27 Şubat 2019 05:11

“Devlet”in tarihinden bugüne: Bu devlet kimin devleti?

Halbuki devlet ezelden beri var olmamış, belli tarihsel koşullarda ortaya çıkmıştır.

Paylaş

Burak BAĞÇECİ

Yıldız Teknik Üniversitesi

Normal koşullarda egemen düşüncelerin egemen sınıfın düşünceleri olması, siyaset felsefesinin konularında da gözlenen bir olgudur. Devletin kökeni ve işlevine dair yaygın görüşler de beklenildiği gibi böyle şekillenmiştir. Devletin sınıflarüstü olduğu, bütün bir milletin devleti olduğu ve milletin ortak çıkarlarını koruduğu, eğer o olmasaydı milletin savunmasız kalacağı, toplumsal yaşamda kaosun hakim olacağı çok yaygın ve yanlış kanaatlerdir. Burjuva siyasetin sağdan sola tüm renkleri, devletin böylesi kutsanmasında ortaklaşır. Onlara göre devlet tarafsızdır.

Halbuki devlet ezelden beri var olmamış, belli tarihsel koşullarda ortaya çıkmıştır. Devletin toplumsal yaşama içkinliğini savunanların devletli toplumların tarihinin insanlık tarihi içinde çok küçük bir dilim olduğundan haberleri yok mudur? Elbette vardır, ama bundan bahsetmek pek işlerine gelmez. Bir başka koldan burjuva iktisatçılar, biyolojik determinizmin iddialarından de cesaret alarak haykırmaktadır: Sınıflara bölünmüşlük ve sosyal adaletsizlikler de doğaldır! Bazı insanlar diğerlerinden daha üstündürler, tıpkı doğadaki gibi! Ama sınıfların da bir tarihi yok mudur?

SINIFLARIN TARİHİ

Toplumun sınıflara bölünmüşlüğünün tabii ki bir tarihi vardır, tıpkı devletin de bir tarihi olduğu gibi. Üstelik bu görüşlerin etkisindeki kimseler için şaşırtıcı olabilecek şey, bu ikisinin tarihsel paralellikleridir. Üretici güçlerin gelişiminin belli bir evresinde insanlık artık kendi ihtiyacından da fazlasını üretmeye başladığında bu fazlalık birilerinin elinde birikmeye başladı. Üretilen malların dağıtımındaki eşitsizlik derinleştikçe, toplumun tabakalaşması da derinleşti ve artık ezen ile ezilen, sömüren ile sömürülen olarak görünen, çıkarları birbirine zıt sınıflar oluştu. Sınıflar ve devlet işte bu tarihsel-toplumsal koşullarda ortaya çıktı. Devlet, sömürünün devamını sağlayan bir zor aygıtı olarak var oldu. Devlet olarak örgütlenen egemen sınıf, şiddet yoluyla kendi sömürü düzenini garanti altına alıyordu.

Nitekim, belli tarihsel koşullarda ortaya çıkan farklı üretim biçimleri, farklı biçimlerdeki devletleri zorunlu kılıyordu. Feodalizmin bağrında doğan kapitalist üretim ilişkileri, feodalizmin katı duvarları arasında gelişemezdi. Gelişen ve güçlenen burjuvazi, feodal ilişkilerle birlikte feodal monarşileri yerle bir ederken, kendi devletini de tarih sahnesine çıkartıyordu: Serbest ticaret için en uygun biçim olan ulus devletler ve burjuva parlamenter demokrasi.

Her devlet gibi burjuva devlet de, özünde bir baskı aracı, başka bir deyişle bir sınıf diktatörlüğüdür. Burjuvazinin eşitlik anlayışı, sadece yasa önünde eşitlik; demokrasi anlayışı, biçimsel bir demokrasi; özgürlük anlayışı ise ne olduğu ve kullanılıp kullanılamayacağı belirsiz soyut özgürlüklerdir. Sömürülenler için yine de bir diktatörlüktür. Gerçek bir demokrasiden ve halkın yönetiminden bahsetmek imkansızdır. Tüm kararlar kapalı kapılar ardında alınıyor, devlet işleri kirli pazarlıklarla sürdürülür. Parlamento, sadece alınan kararların yasallaşmasına yarıyor, kendi yaptığı yasalar üzerinde hiçbir denetime sahip olmayarak yetkilerini yürütme organına devreder. Kuvvetler ayrılığı diye tarif edilen bu model, siyasal iktidarı parlamentodan alıp yürütme organlarına verir.

