Yeşili kimler koruyor, kimler mahvediyor?
Madem herkes bu kadar özverili ve inançlı bir şekilde dünyamızı kurtarmaya niyetli, neden hala yaşanamaz bir dünya yaratmaya devam ediyoruz?
Metin Berk SÜER
İstanbul Teknik Üniversitesi
Günümüz en süslü ve en göze hoş gelen kelimelerinden bazıları muhakkak dünyamızı korumak, başka gezegenimiz olmadığı ve doğal yaşamı korumak ile ilgili. Başımızı ne yöne çevirsek devletlerin ve şirketlerin “sürdürülebilir”, “yaşanabilir”, “yeşil” bir dünya için gece gündüz çalıştıklarını gösteren billboardlara rastlar olduk. Peki madem herkes bu kadar özverili ve inançlı bir şekilde dünyamızı kurtarmaya niyetli, neden hala yaşanamaz bir dünya yaratmaya devam ediyoruz?
Dünya üzerinde yaşamın var olduğu günden bugüne canlı ekosistemi canlıların kendilerine has bir birliktelikleri içinde var olmaya devam ediyor. İnsanın evrimi ile birlikte gösterdiği gelişim ve bu ekosistemin ona sunduğu olanakları kullanmak ve olumsuzları minimuma indirerek yaşama içgüdüsü, insanın doğa karşısında yönlenen değil yönlendirici konuma geldiği bir pozisyonu yarattı. Bu poziyon ile birlikte günümüze kadar insan doğaya yön veren ve onun yapısını, kaynaklarını kendi gelişimi için kullanan bir canlı olarak yaşamını sürdürdü. Özellikle bilimin gelişmesi ve bilimin insanın üretim araçları amacıyla sanayi ile entegre edilmesi ile birlikte, insanın doğa ile olan ilişkisi büyük bir hızla, sadece tek yönde ilerlemeye başladı. Bu tek yön ise insanın ihtiyaçları haricinde belirli bir pazar için, satış ve pazarlama amacıyla üretilen ürünlerin başrolde olduğu kapitalist üretim koşullarında kendini inşa etti. Kapitalizm kâr odaklı üretim amacıyla sadece doğanın kaynaklarını kullanan ama bu kaynakların kullanımını sınırlandırmanın aksine kaynakların azalması ile ters orantılı olarak artırmayı tercih etti. Kapitalizmin küresel boyuta ulaşması ve dünyada egemen olan tekellerin oluşması ile birlikte ise bu durum tüm dünyaya ve dünyanın en bakir topraklarına kadar yayıldı. Günümüzde de kapitalizmin egemen olduğu küresel ölçekte dünyanın canlı yaşamı ve ekosistemi için korunması gereken en önemli alanları bile belirli bir üretim ve pazarlama amacıyla feda edilebilir, değerinin yitirebilir konuma geldi. Bu konuma geliş de insanlığın bugüne kadar karşı karşıya kaldığı en büyük problemlerden biri olan “küresel iklim değişikliği”ni adım adım yaratan yegane şeydi aslında. Doğadaki dengenin git gide bozulması, üretimin devasa ve vahşi boyutlara ulaşması, üretimde kullanılan enerji ve oluşan atıklar için bir düzenleme yapılmasının tercih edilmemesi ve kapitalizmin üretimin kesintiye uğramaması için organize ettiği pek çok şeyle birlikte dünyada adını daha önce duymadığımız nitelikte insan hayatını etkileyebilecek durumlar ortaya çıktı. Bunlardan bazıları günümüzde adını sıkça duyduğumuz karbon emisyonu, sera gazları gibi etkileri oldukça önemli ölçülere ulaşan konulardı. Peki tüm dünya ülkeleri ve küresel şirketleri bu denli üretimden kopamazken kendi sonunu hazırlamaya neden bu kadar gönüllü oldu da bunlara dair bir düzenleme yapılması için üretimin yaygınlaştığı ve hızlandığı yıllarda bir önlem almadı? Bu sorunun cevabını bulmak için dünya ölçeğinde yaşanan bazı deneyimlere ve onların sonuçlarına bakmamız gerekmekte esasen.
