Muhafazakâr kentlerimizin modern halleri!
Kâr, sermaye ve rant üzerine kurulu kentlerin içinde toplum; yabancılaşma, yoksulluk ve yozlaşmayla boğuşuyor.
Fotoğraf: Cem Gül/EVRENSEL
Sinan ARAMAN
Ezel Akay’ın yönetmenliğini yaptığı Hacivat-Karagöz filmini 2000 sonrasının en başarılı ve etkileyici filmlerinden biri yapan özellikler arasında bugüne ışık tutması da var. Doğruluğu yanlışlığı bir yana, filmin en sarsıcı karelerinden biri Karagöz’ün toplumun yararına betonu icat edişinin devletin kuruluş aşamasında maliyeyi yönetmeye soyunan işgüzar takım tarafından Karagöz’ün gariban şaman annesinin canına mal olması. Osmanlı’nın kuruluş aşamasındaki devlet yönetiminde rüşveti caiz görenlere yönelik Karagöz ve Hacivat’ın hiciv-yergisi ise onların kellesine mal olur. Bu gelenek, rüşvet, rant ve beton üçgeninde devleti yönetmeyi sürdürmüştür desek yeridir. Bu tarz-ı siyaset, kapitalistleşme-modernleşme döneminde estetik-mimari yeteneklerini de yitirmiş bir halde, Türkiye toplumunu betondan gökdelenlerle örülü kentlere hapsetmiştir.
“Benim memurum işini bilir” zihniyeti, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal etmiş köklü miraslardan biri olarak Türkiye’de İslami-milliyetçi tandanslı sağ iktidarları -özellikle rüşvet, rant ve inşaat konusunda- ekonomik alanda fazlasıyla hünerli kılmıştır. 1950’de Demokrat Parti (DP)’nin iktidara gelişi ülke için geniş çaplı bir imar hareketinin başlangıcıdır. Dış borçlar ve Marshall Yardımları ile milli gelir yüzde 11 ila 13 oranında büyürken dönemin yatırımlarının yoğunlaştığı alanlar ise karayolu yapımı, inşaat ve tarım kesimleri olmuştur. Yabancı sermaye eşliğinde Türkiye ekonomisinde inşaatın yükseldiği diğer iki dönem 1980 sonrası Turgut Özallı ve 2000 sonrası Erdoğanlı yıllardır. Ne yazık ki daha az inşaat yapılmasına karşın sol eğilimli yerel yönetimlerin de kısmi kooperatifleşme örnekleri dışında kentleşme politikaları bunlardan azade olmamıştır.
Pekiyi, ne haldeyiz? Yerel yönetim seçim faaliyetlerinin tam gaz devam ettiği şu günlerde başta metropoller olmak üzere kentlerimiz betondan örülü bir cehennem sanki! Yeşil alanların katledildiği, ulaşımın felç edildiği, yetersiz altyapı nedeniyle sahil kasabalarının dahi pis kokulardan geçilmediği, temiz havanın teneffüs edilemediği, sel ve fırtınanın kasıp kavurduğu keşmekeş manzaralar içindeyiz. Toplumsal dayanışma ve komşuluk ilişkilerinin tasfiye edildiği, yabancılaşmanın had safhaya taşındığı, kamusal alanların alabildiğine daraltıldığı, yoğun emek sömürüsü ve ranta dayalı bir yapılaşmayla gecekondu evlerine dahi rahmet okutan bir süreçte gayrimenkul çılgınlığıyla köşe dönmeye çalışan toplumsal bir ruh hali!.. Mevcut iktidar, deprem gerçeğiyle bile esaslı bir yüzleşmeden ziyade ekonomik krizi geçiştirme ve imar aflarıyla inşaata dayalı ekonomiye can vermeye yönelik bir strateji ve politikayla günü kurtarmaya çalışıyor.
Eksikleri bir yana kentleşmeyi büyük oranda planlama temelinde, doğayı koruyarak, daha insani, estetik ve mimari bir şekilde inşa edebilen iki asırlık Avrupa deneyi yanı başımızda duruyor olmasına karşın Türkiye sermayesinin ve devlet yönetiminin kentleşmeyle imtihanı tam bir faciadır. Sanayileşmenin işgücü ihtiyacı nedeniyle altyapısız gecekondulaşma aşamasından sömürü ve rant eşliğinde yürüyen dikey yapılaşma ve gökdelenlerle yığılı çirkin bir yapılaşmaya… Kentleşme alanındaki bu siyaset geleneğinin pişkin yanı ise önce yapmak, sonra günah çıkarmak! Minareyi çalan kılıfını buluyor nasıl olsa! Hacivat Karagöz’den günümüze bu böyle.