ÇARE SOSYAL DEVLET Mİ?

Burjuva demokrasisinin bugünkü hali bile üstelik, işçi sınıfı ve emekçilerin çok çetin mücadeleleriyle bugünkü halini almıştır. Onlara bu hakları “devletleri” vermemiştir. İşçi sınıfı ve emekçiler, bu hakları canları ve kanları pahasına burjuvaziden koparmayı başarmışlardır. Bunu göremeyenlerin savundukları modellerden biri de Batı Avrupa sosyal demokrasileridir. Mevcut toplumdaki tüm kötülüklerin farkında olan ve bununla kalmayıp bunu değiştirmek isteyenlerin, ama sosyalizmi de “ütopik” bulanların iyi niyetleri takdiri hak etmekle beraber şunu söyleyebiliriz ki, tüm kötülüklerin doğrudan sebebi olan kapitalizme ve burjuvazinin egemenlik aygıtı olan devlete dokunmadan bu kötülükleri ortadan kaldırmak asıl ütopik olandır. Hem bugünkü sosyal devlet uygulamaları da ezenler ve ezilenler arasındaki sınıf savaşımının sonucudur. Avrupa’da yükselen ve yüzünü Sovyetler’e  dönen işçi sınıfı hareketi, burjuvaziyi sosyal devlet modeliyle kendi sömürü düzenini garanti altına almak zorunda bırakmıştır. Burjuvazi, işçi sınıfı ve emekçilere daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük vermek zorunda kalmış, çalışma koşulları ve ücretlerde iyileştirmeye gerek duymuştur.

Nitekim burjuvazi, farklı tarihsel koşullarda farklı yönelimlere girebilir. Sosyal devlet uygulamaları böylesi koşulların zorunluluğudur, neoliberalizm başka koşulların. Ama ister burjuva demokrasisi ister faşizm, ister sosyal devlet ister neoliberalizm olsun, mevcut devlet aygıtı gerçek yüzünü ancak bir yere kadar saklayabilir. O, burjuvazinin sınıf diktatörlüğünden başka bir şey değildir.

SİYASİ PARTİLER VE SEÇİMLER

Akıllara şöyle bir soru gelebilir: Madem öyle, bunca siyasi parti niye var? Madem hepsi burjuvazinin siyasi temsilcileri neden bu kadar kavga ediyorlar? Evet, bu partiler gerçekten kavga etmektedir. Bu sömürü düzeninin bekçiliğini kimin yapacağını belirlemek için kavga etmektedirler. Devletin işlerini yöneten komite olarak hükümete gelebilmek için kavga etmektedirler.

Burjuvazi de yekpare bir bütün değildir. Kendi içinde hem tabakalaşmıştır, hem de çıkarları belli yerlerde çatışan klikler şeklinde bölünmüştür. Belli politikalar konusunda farklılaşan ve devletin organlarında hakimiyet için mücadele eden, burjuvazinin farklı klikleri ve onların siyasi platformlarını temsil eden partiler vardır. Ama konu bir bütün olarak burjuvazinin sınıf çıkarlarını işçi sınıfı karşısında korumaya, mevcut devlet aygıtını muhafaza etmeye gelince bunlar nasıl da aynılaşırlar? Onlar halkın sorunlarını istismar ederek işçi ve emekçilerin oylarıyla başa gelirler ve bunu başardıktan sonra büyük sermaye grupları neye ihtiyaç duyarsa onu yaparlar. Savaşa girerler, iş kanununu işçiler aleyhinde düzenlerler, fabrikaları özelleştirirler, grevleri yasaklarlar.

