Eskimolarım ve avuç içimdeki ter
Yazları Adana’da dışarı çıkmak zorunda olanlar bilirler eskimoyu, hani şimdilerde karsambaç veya meybuz dediklerinin gerçek adıdır Adana’da...
Fotoğraf: Pixabay
Gökmen ÖZCEYLAN
Güneşin tam tepede olduğu saatlerdi. Öyle sıcak bir Adana gününü size hiçbir kelime dizisi anlatamaz. Güneşe ateş eden bir şahsı ancak Adana’da temmuz ayında öğlen saatinde dışarıda olmak zorunda olan anlayabilir. Akşamdan satmam için büyükannem tarafından hazırlanmış eskimoların tahta kutusu, içi buzlarla dolu, erimemesi için tam bir yüke dönmüş durumdaydı omuzumda. Yazları Adana’da dışarı çıkmak zorunda olanlar bilirler eskimoyu, hani şimdilerde karsambaç veya meybuz dediklerinin gerçek adıdır Adana’da. O sıcaklarda içinizi buz gibi soğutur.
Çocukluğum, bir eskimonun Adana sıcağında erimesi gibi eriyordu her gün. Akşamdan büyükannem bizim sokakta bulduğumuz veya evlerde kullanıp da atmadığımız ilaç kutularının içine meyve suyu hazırlar, donduktan sonra eskimomuzu rahat tutalım diye içine bir tahta çubuk parçası koyardı. Sonra bu ilaç kutusunu buzdolabının buzluğuna bırakırdı. Bunlardan yirmi tane hazırlardı satalım diye her gün. Sabaha kadar donan eskimolarımızı, karşı sokakta oturan marangoz Orhan ustanın bize hazırladığı kutudan çantalara yerleştirirdik. Tüm gün satış sırasında erimesin diye altına kalıp buz, üstüne eskimolarımız, onun da üstüne yeniden buz parçası koyardık. Buzları beze sarardık. Eriyip de eskimolarımızı ıslatıp daha kolay erimelerini sağlamasın diye. Öyle ağır olurdu ki o kutu, iki saatten fazla onu taşımamıza imkan yoktu. Zaten iki saat içinde satılamayan eskimolar eriyip telef olurlardı. Sıcağın insanlara etkisinin en fazla olduğu zamanda özellikle pazarlara, futbol sahası kenarlarına koşardık. O yirmi tane satılınca eve gitmeden gidip bir büyük şişe meyve suyu alır, bir gün sonrasının eskimoları için gerekli hammaddemiz hazır olurdu. Geri kalan para da bize kalırdı. Öyle sıcak olurdu ki hava bazen aradan bir tane yememek için tüm öğlen kavga eder dururduk kendimizle.
Yine böyle kavurucu bir sıcakta İstanbul’da oğlumu getirdiğim çocuk müzesinde hatırlıyorum o günlerimi. Hele bir öğlen vardı ki hiç unutamıyorum. O öğlen sıcağında pazar alanında istediğim kadar eskimo satamayınca mahalle aralarına dalmıştım. Elimde sekiz tane daha en fazla bir saat içinde bitirmem gereken ve her an erimeye hazır eskimom vardı. Mahalle arasında bir boşluk alana dört tane taşla kurulmuş bir toprak saha görünce hemen yaklaştım yanına. Bomboştu. Öğlenin bu sıcağında top oynamaya gelecek çocuk bulmak, sonra bu çocukların terleyince benim eskimolarıma ihtiyaç duymalarını beklemek kocaman bir hayaldi. Ancak çocukluk dediğimiz de koskocaman hayallerle beslenen en güzel çağlar değil miydi? Çok güzel hatırlıyor insan bu yaşlara gelince o günleri. Hayalini kurardık herhangi bir şeyin ve o mutlaka olurdu. Mesele doğru veya yanlış hayaller kurmak da değildi. Mesele hayal kurabilmeyi ve kurduğun o hayalin gerçekleşene kadar sabır ve inatla umutsuzluğa veya mutsuzluğa düşmeden peşinden koşabilmeyi öğrenmekti.
Sunay Akın’ın ‘Bir elinizde çocuğunuz, bir elinizde çocukluğunuz’ sloganıyla kurduğu bu muhteşem müzenin sadece bana ve çocukluğuma kurulduğunu bilmek harika bir duyguydu. Oğlumun avuç içleri terliyordu o müzenin oyuncak camekanlarının karşısında gezerken. Elimi tutarken ellerindeki terin o oyuncakları ellerinde isteyip de ulaşamamasının teri olduğunu hissediyordum. Bir çocuğu o müzeye götürüp gezdirirken en ciddi sorununuz bu olacaktır. Her çocuk o oyuncakları avuçlarında isteyecektir. Her çocuk o oyuncaklara sahip olamayıp gezmeye devam ettikçe avuçlarının içi terleyecektir.
Bu terin Adana’daki o sıcaklarda benim avuç içlerimdeki terle aynı olduğunu bütün damarlarımda hissediyordum. Adana sıcağına ek olarak sattığım o eskimoların benim olduğunu düşünsem bile avucuma alamamamın teri ile aynıydı oğlumun avuç içindeki teri. Aklımda birden şimşek çakar gibi bir Sunay Akın şiiri çakıyordu. ‘eşit olmadığı/ söylenir insanların/ aynı boyda olmayan/ beş parmağı gibi bir elin/ oysa uzanır/ nice yorgun/ emekçinin dudağı/ su dolu avucuma/ elimin /eşit olmayan/ beş parmağını/getirince bir araya’.*
Zaten tüm müze gezimiz sırasında aklımda o kelime oyunları. Bir adam kelimelerle çocukluğumun oyuncakları gibi ancak böyle güzel oynayabilirdi. Oğlumun avuç içlerindeki ter, benim ilaç kutusundan eskimolarım, O öğleden sonra Adana sıcağında olmayacak hayallerin peşinden kan ter içinde erimelerim, hepsi eşlik ediyordu bize bu müzede.
Antik acılardan bu yana tanıştığım bu kelime oyuncakçısının oyunlarını hep imrenerek takip ediyordum, oğlum beni nasıl takip ediyorsa bu rengarenk oyuncakların arasında.
Acaba Sunay Akın’ın bu müzesi bana o ıssız adada göreyim diye yaktığı kibrit olabilir mi?
Sigaramı mı yakıyorum acaba bu ateşle?
Olabilir de olmayabilir de.
Yine de bu ateşi yakan, beni tekrar o cehennem Adana sıcaklarına götüren, oğlumun avuç içlerini terleten, düşlerimi, düşmelerimi sevdiren bu oyunlara ve oyuncaklara şiir dedirten kişiye şair derim. Şair diyorlar benim için/ bilmiyorum oysa/ her şiire konmalı mı uyak /her yere nedense/ konamıyor tayyare/ hay dilimi/ arı türkçe soksun; uçak./ Kaptan olmak isterdim/ aynanın karşısında/ eski bir sinema yıldızı/ gibi ağlayan/ İstanbul hatlarında/ bir fırça hafifliğiyle gidip/ gelen vapurlara...**
Eskimo bir şair dokunuyor omzuma
ve Kız Kulesi’ni göstererek
bırak artık diyor üzülmeyi
yedi tepeli bu şehirde
şiir okunacak tek yer
elbette denizin ortasındaki
şu küçük buz dağı
Terzi olsa da babam
sökük dikmesini beceremem
beni yalnızca sen anlarsın
iğnenin deliğinden geçsin
diye ipliklerin
bir anlık ıslatıldığı dudaklara
takılıp kalan annem **
* Bir araya - Sunay Akın
** Beceriksiz - Sunay Akın