Verilerle Türkiye'de sosyal adalet(sizlik)
20 Şubat Dünya Sosyal Adalet Günüydü. Bu vesileyle Türkiye'deki eşitsizlik ve adaletsizliklerin bir bölümüne dair verileri derledik; değerlendirdik.
Fotoğraf: Pixabay
Zeliş IRMAK
İsmail Gökhan BAYRAM
Cem ŞİMŞEK
20 Şubat Dünya Sosyal Adalet Günü. Birleşmiş Milletler dünyadaki yoksulluk ve işsizlik konularına kamuoyunun daha fazla ilgisini çekebilmek için 2009 yılından itibaren geçerli olmak üzere 20 Şubat’ı ‘Dünya Sosyal Adalet Günü’ ilan etti. Peki Türkiye’de sosyal adalet ne durumda? Gelir dağılımından, kamusal hizmetlerin nitelik ve nicelik sorununa, cinsiyet eşitliğinden temel hak ve özgürlüklerin ne oranda karşılık bulduğuna kadar pek çok alanda Türkiye tablosunu inceledik. Türkiye İstatistik Kurumununkiler başta olmak üzere pek çok veriyi uluslar arası ölçekte ele alıp bunların sonuçlarını alanındaki ilgili kişilerle değerlendirdik. İşte sonuçlar...
GELİR DAĞILIMI VE EKONOMİK TABLO
Sosyal adaletin tesisinde temel belirleyicilerden biri gelir dağılımı... Dünyanın diğer pek çok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de gelir dağılımı adaletsizliğindeki makas göze çarpıyor. 2017'de en düşük gelire sahip yüzde 20'lik toplam gelirden yalnızca yüzde 6,2 pay alırken; en yüksek yüzde 20’ye düşen pay ise yüzde 47,2. En düşük gelir grubunu oluşturan yüzde 20’lik kesimin harcamaları ise bu kişilerin hayatını asgaride sürdürmekte bile zorlandığının göstergesi. Zira 2017’de bu grup gelirinin yüzde 31,9’unu konut ve kira için harcadı. Gelirinin yüzde 28,6’sını gıda için kullanan en yoksul yüzde 20’nin ulaşım harcamaları ise toplam gelirde yüzde 10,2 paya sahip. Bu grubun eğitim ve kültür için yaptığı harcama ise gelirinin yalnızca yüzde 1,5’ine denk düşüyor.
Halkın harcanabilir gelir içindeki borç oranı ise çok yüksek. Rakamlar işçi ve emekçilerin adeta hayatlarını borçla sürdürmek zorunda kaldığının göstergesi... 2002’de yüzde 3 olan harcanabilir gelir içerisindeki borç oranı 2017’nin 3. çeyreğinde yüzde 47’ye ulaştı. Krizin yaşandığı 2009’da bu rakam yüzde 36 idi.
Artan borç oranlarıyla birlikte ‘iflasa’ sürüklenen işçi ve emekçiler işçi ve emekçilerin sayısı da her geçen gün artıyor. 2009’da 686 bin olan bireysel kredi borcunu ödememiş kişi sayısı 2011’de 417 bine geriledi. Bu sayı 2017’de ise 750 bine ulaştı. 2018’de rakamların çok daha yüksek olacağını öngörmek için fal açmaya gerek yok.
SOSYAL VE EKONOMİK HAKLAR İÇİN ADALET MÜCADELESİ
İşçi ve emekçilerin payına toplam gelirden yoksulluk düşerken ve emekçiler bu yoksulluk içerisinde hayatlarını asgari şekilde sürdürmeye çalışırken insanca yaşanacak bir ücret için verilen mücadeleler de yasak ve engellemelerle karşılaşıyor. İnsanca yaşanabilir ücret için işçilerin en önemli mücadele araçlarından olan grev AKP döneminde defalarca yasaklandı. Yıllara göre azalan grev sayıları hem işçi sınıfının her geçen gün daha güvencesiz ve örgütsüz bir çalışmaya mahkum edildiğinin hem de yasaklanan grevlerin ne anlama geldiğinin ifadesi.
Türkiye tarihi açısından işçi ve emekçilerin en örgütlü olduğu ve bahar eylemlerine sahne olan 1989’da kamu ve özel sektörde toplam 171 olan grev sayısı 1990’da 458’e çıktı. Bu sayı 2011 ve 2012’de tek haneli rakamlara kadar geriledi. 2015’te tanık olduğumuz grevlerin sayısı ise 27. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan OHAL’i grevleri engellemek için ilan ettiklerini ifade etmişti. AKP döneminde 9’u OHAL gölgesinde geçen süreçte olmak üzere toplam 16 grev yasaklandı.