Ama tüm bunlar olurken bizim söz hakkımız yoktur. Seçimlerde çoğunluğun oyunu alan bir parti, “ulusal egemenlik”, “milli irade” diyerek tekellerin tüm istediklerini yapmaya koyulur. Biz, oyunu vermiş iyi vatandaşlar olarak izleyici konumundayızdır. Bizim aleyhimize kanunlar yapılırken, bu kanunları yapanları denetleme ve hesap sorma hakkımız yoktur. Onları görevden alma hakkımız yoktur.

SORUNLARIN KAYNAĞI AKP Mİ?

Devleti bir kere yanlış kavradıktan sonra, günlük siyasetin kendisi de yanlış kurgulanacaktır. Nitekim, ülkemizdeki işsizlik, yoksulluk gibi sorunların sebebinin AKP olduğu, o gidince hepsinin çözüleceği algısı hâlâ çok güçlüdür. Ya da inşa edilen tek parti-tek adam yönetiminin sadece Erdoğan’ın diktatörlük heveslerinin ürünü olduğu, o iktidar olamadığında hemen parlamenter demokrasiye dönüleceği ve bu tehlikenin ortadan kalkacağı düşünülür ve çoğunlukla siyaset buradan kurgulanır. Ama bu düşünceler, devletin sınıf karakterinin ve hükümetin işlevinin hatalı kavranışının sonucudur. Bahsettiğimiz gibi, AKP de tekelci burjuvazinin bir partisidir. Hatta denilebilir ki, hem uluslararası burjuvazinin hem de onların yerli işbirlikçilerinin çıkarlarını en derinden kavrayan, bunlara en kararlı hizmet eden parti AKP’dir. Bu konuda Özal’ın ANAP’ını bile solda sıfır bırakmıştır. AKP’nin çıkarlarıyla tekelci burjuvazinin çıkarları birleşmiştir ve bu birleşme en bariz şekliyle tek adam-tek parti yönetiminin inşasında görülebilir.

Ama AKP sorunun kaynağı değildir, sorun tekellerin egemenliğidir. Çok kafa yormaya gerek kalmadan, bugün muhalefet partilerinin vaatlerinin nasıl gerçeklikten uzak bir popülizm olduğunu görmek mümkün. Örneğin Kemal Kılıçdaroğlu ülkede birkaç yılda işsizliği bitireceğini iddia ediyor. Halbuki işsizliğin olmadığı tek bir kapitalist ülkenin var olmaması bizce tesadüf olamaz. İşsizlik kapitalizmin sorunudur, o bunu çözemez. Veya bir başka örnek: CHP ve İyi Parti, halkın milliyetçi duygularını da kışkırtarak Suriyelileri geri yollayacaklarını söylüyor ve oy toplamaya çalışıyorlar. Kime sormuşlar acaba? Sermaye, ucuz iş gücü olarak kullandığı Suriyelilerin geri yollanmasına izin verecek mi?

GERÇEK BİR DEMOKRASİ İÇİN

Bugün Türkiye’de tekelci burjuvazinin ekonomik ve politik egemenliğini yıkmadan halkın tam egemenliğinden bahsetmek mümkün değil. Yalanlar ve aldatmalarla karakterize burjuva demokrasisine karşı, gerçek bir halk egemenliği ancak halk demokrasisiyle mümkün olabilir. Ancak böylece halkın devlet yönetimine katılımının önündeki engeller kalkar. Yaşamın her alanında, mahallemizde, fabrikalarımızda, okullarımızda halk meclisleri şeklinde örgütlendiğimiz, yasamanın ve yürütmenin doğrudan bizim elimizde olduğu, seçilmişleri her an denetlediğimiz ve yetkilerini geri alabildiğimiz bir demokrasiyi, ancak birlikte mücadele ederek kurabiliriz ve kurmak zorundayız.

ÖNCEKİ HABER

Kadınların eşit ve özgür olduğu bir dünya...

SONRAKİ HABER

Yıkılmadık da ayakta mıyız arkadaşım?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa