O şimdi bir kayıp mıdır?
Fatih Polat; Faruk Eren'in kaybedilen ağabeyi Hayrettin Eren’i anlattığı "Kayıp Bir Devrimin Hikâyesi, Bir Zamanlar Hasköy’de" kitabını değerlendirdi.
Fotoğraf Faruk Eren'in Facebook hesabından alınmıştır. Kolaj: Evrensel
Fatih POLAT
Gazeteci Faruk Eren, gözaltına alındıktan sonra kaybedilen devrimcilerden biri olan ağabeyi Hayrettin Eren’in hayatını kitaplaştırdı. Eren’in ‘Kayıp Bir Devrimin Hikâyesi, Bir Zamanlar Hasköy’de’ adıyla İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı, Hayrettin Eren’i doğduğu aile ve yetiştiği semtin tarihi ile birlikte anlatıyor.
Kasımpaşa ile Halıcıoğlu arasında yer alan ve daha önce Yahudilerin yaşadığı yer olan Hasköy, yirminci yüzyılın ikinci yarısında, ağırlıklı olarak Haliç’in etrafında kurulu fabrikalarda çalışan işçilerin oturduğu bir işçi semtidir. Faruk Eren, mezbahadan emekli babası ‘İşçi Kemal’i, bir dönem Tekel’in Cibali Fabrikasında işçi olarak çalışan annesi Elmas’ı, ablaları Cemile, İkbâl ve herkesin Hayri diye çağırdığı ağabeyi Hayrettin’i, Hasköy’de yaşadıkları gecekonduyu inşa süreçlerinden itibaren anlatırken, aynı zamanda bir dönemi de anlatıyor.
Kitabın anlatım örgüsü içinde, 1960’ların ikinci yarısından itibaren Türkiye siyasal hayatı, iki kutuplu dünya süreci içinde, sosyalist blokta yer alan ülkelerin kendi aralarında yaşadıkları kamplaşma ve bu kamplaşmanın Türkiye’de devrimci hareketlerin kendilerini tarif etme biçimlerine yansımalarına kadar bir dizi önemli gelişmeyi Hasköy’deki bir işçi ailesinin hikayesi üzerinden izliyoruz. Tüm bunlar, teorik bir tarih anlatısının unsurları olarak değil, insanların kişisel hikâyelerinin, içinde hareket ettikleri tarihsel bir zemin olarak kitapta yer alıyor. Ve kitap, başından sonuna edebi bir metin tadında ilerliyor.
Faruk ile aslında kıyı komşusu olduğumuzu ben de yıllar sonra kendisinden öğrenmiştim. Ağabeyi, 12 Eylül darbesinden sonra arandığı süreçte benim doğup büyüdüğüm Eyüp’te bir evde saklanmış. Ancak bizim Faruk ile arkadaşlığımız 1995’te aynı gazetede çalışırken başladı ve sonrasında, basın dayanışma süreçlerinin de dahil olduğu süreçte bir dostluğa dönüştü.
SEN NEYMİŞSİN BE ABİ!
Faruk, ağabeyinin liderlik özelliklerinin daha çocukluk yıllarında başladığını anlatırken, pek çok özelliğini de hayranlıkla sıralıyor: Gitar ve flüt çalıyor, ablalarına evde yeni dans figürlerini öğretiyor, Cem Karaca, Barış Manço, Fikret Kızılok, Suzi Quatro, Demis Rousos, Pink Floyd, Christian Adam dinliyor, İngilizcesi iyi olduğu için yabancı kitaplar ve dergiler okuyor, elektrik hattı çekiyor, proje çiziyor... Faruk, kitabında bunları anlatırken, ‘Sen neymişsin be abi’ başlığı altında da şöyle devam ediyor: “Abim bir küçük kardeş için sinir bozucu şekilde yetenekliydi. Her şey ‘eline yakışır’dı. Ufak tefek tamiratlar, elektrik işlerinden tutun da, düpedüz plastik sanatlar diyebileceğimiz alanlara kadar.”
Kendisine dair olarak da, kitabın teşekkür kısmının altında şöyle diyor: “Hep teşekkür olacak değil ya; bir de kınama. Bu kitabı on beş yılda üç kez bilgisayardan uçuran bana, otuz beş yıllık tembelliğime ne dense azdır.”
Aslında bu gecikmeye belki bir de olumlu tarafından bakılabilir. Ağabeyinin kaybedilme sürecinin travmatik etkileri de düşünüldüğünde, böylesine zor bir sürecin, bu kadar serin bir dille anlatılabilmesinde, zamanla sağlanan olgunluk ve demlenmişliğin rolü yadsınamaz. Bazı bölümlerini gülerek, bazı bölümlerini de yutkunarak okuduğumuz kitaptaki şu bölüm, ayrıca altını çizmeyi hak ediyor: “Peki bu arada halk ne durumdaydı? Aslında bir işçi mahallesi olan Hasköy’de, işçi sınıfıyla bağlantısı olmayan sol bir hareket filizleniyordu. Ama şunu da göz ardı etmemek gerekiyor bence. Hasköy’ün devrimci gençlerinin neredeyse tümünün babaları civarlardaki fabrikalarda, tersanelerde işçiydiler. Bu gençlerin bir bölümü de zaten civardaki torna atölyeleri gibi yerlerde doğrudan işçilik yapıyordu. Çalışmayanlar da birer işçi adayıydı ve belki de bu kadere karşı çıkıyorlardı.”
Faruk, ailesindeki değişimi anlatırken, “Babamın ardından Adalet Partili annem de artık CHP’ye oy vermeye başlamıştı” diyor. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, TİP, TKP ve solun çeşitli unsurları, dönemin gelişmeleri içinde, bir ailenin hikâyesini okurken karşılaştığımız kesitler arasında yer alıyor. Ağabeyi ve Faruk’un Dev-Genç yılları ve 1970’lerin sonuna doğru yaşanan bölünmeyle birlikte Dev Sol’un saflarında mücadeleye devam etmelerini takip ettikten sonra 12 Eylül darbesi dönemine geliyoruz.
"ÇARESİZLİKTEN FALCILARA BİLE GİTTİ ANNEM"
Ve ardından Hayrettin Eren’in gözaltına alınarak, tanık anlatımlarıyla da desteklenen siyasi şubede gördüğü ağır işkence süreci. Diğer birçok devrimci gibi, ailesinin tüm girişimlerine rağmen Hayrettin’in gözaltına alındığı resmi makamlar tarafından kabul edilmiyor. Kitabın en sarsıcı bölümlerinden birini de, kayıp yakınlarının yaşadıkları travmanın anlatıldığı bölüm oluşturuyor: “Çaresizlikten falcılara bile gitti annem ve Cemile ablam. İkbâl de teyzemin kandırmacasıyla bir kez. Birbirimize hiç söylemedik ama bütün kayıp yakınlarının bunu yaptığına, yani bir falcıya yakınının akıbetini sorduğundan neredeyse eminim.” Hasköy’de başlayan kitap, Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray’daki eylemleri ile zamansal olarak noktalanıyor. Aslında buna nokta da dememek lazım. Faruk Eren, bu kitapla ağabeyini yaşatmaya devam ederek, onu kaybedenlere de bir yanıt veriyor.
Evet, o şimdi bir kayıp mıdır?