TÜRKİYE EĞİTİMDE NE DURUMDA?
Sosyal adaletin sağlanabilmesi için temel kamusal hizmetlerin ücretsiz ve nitelikli olması da büyük önem taşıyor. Toplumun farklı kesimleri arasındaki eşitsizliğin giderilmesi için eğitim harcamaları önemli yer tutuyor. Eğitim hizmetinin ‘parasız ve nitelikli’ şekilde toplumun tüm kesimlerine sunulması talebi eğitimciler ve öğrenciler tarafından her fırsatta dile getirilirken bu alana ilişkin veriler taleplerin çok uzağında.
Eğitim bütçesinin GSYH’deki payı, 2016’dan bu yana düşüş gösteriyor. Bu, hükümetin ülkenin toplam gelirlerinden eğitime ayırdığı bütçenin payının düştüğünü ifade ediyor.
Türkiye’de eğitimi terk etme oranı da çok yüksek. 2017 verilerine göre Türkiye’de eğitimi terk etme oranı yüzde 32,5’le Türkiye, eğitimi terk etme oranında AB ülkelerinin çok üstünde. AB ülkelerinin ortalamasında ise bu rakam yüzde 10,6.
Türkiye’de bölgelere göre eğitimi terk etme oranları da büyük farklar gösteriyor. Özellikle işsizlik ve yoksulluğun daha yoğun olduğu bölgelerde bu rakamın yüksek olması dikkat çekmekle birlikte şaşırtmıyor. Eğitimi terk etme oranlarında yüzde 47,9 ile Güneydoğu Anadolu ilk sırada yer alırken onu 45,3 ile Ortadoğu Anadolu takip ediyor.
Kız çocuklarının okullaşma oranı da sosyal adaletsizliğin her geçen gün arttığını ortaya koyuyor. Verilere göre 2013-2014 öğretim yılında yüzde 99,61 olan kız çocuklarının okullaşma oranı, 2016-2017 öğretim yılına gelene kadar kademeli olarak azalarak yüzde 91,24’e geriledi. Bu rakam 10 yıl önce bile yüzde 95,97 düzeyinde idi. Bu oranın 4+4+4 eğitim sistemine geçilmesinin ardından düşüş göstermesi ise bu sisteme karşı mücadele yürüten eğitim emekçilerinin kaygılarının haklı çıktığının göstergesi.
Yıllara göre atanan öğretmen sayıları da hükümetin eğitime verdiği önemin yıldan yıla azaldığı tezini güçlendiriyor. Zira 2012’de atanan öğretmen sayısı 56 bini aşkınken; bu sayı 2015’te 52 bin oluyor. 2018’de ise 20 bin civarında öğretmen ataması yapıldı. İşsiz öğretmen sayısının 500 bine ulaştığı tahmin ediliyor. Ayrıca Eğitim Sen’e göre okullarda 100 bin öğretmen açığı bulunuyor.
ERKAN AYDOĞANOĞLU: EĞİTİME AYRILAN PAY ARTARKEN EĞİTİM YATIRIMLARI DÜŞÜYOR
Eğitime ilişkin verileri değerlendiren Eğitim Sen Uzmanı Erkan Aydoğanoğlu, milli gelirden eğitime ayrılan paydaki göreli artışa karşı eğitim harcamalarının esas yükünün eğitimin adım adım ticarileştirilmesi ve kamu kaynaklarının özel okullara aktarılmasıyla halkın sırtına yıkıldığını söyledi. AKP’nin her fırsatta eğitime en çok payı kendilerinin ayırdığını iddia ettiğini hatırlatan Aydoğanoğlu, eğitime ayrılan pay açısından belirleyici olanın yatırım harcamaları olduğunu söyledi. Aydoğanoğlu, Türkiye’de eğitime yapılan harcamalar artarken, yatırımların düştüğünü söyledi.
Eğitim hakkından herkesin eşit ve parasız olarak yararlanması gerektiğine dikkat çeken Aydoğanoğlu, buna karşın iktidarın kamu kaynaklarını özel okullara, dini vakıf ve cemaatlere aktardığını söyledi. Aydoğanoğlu, kamu kaynaklarının özel okullara değil ihtiyacı doğrultusunda devlet okullarına aktarılması gerektiğini söyledi.