PARSEL PARSEL EYLEMİŞLER DÜNYAYI
20 Nisan 2010 tarihinde İngiliz petrol ve tekeli BP’nin kiralamış olduğu Deepwater Horizon adlı açık deniz petrol platformunda yaşanan patlama* ile birlikte platformda çalışan işçilerden 11’i yaşamını yitirmiş, Louisiana, Alabama, Mississippi ve Florida gibi ABD’nin kıyı kesimlerinde 1770 kilometrelik bir hat tamamen oluşan sızıntıdan dolayı petrole bulanmıştı. Deniz ekosisteminin tüm hayatını alt üst eden bu sızıntı, dünya tarihinde yaşanan en büyük çevre felaketlerinden biri olurken sadece deniz değil kıyılarda yaşayan insanların ve hava ekosisteminin de yaşamını ciddi manada olumsuz etkilemiştir. Yaşanan felaket sonucunda BP çevreye verdiği zarar dolayısıyla tazminat ödemeye mahkum olmuş ve 65 milyon dolarlık rekor bir tazminat ödeyerek**, insanlarda yaptığı suçun cezasını çekmiş gibi bir hissiyata sebep olmuştur. Aslında kapitalizmin çevreye yönelik düzenlemesi de tam olarak insanların böyle düşünmesine ve kapitalizmin ara sıra yaptığı hataların olabileceğini ama bunların çeşitli düzenlemeler ile önlenebileceği imajını oluşturmaya yöneliktir. Çünkü dünyada her ne kadar yeşil hassasiyeti ve yeşili korumaya yönelik toplumsal hareketler uzun yıllardır varlığını sürdürse de sermaye çevrelerinin ve dünyada büyük ölçüde sermayenin ihtiyaçlarına yönelik bilimin üretildiği akademik yazında “sürdürülebilirlik” kavramı ilk kez 1987 yılında ortaya atılmıştır.*** Bu da dünya üzerindeki sermaye hareketleri için çevre hassasiyeti gözeterek gelişmek veya üretmek gibi bir idealin ancak 1990’lı yıllardan itibaren bir gerçek olarak kabul edildiğini ve buna karşın bir kavram geliştirildiğini gösteriyor. Bu tarihlerden itibaren ise sanki dünya üzerinde o güne kadar tahrip edilmiş ormanlar, sulak alanlar, açığa çıkan kimyasallardan kaynaklı kirlilik ve sera gazı etkileri 1990’lı yıllarda ortaya çıkmış edasıyla hiçbir sermaye çevresinin sorumluluk kabul etmediği fakat değiştirmek için en çok çaba gösterenin de sermaye çevreleri olduğu gibi bir birliktelik oluşturuldu. Bu birliktelik sonrasında birçok farklı tarihte Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği gibi küresel ve bölgesel ölçekli örgütün öncülüğünde iklim değişikliği, küresel ısınma ve sürdürülebilir gelişme odaklı birçok toplantı gerçekleştirildi. Fakat bu toplantıların yapılması ile birlikte dünyada üretim standartlarında değişimin çevreye etkisi azalmanın aksine daha kötü duruma gitmeye devam etti.
UYULMAYACAK ANLAŞMALAR YAPMAK...
