeşim sen bana 4 liradan getiriyorsun, tanzimde 3 liraya satılıyor. Benim 4 liranın üzerine 2 lira koymam lazım masraflarımı çıkarabilmem için. Bana bunu 4 liradan değil de, 1.5 TL’den ya da 2 TL’den ver. Ben de 3 TL’den satmak istiyorum!” Bu sefer o sistem gidecek çiftçiye ne diyecek; “Kardeş ben senin ürününü 2 TL’den alıyordum ama sen de bana 75 kuruştan satacaksın ki ben de ürününü pazarlayabileyim.”
Yani olan yine çiftçiye oluyor...
Çiftçiye olacak. Şimdi herkes bekleyiş içinde, seçimden sonra bu sistem muhtemelen bitecek. Sistem böyle devam ederse de çiftçinin üretimine bir baskı unsuru olarak yansıyacak. Zaten kazanamayan çiftçinin daha da hızlı alanı terk etmesine yol açacak. Oldukça sınırlı sayıda tüketici memnun olurken, gelecek için daha büyük sıkıntıları beraberinde getirecek.
VARLIKLI OLAN 3 LİRADAN ÜRÜN ALMAK İÇİN 2 SAAT KUYRUKTA BEKLEMEZ
Erdoğan’ın, ‘kuyrukların yokluk değil varlık kuyruğu olduğu’ yönündeki sözlerini nasıl değerlendirirsiniz?
Doğrusu kuyruk nasıl varlık kuyruğu oluyor, benim mantığım almıyor. 6 liralık domatesi 3 liraya almak için 3 saat kuyrukta bekliyorsa, birileri bunun varlık kuyruğu olduğunu söyleyebilir ama bunu yaşayanlar veya dışarıdan gelip de bu kuyrukları görenler, insanların çaresizlikten o kuyruklara girdiğini görecektir. Yoksa varlıklı bir insan, 6 liralık ürünü 3 liradan almak için 2 saat hiçbir kuyrukta beklemez.
Geldiğimiz noktada tablo şu; gıdayı ucuz yolla temin için devlet, özel sektöre karşı! Özel sektördekiler terörist ilan edildi! Peki, bir süredir yeni hal yasasından bahsediliyor. Yeni hal düzeninde ürünlerde yüzde 30 fiyat indirimi sağlanacağı söyleniyor. 2010’da Hal Yasası çıkarılırken de yüzde 25 indirim getirileceği söylenmişti, şimdi yüzde 30’a çıkarılacak deniyor. Başka ne deniyor? “Özel sektör eliyle işletilecek” deniyor. E, özel sektörü “gıda teröristi” ilan etti hükümet!
İktidara yakın yazarlardan Abdülkadir Selvi, tarımda hal yasasını da içine alan daha geniş bir reform yapılacağından söz ederek, şu ipuçlarını verdi: ‘Büyük komisyoncular ve bazı büyük marketler üreticiye avans vermek suretiyle ekim yaptıracak. Sözleşmeli tarımla güçlü bir sermayenin sektöre girmesi amaçlanıyor...’ Sözü edilen “reform” gerçekleşirse üreticiyi ne bekliyor?
Maalesef bu ülkede sözleşmeli tarımla uğraşan, bu kanala yönelen çiftçilerin perişan oldukları yönünde yığınla örnek var. Tüketiciye makul fiyatla kaliteli ve yeterli gıdanın sunulabilmesi için halkın alım gücünün düzeltilmesi, üreticinin sorunlarının çözülmesi gerekir. Tüketiciyle üreticinin kooperatifler üzerinden ilişkisinin kurulması gerekir, Avrupa’da çiftçi kooperatiflerinin tarım politikalarını yönlendirecek kadar güçleri vardır. Avrupa’da çiftçiler, yüzde 70 ile yüzde 98 oranında kooperatif çatılar altında örgütlü. Türkiye’de böyle bir sistem yok, o nedenle üretim planlaması da oluşamıyor. Tüketici talebini iletirken üreticiye, üretici de kendi arasında iş bölümü yaparak piyasaya göre üretimini ne kazanacağını da bilerek yapıyor. Böyle bir mevzu var mı bahsedilen “reformun” içinde, yok. Bir gıda politikası ortaya konulacaksa buradan başlamak gerekiyor, böyle bir çözümün olmadığı hiçbir paket Türkiye’de “yerli milli” üretimi sağlayamaz, tüketicinin de ucuz ve kaliteli gıdaya ulaşmasını engeller.
Biz tüketicilerin de örgütlenmesi artık şart. Örneğin İstanbul’da gıda toplulukları oluşmaya başladı, tüketim kooperatifleri oluştu, birçok tüketim kooperatifleri girişimleri mevcut, onlarla birlikte etkinlikler de düzenliyoruz. Kooperatifler zinciri ne kadar büyürse, birbiriyle irtibatlı olurlarsa, o kadar daha kaliteli ve ucuza ürüne ulaşacağız. Bu hem çiftçiyi üretime teşvik etmek açısından, hem de sağlıklı beslenebilmek için çok önemli.
TÜRKİYE TARIMSAL DESTEĞE BÜTÇESİNİN YÜZDE 1’İNİ AYIRMAZKEN AB, YÜZDE 45’İNİ AYIRIYOR
Tarımsal destekten faydalanmak için sisteme giren çiftçilerin 16 yılda 700 bin azaldığını belirttiniz. Ancak İktidar sıklıkla çeşitli rakamlar telaffuz ederek çiftçiye desteği arttırdıklarını söylüyor. Destek arttırılıyorsa sayı neden düşüyor?
Sayın Tarım Bakanı geçtiğimiz günlerde sosyal medya hesabından “Burdurlu çiftçilerimize 1,1 Katrilyon tarımsal destek verdik” şeklinde bir paylaşımda bulundu. Ben de altına şu yorumu yazdım: 2018 yılında çiftçilere verilen toplam desteğin 14.5 milyar TL olduğu göz önüne alındığında sadece bir tek şehrin çiftçilerine katrilyon olarak ifade edilen destekten söz edilmesi çok manidar!
AKP hükümetinin 2006 yılında çıkarılan bir Tarım Kanu’nu var, 21. Maddesi’nde “tarıma verilecek destekler milli gelirin yüzde 1’nden daha az olamaz” der. Öyle olsaydı, 2018’de 37 milyar 400 milyon lira destek verilmesi gerekirdi, oysa verilen destek 14.5 milyar lira. Yani yarısı bile değil. 2019 bütçesi üzerinden baktığımızda 44.5 milyar lira olması gerekirdi milli gelir tahmini üzerinden, ancak bütçeye koydukları miktar 16.1 milyar lira. Okurların kıyaslama yapmalarını kolaylaştırmak için Avrupa örneğini verelim. AB ortak tarım politikasını oluşturduğu 1962 yılından itibaren ilk dönemlerinde tarımına bütçesinin yüzde 70’ini destek olarak sundu. Şu anda 2014-2020 bütçesini kullanıyor ve hala bütçesinin yüzde 45’ini tarımsal desteklere ayırıyor. Yani AB ile karşılaştırdığımızda çiftçiye bir cep harçlığı bile verilmemiştir. Ki, Avrupa tarımsal alt yapı yatırımlarını bitirmiştir, bizde daha arazileri bir araya toplama işini becerememişiz, sulama yatırımlarımızı tamamlayamamışız...
ÇİFTÇİ KAZANAMADIĞI GİBİ TARLASI, TRAKTÖRÜ YABANCI BANKALARIN ELİNE GEÇİYOR
Peki verilen destekler neye harcanıyor?
Bir de o konu var. Verilen destekler tarıma yöneliyor mu, verime ve kaliteye etki ediyor mu… böyle bir etki analizi de yok. Neticede tarım desteklerinden aradığını bulamayan çiftçi banka kredilerine yöneliyor. 2018 yılında 14.5 milyar tarımsal destek verilmesine karşın, çiftçinin bankalardan kullandığı kredi borcu 102 milyar liraya yükseldi. Bir de şuna dikkat etmek gerekiyor, BDDK verilerini incelediğimizde Mayıs ayına kadar çiftçinin kredi alımında artış görüyoruz. Haziran ayından, yani dövizin hızla yukarı tırmanışından itibaren de kredilerinin sabitlenmeye başladığını görüyoruz. Yani çiftçi kredi almasını da durdurmuş vaziyette. Tarım desteğinden aradığını bulamayıp kredilere yönelmesi bir nebze nefes aldırırken, kredinin sabit kalması ve artık kredi dahi kullanmıyor olması da tarımımız açısından bir risk.
Yani normal şartlarda kredi kullanmak olumsuz bir gösterge değil?