Eğitimi terk etme oranlarını da değerlendiren Aydoğanoğlu, “Okulu bırakma ve okul devamsızlığı eğilimini etkileyen faktörleri ekonomik, sosyal, kültürel, bireysel ve ailesel nedenler olarak sınıflandırmak mümkün. Öğrencilerin ilgi, yetenek ve tercihlerinin okul sistemi içinde dikkate alınmaması, anadilinde eğitimin olmaması, aile baskısı, eğitime erişimi güçleştiren nedenler (taşımalı eğitim vb), sorunlu ve cezalandırmaya dayalı disiplin uygulamaları okul terkinde belirleyici olan başlıca nedenlerdir. Çocuk ve gençleri okul terkine zorlayan nedenlerin somut olarak belirlenmesi ve bu nedenleri ortadan kaldırılmaya yönelik somut adımlar atılması gerekir” dedi.
Kız çocuklarının eğitime katılma oranlarına ilişkin de değerlendirmelerde bulunan Aydoğanoğlu, “Kız çocuklarının örgün eğitime katılım oranı düşüyor ve bu durum AKP’nin cinsiyet ayrımcı politikalarıyla her geçen gün derinleşiyor. Özellikle ilkokuldan ortaöğretime geçişte kız öğrenci kaybının erkeklere oranla daha fazla olduğunu görüyoruz. Türkiye’de kız çocuklarının okula gönderilmemesi uygulaması sürerken, evde ya da tarlada çalıştırılması, kardeşlerine bakması, temizlik yapması, çocuk yaşta evlendirilmesi gibi uygulamalar halen sürüyor. Türkiye’de bir taraftan kız çocuklarının eğitime erişiminin sağlanması, okullaşması ile çok sayıda proje ve kampanyalar yapılırken, diğer taraftan çocuk yaşta evliliği önleyici tedbirlerin alınmaması, iktidarın her konuda olduğu gibi, kız çocuklarının okullaşmasının arttırılması konusunda da samimi olmadığını gösteriyor” dedi.
Eğitim alanındaki cinsiyet eşitsizliğini Milli Eğitim Bakanlığının engellemesi gerektiğini söyleyen Aydoğanoğlu, buna karşın bakanlığın çocuk istismarını meşrulaştıran, cinsiyet ayrımcılığını derinleştiren, karma eğitimi ortadan kaldıran uygulamalarına dayalı bir pratik sergilediğini söyledi.
TÜRKİYE SAĞLIKTA NE DURUMDA?
Kamusal, ücretsiz ve nitelikli sağlık hizmeti de sosyal adaletin olmazsa olmazlarından. Her ne kadar bu alandaki veriler yıllar içerisinde olumlu yönde bir seyir çiziyormuş gibi görünse de Türkiye’de sağlık alanına ayrılan bütçe, verilen önem OECD ve dünya ortalamalarının çok gerisinde. Bu alana dair Sağlık Bakanlığı’nın yayımladığı veriler de doğru projeksiyona sahip olmamızı engelliyor. Nitekim bakanlık en son 2016’da rapor yayımladı.
Bu alana ilişkin en önemli veri kamu sağlık harcamalarının GSYH’deki payı. 2006’da yüzde 4 düzeyinde olan bu rakam 2009’da yüzde 4,9’a kadar yükseliyor. Ancak devam eden yıllarda bu oran düşerek yüzde 4’e yeniden yaklaşıyor. 2016’da ise kısmi artışla yüzde 4,6 oluyor.
Bloomberg’in 19 Eylül 2018’de yayımlanan “Health Care Efficiency Scores in 56 Economies” araştırmasına göre “GSYH'den sağlığa ayrılan pay” sıralamasında yüzde 12,1 ile İsviçre liste başında yer alıyor. Onu Almanya, Fransa gibi ülkeler takip ediyor. Türkiye ise yüzde 4,1’lik oranla Azerbaycan, Singapur gibi ülkelerin ardından geliyor. Listede Türkiye’nin gerisinde kalanlar ise Birleşik Arap Emirlikleri ve Venezuela gibi ülkeler.