Belki de bu sermaye-devlet hassasiyetinin en yoğun noktası olarak görebileceğimiz Kyoto Protokolü ve Paris İklim Anlaşması gibi oldukça düzenleyici önlemler içeren ve dünyada karbon salınımını belirli bir standarta düşürmek adına sınırlar koyan anlaşmalar bile kapitalizmin üretim adına bir sınırlamayı kabul etmesini sağlayabilecek bir bağlılıkta değildi. Kapitalizm yasalarını kendi oluşturduğu ve kendi standartize ettiği üretim koşullarının sekteye uğramaması için bu anlaşmaların oluşturulma aşamasında yer almasına rağmen sınırlılıkları kabul etmeyecek bir tutum aldı. 1997’de imzalanan Kyoto Protokülü ancak 2005 yılında yürürlüğe girebilmiş ve bu süre zarfında ABD, Çin, Avustralya ve Rusya gibi ülkeler üretimlerinin doğaya verdiği zararı azaltmak yerine daha da artırmış ve yasal düzenlemelerin kapitalizmi sürüdürelebilir kılma gibi bir hedefi olmadığı açığa çıkmıştır. Yine 2015 yılında imzalanan Paris İklim Anlaşması’na uyacağını taahhüt eden 195 ülkeden sadece bir örnek verecek olursa; Avustralya’nın karbon salınımı anlaşmayı imzaladığı yıldan itibaren düzenli olarak düşüş göstermek yerine artış göstermiş ve ulaşması gereken eğriye yaklaşamamıştır bile.**** Bu durum sadece Avustralya için değil anlaşmayı imzalayan birçok ülke için aynı durumdadır.
REKLAM YAPARAK DÜNYAYI KURTARMAK...
Dünyada çevresel sorunların yakıcı etkisi her gün kendini daha da belirgin bir şekilde hissettirmektedir. Kapitalizmin üretim hırsı ile yol açtığı felaketler ve bunların sonuçlarının doğaya, atmosfere verdiği zarar ileride birçok kentin ve insanın yaşamlarını etkileyebilecek bir seviyede ilerlemektedir. İklim değişikliğinin etkilerine karşı mücadele etmek dünyada ve Avrupa’da şu an sorunların çözümünün aciliyeti ile doğru orantılı bir şekilde artış eğiliminde. Belçika’da, Almanya’da ve birçok kentte son zamanların en kitlesel iklim değişikliği karşıtı eylemler yapılıyor. Burada üzerinde durulması gereken konu ise iklim değişikliği bir imaj meselesi mi yoksa bir mücadele meselesi mi olduğudur. Kapitalizmin bugün için dünyaya verebileceği yegane şey kriz ve felaketlerden başka bir şey değildir. Bundan dolayıdır ki kapitalizm, sermaye güçleri 10 konuşup, 1 hayata geçirmektedir ve bu mücadeleyi sadece bir imaj ve farkındalık meselesi halinde tartışmaktadır. Asıl olan ise kapitalizmin yarattığı çevre krizlerine ve yaşanamayacak bir dünya ihtimaline karşı onun, üretim yasalarının karşısında farklı bir alternatifi tartışmak ve bunun için mücadele etmektir. Çevresel felaketlerin önüne geçmek kapitalizmin ve onun üretim pratiklerinin yerine kamudan, doğadan ve tüketim için üretim odaklı bir anlayıştan yana bir düzen inşa etmek zaruridir.
Küçük bir not: Deepwater Horizon felaketinin ardından BP’nin kârı 2010’da eksiye geçmiş olmasına rağmen 2011 ve ilerleyen yıllarda pozitif eğride seyretmiş. 2011 yılında 2003’ten beri en yüksek seviyesine ulaşmıştır.***** Trump iktidarı ise Obama’nın patlamadan sonra almış olduğu yasal önlemleri esnetmek için yeni bir yasa tasarısı hazırlamakta olduğunu, bununla birlikte BP, Exxon gibi dev şirketlerin daha kolay petrol arayabilmesi için çalışmalara başlamıştır.****** Yani BP’nin bir yıllık ekside olan kârı 6 sene içerisinde maksimize edilmek için hükümet ve sermaye birlikteliği gece gündüz çalışmıştır.
*https://www.britannica.com/event/Deepwater-Horizon-oil-spill-of-2010
**https://www.theguardian.com/business/2018/jan/16/bps-deepwater-horizon-bill-tops-65bn
***https://www.activesustainability.com/sustainable-development/do-you-know-when-sustainability-first-appeared/
****https://www.theguardian.com/environment/2019/mar/14/australias-annual-carbon-emissions-reach-record-high
*****https://www.statista.com/statistics/268399/profit-of-bp-since-2003/
******https://www.theguardian.com/environment/2019/jan/15/trump-relax-rules-oil-companies-bp-deepwater-horizon-disaster