Kazanan çiftçilerin işlerini daha kaliteli yapmaları açısından kredi kullanabiliyor olmaları büyük avantajdır. Ama ülkemizde kazanamayan çiftçinin kurtuluş çaresi olarak kredilere yönlenmesi ve sonuçta onları ödeyemez bir duruma gelmesi de ülke tarımının bir başka çöküş yoludur. Şunu da vurgulamak gerekir, kredilerin yaklaşık yüzde 70’lik bölümünü hala devlet bankaları sağlıyor. Buna karşın icralık olan kredi miktarına baktığımızda devlet bankalarından icralık oranı çok daha düşükken özel, özellikle de yabancı bankaların kullandırttığı tarımsal kredi miktarı hızla yükseliyor. Ki onlar, devlet bankalarına göre çok daha az kredi veriyorlar. Nitekim 2017 yılına göre 2018 yılında icraya düşen kredi miktarında yüzde 50’lik bir artış var, 2019’da daha fazla olacak. Yani çiftçimiz kazanamadığı gibi tarlası, traktörü, malı mülkü, yabancı bankaların egemenliği altına girmeye başlıyor. Bu da Türkiye tarımı ve gıda egemenliği, gelecek nesillerin beslenmesi açısından son derece riskli bir durumu karşımıza çıkarıyor.
YAPILAN HER İTHALAT İÇERDE ÜRETİM EKSİKLİĞİ YARATIYOR
Malumunuz son yıllarda, tank üretiminden yerel seçim adaylarına her duruma uyarlanan yerli ve millilik, tarım alanı için de sıklıkla kullanılıyor. Vurguladınız, patatesten buğdaya pek çok gıda ürününün ithalatı artıyor. Yine, sektörde faaliyet gösteren pek çok fabrika yabancı tekellerce satın alındı. O halde “yerlilik ve millilik nerede” diye soralım. Daha da önemlisi yerli ve milli ürün kaldı mı?
Yerli milli kulağa hoş gelen bir tabir ama artık yerli malı haftalarını da yapamaz olduk çünkü yerli ürün bulamıyoruz. İzlenen politikalar ülkede yerli hiçbir şey kalmamasına yol açtı. Belirttiğim gibi, anavatanı olduğumuz ürünler de bile dışarıya bağımlı hale geldik maalesef. Yapılan her bir ithalat üretimimizi olumsuz etkiliyor, sonra da öyle bir bağımlı hale geliyoruz ki, bırakın ithalatı bitirmeyi, hızını düşürdüğümüz takdirde de fiyatlar yükselmeye başlıyor çünkü ithalata ağırlık verildiği için, içerde sürekli üretim eksikliği oluşmaya başlıyor.
BEYAZ ET SEKTÖRÜNDE DE KRİZ BAŞLADI
Böyle diyorsunuz ancak Nisan 2018 Erdoğan çiftçiler için verdiği bir yemekte özetle şunları söyledi: “Sofrasında tükettiği gıdayı dışarıdan alan ülkenin bağımsızlık iddiası havada kalmaya mahkûmdur… Bu ülkenin son 15 senede tarım ve hayvancılıkta nasıl ilerleme kaydettiğini en iyi sizler biliyorsunuz...”
Efendim bu sözlere karşılık o çiftçiler seslerini çıkarmıyorsa onlar çiftçi değildir ya da korkuyorlardır.
Ülkemizde 15 milyon tona yakın kaba yem açığı var. Yani bir yandan yem açığımız, bir yandan da fiyat artışlarımız var. Fabrika yemi dediğimiz yemin ana maddesini soya ve mısır oluşturuyor. Her ikisinde de 2018 yılında yine rekorlar kırdık. Soya ithalatımız 2.5 milyon tonun üzerine çıktı, mısır ithalatımız yine tarihinde ilk kez 2.1 milyon tona çıktı.
Edirne Ticaret Borsası rakamlarında göre, üretici 2018 yılı ocak ayında canlı danasının kilogramını 15 lira 16 kuruştan satarken, aralık ayında 15 lira 11 kuruştan satmış. Yani fiyat artması gerekirken düşmüş. Yemin de giderek pahalanması, işin hayvancılık tarafında da üretimi içinden çıkılamaz hale getirirdi. Sektörün birçok büyük firması konkordato ilan etti. Veya başkalarına devredip sahadan çıkmaya başladılar. Beyaz et üretiminde de tablo benzer. Tavuk sektöründe yaygın kullanılan soyadaki yüzde 50’ye yakın artış sektörü zora soktu, üretim yapan küçük üreticiler paralarını alamadıkları için krize girdiler. Yani beyaz et sektöründe de kriz başladı. Kesilen, üretilen tavuk eti miktarına baktığımızda 2017 ile 2018’in tıpatıp birbirinin aynı miktarlarda olduğunu görüyoruz. Ki, nüfus bu arada 2 milyon arttı. Fiyata baktığımızda da beyaz et oranı yüzde 33 dolayında artmış. Enflasyona göre oldukça yüksek bir rakam. Dolayısıyla tavukçuluk açısından üretim gerilemeye başladı. Tüketici de yükselen fiyatlar karşısında bu gıdalara ulaşmakta zorluk yaşıyor.