Yine Bloomberg’in “Health Care Efficiency Scores in 56 Economies” araştırmasının sonuçlarına göre Türkiye seçili ülkelere göre kişi başına düşen brüt sağlık harcaması sıralamasında çok gerilerde yer alıyor. Türkiye 455 dolarla listenin sonlarında yer alırken listenin ilk sırasında yer alan İsviçre’nin kişi başına düşen brüt sağlık harcaması Türkiye’nin 21 katından fazla. Birleşik Arap Emirlikleri, Tayvan gibi ülkelerde bu rakam Türkiye’nin 2 katından fazlasına denk düşerken; kişi başına düşen brüt sağlık harcamasında Türkiye’nin gerisinde kalan ülkeler arasında Çin ve Azerbaycan yer alıyor.
1 milyon kişi başına düşen hastane sayısı itibariyle de Türkiye, diğer pek çok ülkenin çok gerisinde kalıyor. Kore’de bu rakam 72,1 iken; onu 66,72 ile Japonya takip ediyor. Meksika’da 1 milyon kişiye 37 hastane düşerken; Letonya’da 33,88; Polonya’da 28,09; Yunanistan’da 26,15 hastane düşüyor. Aynı rakam Türkiye’de ise 19,06.
1000 kişiye düşen hekim sayısında da Türkiye liste sonunda yer alıyor. Yunanistan’da 1000 kişiye 6,6; İsveç’te 4,3; Hollanda’da 3,5 hekim düşüyor. Bu rakam OECD ülkeleri ortalamasında 3,1’e denk geliyor. Türkiye’de ise her 1000 kişiye 1,8 doktor düşüyor. Bir diğer ifadeyle her doktor 555 kişiye bakmak zorunda bırakılıyor. Bu tablo hastaların nitelikli sağlık hakkına ulaşamamasıyla sonuçlanırken; doktorlar için de ağır çalışma koşulları anlamına geliyor. Verilerin bu noktada olması elbette hükümetin “sağlıkta dönüşüm programı”ndan bağımsız değil.
HABER ALABİLİYOR MUYUZ, HABERLEŞEBİLİYOR MUYUZ?
Türkiye’nin habere ulaşma, haberleşme ve basın özgürlüğü gibi konularda da karnesi hiç iyi durumda değil.
Pek çok ülkede internete erişim oranları yüzde 80’leri üzerindeyken bu oran Türkiye’de yüzde 67 düzeyinde. Türkiye bu oranla Malezya, Portekiz, Kenya gibi pek çok ülkenin gerisinde kalıyor. Dünyada internete erişim oranı ortalaması yüzde 53 iken Türkiye’nin gerisinde Çin ve Hindistan gibi ülkeler yer alıyor.
İnternete erişim verilerini değerlendiren Akademisyen Ceren Sözeri, “Türkiye'de internete erişimine dair çok büyük bir sıkıntı olmadığını düşünüyorum. Oradaki en büyük sıkıntı erkeklerle kadınların internet erişimindeki adaletsizlik. Bilgisayar ve internet hanelerde genellikle erkeklerin kontrolünde, kadınlar bu alandan biraz dışlanıyor” dedi.
Eğlence ve sosyalleşme gibi ihtiyaçların yanı sıra dünya nüfusunun önemli bölümünün haberleri ve gündemi sosyal medyadan takip ettiğini düşünürsek sosyal medyaya erişim de artık sosyal adalet açısından önemli parametrelerden biri haline geldi. Ve Türkiye sosyal medyaya erişimin düşük olduğu ülkeler arasında yer alıyor. Birleşik Arap Emirlikleri’nde bu oran yüzde 99’a ulaşıyor; Türkiye’de ise yalnızca yüzde 63. Sosyal medya yasakları ve sansürlerle gündeme gelen Çin ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde listede Türkiye’nin üzerinde yer alıyor.
TÜRKİYE’DE BASIN ÖZGÜR MÜ?
Basın özgürlüğü ise uzun yıllardır Türkiye’nin kanayan yarası. Her geçen gün gerçek habere ulaşma ihtiyacının arttığı Türkiye ise basın özgürlüğü karnesiyle listenin başlarında yer alıyor. Tutuklu gazeteciler, sansür kararları, açık ya da üstü kapalı çekilen ‘ayarlar’ nedeniyle Türkiye’nin basın özgürlüğü puanı her geçen yıl yükseliyor. (Hatırlatalım puan ne kadar düşükse ülkede basın o kadar özgür. Puan 0-100 arasında belirleniyor.) Sınır Tanımayan Gazeteciler’in Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’ne göre Türkiye 53,5 puanla 157. sırada. Freedom House’a göre ise Türkiye’nin “Dünya Basın Özgürlüğü Puanı” 76. Basının Türkiye’den daha az özgür olduğu ülkeler arasında ise Rusya, Suudi Arabistan ve İran gibi ülkeler bulunuyor.
CEREN SÖZERİ: BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ BUGÜN ESKİSİNDEN ÇOK DAHA FAZLA İTİYAÇ
Türkiye’nin basın özgürlüğü karnesini de değerlendiren Sözeri, “Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay ülkenin basın özgürlüğü sıralamalarındaki yerine dair sorusuna verdiği cevapta basın özgürlüğü konusunda uluslararası kuruluşların ‘ülkelerin içinde bulundukları özgün koşulları göz ardı ettiğini’, ideolojik ve metodolojik hatalar olduğunu söylemişti. Ülkelerin içinde bulunduğu özgün koşullar bu indekslerin konusu değil, onlar hükümetin ne dediği ile değil gazetecilerin hangi koşullarda çalıştıkları ile ilgileniyorlar. Metodoloji belirleyenin hükümetler değil gazetecilerden oluşan örgütler olduğunun altını çizmek gerekiyor. Kraliçe Elizabeth'ten Justin Trudeau ve Donald Trump’ın yakın çevresine 120 politikacı hakkında sızdırılan Paradise Papers sonrası yalnızca Türkiye'deki gazeteciler yargılanıyor, hapis ve para cezasına çarptırılıyorsa sizin hükümet olarak bu indekslere getirdiğiniz eleştirilerin hiçbir hükmü kalmıyor. Manzara dışarıda da içeride olduğu kadar net” yorumunda bulundu.
Basın özgürlüğü haber verme ve haber alma hakkı kadar haber olma hakkını da içerdiğini vurgulayan Sözeri, “Bu da hükümetin ve diğer siyasi aktörlerin icraatleri hakkında kanaat oluşturma, demokratik tartışma ortamının yaratılmasının ötesinde sesini duruma ihtiyacıdır. Türkiye'de basına yönelik baskılar toplumu son zamanlarda en fazla bu yönden zorluyor. Şiddete uğrayanların, başta kadınlar, çocuklar olmak üzere, sesini duyuramaması ya da ancak belirli kanallar zorlandığında kısmen adalete ulaşılması, iş cinayetleri, yoksulluk nedeniyle artan intiharlar, işsizlik, yok sayılma, aşağılanma, liyakatin dışlanması, değerlere saldırı kendisini siyasetten uzak tutmaya gayret eden ya da ettiğini söyleyenlerin de kıyısına varmış durumda. Sosyal adaletsizliğin bu derece görünür olduğu halde medyada kendisine yer bulamaması sadece tirajlar, reytingler üzerindeki sıkıntılardan ibaret değil. Artık çok daha geniş bir kesim medyanın geleceğinden endişe duyuyor. Bu da aslında basın özgürlüğüne eskisinden çok daha fazla ihtiyaç duyulduğunun bir göstergesi” dedi.
KADIN VE ERKEK EŞİT Mİ?
Sosyal adaletsizliğin en somut göstergelerinden biri olarak karşımıza çıkan bir diğer alan ise cinsiyet eşitsizliği. Kadınların siyasetteki temsil oranı cinsiyet eşitliğinden çok uzak. 24 Haziran Genel Seçimlerinde kadın milletvekili sayısı artmış olsa da bunda TBMM’deki milletvekili sayısının 550’den 600’e çıkarılmasının büyük etkisi var. Bu sayısal değişimi daha sağlıklı bir bakış yakalayabilmek adına yüzdelik şekilde oranlarsak 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından seçilen 98 kadın vekille TBMM’deki kadın vekil oranı yüzde 17,81 idi. Bu oran 1 Kasım 2015 seçimlerinin ardından seçilen kadın vekil sayısının 81’e düşmesi nedeniyle yüzde 14,72’ye geriledi. 24 Haziran 2018’deki genel seçimlerde seçilen kadın vekil sayısı 104’e çıksa da kadın vekillerin toplam milletvekili sayısına oranı yüzde 17,3 olarak gerçekleşti.
Cinsiyet eşitsizliği akademik alanda da kendini gösteriyor. Cinsiyete göre öğretim elemanları sayıları akademinin ilerleyen basamaklarında kadınların sayısının gittikçe düştüğünü ortaya koyuyor. Akademinin ilk basamağı sayılan araştırma görevlileri sayısında kadınlar daha çok iken Doktor, Doçent ve Profesörlük kadrolarında kadınların sayıları düşerken erkeklerin sayılarının daha yüksek olması dikkat çekiyor.
Cinsiyet eşitliği alanındaki son incelememiz ise kadın işsizliği oranları üzerine. Yıllara göre kadın işsizliği oranlarına bakarsak, her geçen süre içerisinde yaşanan artış hükümetlerin kadına bakışlarının da göstergesi niteliğinde. 200’de yüzde 6,3 olan kadın işsizliği kademeli olarak artarak krizin yaşandığı 2009’da yüzde 14,3’e kadar tırmanıyor. Sonrasında yüzde 10,8’e gerileyen kadın işsizliği 2017’de yeniden yüzde 14,1’e yükseliyor. Yeni kriz dalgasını yaşadığımız 2018’de ise bu oranın çok daha yüksek olması öngörülüyor.
İLKE IŞIK: EŞİTSİZLİKTE AKP POLİTİKALARININ ROLÜ BÜYÜK
Cinsiyet eşitsizliğine ilişkin verileri değerlendirmek üzere görüşlerine başvurduğumuz Av. İlke Işık, bugün gelinen noktada 16 yıllık AKP iktidarının uyguladığı cinsiyetçi politikaların önem taşıdığını ifade etti. AKP’nin cinsiyet eşitliği konusunda bütün dengeleri kadınlar aleyhine büktüğünü söyleyen Işık, “AKP, hayatın her alanında eşitsiz bir hayata kadınları mahkum etmeye çalışan politikalar üretti. Kadın ve erkeğin eşit olmadığının cumhurbaşkanı tarafından ısrarlı ilanı kadınlara şiddet, işsizlik, yoksulluk olarak dönüyor” dedi.
Kadına ancak aile içinde, aile yaşamı ile uyumlu bir iş hayatı olanağı sunulurken bu durumun giderek artan bir kadın işsizliğine neden olduğunu vurgulayan Işık, “Öte yandan iş yaşamındaki eşitsiz koşullar da ağırlaşıyor. Çoluğu çocuğu, kocayı, ev işini, esasen aileyi bırakıp çalışmak, bir işe bulabilmek giderek zorlaşıyor. Siyasal iktidarın bu ısrarlı politikası Meclis’teki kadın oranından, akademideki kadın sayısına kadar tüm rakamların kadınlar aleyhine olmasına neden oluyor. Bu 31 Mart seçimlerinde kadın aday sayısının azlığı konusunda da kendisini göstermiş durumda” dedi.
Eşitlik fikrinden uzaklaşıldıkça kadınların toplumsal yaşamda daha dezavantajlı bir konuma itildiğine dikkat çeken Işık, eşitliğin sağlanabilmesi içinse kadınların yürüteceği mücadelenin belirleyici olduğunu sçyledi:
“Kadına yönelik şiddetin mutat bir durum haline geldiği koşullar kadınları yaşam hakkı için mücadele etmek durumunda bırakıyor. Evli ya da bekar, eğitimli ya da hiç okumamış, çalışıyor ya da işsiz hiç fark etmiyor, bulunduğu her alanda şiddettin her bir biçimini yaşayan kadınlar için politika daha da tali hale gelebiliyor. Eşitlik temelindeki kadın mücadelesi yıllardır bu duruma işaret ediyor. Eşitlik olmadan hayatlarımız daha da yaşanmaz hale gelecek. Kadınlara evi, aileyi ait işaret eden politikaların karşısında bu ülkenin eşit yurttaşları olarak kadınlara ait olduğu söylenen bütün yüklerin toplumsallaşması için sürdürülen mücadelenin her alanda devamı kadınlar aleyhine bütün rakam ve tabloların da değişmesini sağlayacaktır.”
ENGELLİ İSTİHDAMI
Engelli kotasından işe başvuran ve istihdam edilen işçi sayısı ise engelli yurttaşların ekonomik ve sosyal hayattan dışlandığının göstergesi. 2012’den bu yana engelli kotasından işe başvuranların sayısındaki artışa karşı işe alım sayısında yaşanan düşüş bunu somut biçimde gösteriyor. 2012’de yaklaşık 84 bin kişi iş başvurusu yaparken bunların 35 bini işe alındı. 2017’de ise başvuru sayısı 100 bini aşarken başvurularına olumlu yanıt alan engellilerin sayısı yalnızca 12 bin oldu.