Şehirlerimize çirkinlik abidesi yüksek binalar inşa edildi-ediliyor. Kentsel dönüşüm süreciyle birlikte eskinin “şirin gecekondu evleri” yerine göğü işgal eden gökdelenler dikiliyor. Kat karşılığı üstünde yaşadıkları arsaları müteahhitlere devreden insanların yüksek binalara teşne olmalarının arkasında ise çeşitli saikler yatıyor. Bunlar daha fazla daire sahibi olup zenginleşmek, kira geliri elde etmek, daha iyi bir konutta yaşamak, sınıf atlamak, statü sahibi olmak vb. Herkes, kısa yoldan köşeyi dönmek amacıyla sürece dahil oluyor. Adnan Menderes’in “Her mahallede bir milyoner yaratacağız” projesi 2000 sonrasında inşaat işleri üzerinden yürüdü. 10-15 yıl öncesine kadar emekçi mahallelerinde bir emlakçı ofisi ile karşılaşmak zordu. Şimdilerde ise her mahallede, her köşe başında bir emlakçı türemiş durumda. Ev almak ya da kiralamak için sokağı dolaşsanız herkes emlakçılığa soyunmuş! Kiminle konuşsanız bir projesi var ama parası yok! Ne de olsa iktidar kuzey ormanlarını katletme pahasına yeni rant alanları yaratarak üçüncü köprü, yeni havaalanı gibi milyar dolarlık devasa projeleri borçlanarak tamamladı ve faturayı halka kesti! Sürekli proje derdinde olan sokaktaki kişiler de bu projenin faturasını ötekine kesme derdinde! İnşaatla yoğrulan toplumsal yozlaşmanın bir boyutu böyle.
GÜNAH ÇIKARMA FURYASI
“İnşaat Ya Resullullah” adlı derleme kitapta Tanıl Bora, Türkiye Muhafazarkarlığı ve İnşaat Şehveti, Büyük Olsun Bizim Olsun başlıklı yazısında sağ-muhafazakar cenahtan mimar, edebiyatçı ve düşünürlere yer verir. Örneğin Osmanlı-Cumhuriyet dönemi yazarlarından Mehmet Şevket Esendal, amudi medeniyet yerine ufki medeniyeti, dikey yerine yatayı, küçük ölçekte yapılaşmayı savunurken, günümüz yazarlarından Mehmet Şevket Eygi, yüksek binaları dönemin firavunlarına benzeterek lanet ediyor! Aynı cenahtan mimar, düşünür Turgut Cansever, imar ve peyzajın “insan ölçüsünde”, çevreyle uyumlu olmasından yana. Cansever, yapılaşma hakkında tarihi dokuya sahip çıkarak, çevrenin gayrimuntazamlıklarına uymayı, ona karşı geometrik çizgilerle “diklenmemeyi” salık verir. Daha güncel bir yazı, 24 Haziran 2018 seçimleri öncesinde AKP’yi aynı kulvardan eleştiren Yeni Şafak Gazetesi’nin köşe yazarı Yusuf Kaplan’a ait. “Erdoğan’a 20 öneri” başlıklı köşe yazısında Kaplan’ın 7. önerisi şöyle; “Ruhsuz kentler yaptık. Medeniyetler tarihinin en güzel, en estetik, en âdil örneklerini oluşturan Osmanlı şehirlerini yok ettik; bu güzelim şehirlerimiz Balkanlar'da, Kuzey Afrika'da ve Arap dünyasında yaşıyor artık.” Kaplan, öneriyi şöyle bitiriyor; “TOKİ Canavarı yok edilmeli, ŞİİR-ŞEHİRlerimiz diriltilmeli!”
Sağ-muhafazakar cenahın içinden marjinal bir konuma itilen bu eleştirilerin benzeri ne hikmetse bizzat siyasal iktidarın temsilcilerinden de dile getiriliyor. Örneğin, AKP döneminde dikey yapılaşmanın yarattığı cehenneme karşı ilk “özeleştiri” önceki dönemlerin “gözde” ekonomi bakanı Ali Babacan’dan gelmişti. Babacan, AKP’nin inşaata ağırlık vermesinin nedenlerini 2 Eylül 2014 tarihinde bir canlı yayında şöyle dile getirmişti: “Bugün bir sanayi yatırımı dediğinizde, bunun planlanması, yatırımı, üretimi ve nihayetinde para kazanması 6-7 seneden önce mümkün değildi. Ama bir rezidans, bir lüks konut, bir AVM projesi işte başlıyorsunuz en fazla iki-üç senede bitiyor, proje belli, koyduğunuz para belli, hele bir de imar değişikliği gibi bazı yollarla ilave rant da oluşuyorsa zaten fazla ince hesap kitaba da gerek yok… Ama bakıyorsunuz, işte 4-5 katlı apartmanların olduğu bir semtte, hatta bir metre çatıyı yüksek yaptın diye belediyenin ceza kestiği bir semtte… Bakıyorsunuz 30 katlı, 40 katlı bir şey dikiliveriyor ortaya… Yani bu hem şehirlerimizi çirkinleştiriyor, hem kolay, hızlı para kazanma kapısı açıyor ve rantın da adil dağıtımı konusunda da bizde kuşkular uyandırıyor.” Üretmeden çok lüks binalar yapan, taşa, toprağa para harcayan bir ekonominin ortaya çıktığını söyleyen Babacan, konuşmasını şöyle sürdürüyor: “Mesela Türkiye dünyanın en büyük hurda demir ithalatçısı, dünyanın en büyük hurda demir ithalatçısıyız 10 milyar doların üzerinde ve bunun çoğu yuvarlak inşaat demiri. Yani niye o hurdayı ithal ediyoruz? İşte bina, inşaat yapmak için.” Fazla söze ne hacet! Babacan şimdi ne yapıyor bilmiyoruz ama AKP iktidarında dikey yapılanma, yer yer “özeleştirisi” de sürüyor.
Son birkaç yıldır bu “eleştiri” dalgasına AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da katılmış durumda. Farklı zamanlarda sarf edilmiş bu sözler Erdoğan’a ait:
“İstanbul'a çok yanlışlar yaptık. Onu da söyleyeyim. Ucube inşaatlar yaptık. Bu ucube inşaatlarla maalesef İstanbul'umuzun o güzelliğine bizler yanlışlık yaptık.”
“İnsanların şehirler üzerinde hakkı varsa şehirlerin de insanlar üzerinde hakkı var. Ben dikey değil yatay mimariden yanayım. İnsan toprağa yakın yaşamalıdır". "Bütün belediye başkan adaylarına şunu söylüyorum. Biz şunu bileceğiz. İnsanoğlu topraktan uzak olmamalı. Toprağa yakın olmalı. Öyle 50 kat, 60 kat, 70 kat bir mimari, aslında bizim medeniyet ruhumuza da uygun bir mimari değildir.”
İnsan günah çıkarma babındaki bu “eleştiri”, ya da “özeleştiri”lere bakınca şaşırmadan edemiyor. Yahu sayın muhteremler, son 15 yıldır bu binaları kim dikiyor? Uzaylılar mı ya da dış güçler mi? Bu inşaatların yapıldığı yerel yönetimler hangi partinin? Bu inşaat lobileri siyasal iktidarın üstünde mi?
Uzatmayalım, Türkiye yönetimlerinin kentleşme karnesi oldukça bozuk. Ortada, ne mimari, ne konfor-kalite, ne estetik, ne de doğa var. Kâr, sermaye ve rant üzerine kurulu kentlerin içinde toplum, yabancılaşma, yoksulluk ve yozlaşmayla boğuşuyor. Türkiye seçmeninin bu manzarayı dikkate alarak yerel seçimlere yaklaşmasının zamanı geldi de geçiyor. 1979’da yaşamını yitiren, şiirlerinde daha çok kentleşme ile birlikte orta sınıf bireylerin ev içlerindeki yabancılaşmış hallerini işleyen ve İkinci Yeni şairleri içinde adı geçen şairimiz Behçet Necatigil’in Uygarlık Raporu adlı şiiri sanki bugünler için yazılmış. Manzarayı bir de Necatigil’den dinleyelim:
Uygarlık Raporu
Havasız silolar uygarlık
Bakımsız çürüyen buğday ben,
Kurtlanmış dökülüyorum
Beton silindirlerden.
Deterjan, naylon, yıka, giy
Tıkanır gözenekler, kurdeşen.
Sapar dereler yollarını
Sentetik leşlerinden.
Bu artıklar ne artık, kusar toprak
Plastik kaplar, bidonlar, asit.
Ölü balık, yoz ağaç, çevre kirlenmeleri
Baygın soluklar, bitkin gel git.
Sebzeler, bitkiler, tahıllar toz
Bir sahte simya çorbamda
Meyvalar, yemişler hışır, tatsız
Püskürtür ilaçlar soframda.
Etler etlikten çıkıyor
Bir çiriş kabı aş çanağım.
İçim dışım kir pas
Hangi kurnalarda arınacağım?
Aldatmaca ambalaj ve kaç kez
Donmuş, kaynamış posa konserve?
Bu halsizlik, bozuk sinir, sindirim
Ki nasıl düzelir, hangi has besinlerle?
Çökerttin doğayı, beni de fırlat
Uzaya mı, boşluğa mı ve sonra
Başlasın buzul çağı, çevren
Fosil, taş, çimento yığınlarında.