‘Daha kötüsü olamaz’ dediğimiz her şeyin ‘daha kötüsü’ oluyor
Erkan Karakiraz, Yazar Hıdır Murat Doğan’la “Kütürt” ve “Soğuk Masal” isimli kitapları üzerine konuştu.
Hıdır Murat Doğan'ın Facebook hesabından alınmıştır
Erkan KARAKİRAZ
Yazar Hıdır Murat Doğan’la “Kütürt” ve “Soğuk Masal” isimli kitapları ve öykü üzerine konuştuk. Yazmanın kendisi için bir silah olduğunu söyleyen Doğan, “Ben Robin Hood değilim. Benim zalimden alıp iyiye verme biçimim bu.” dedi.
“Kütürt” ve “Soğuk Masal”daki öykülerinin hepsini, istisnasız, birinci tekil şahısla kaleme almışsın. Kasıtlı olsa gerek?
Bu aslında biraz da okuyucunun kendini tam anlamıyla ikinci tekil şahıs olarak hissedebilmesiyle ilgili bir durum. Öykücü okuyucuyla bir cümle dizilişinde buluşmazsa o öykü, öykü olmaz. Öykücü okuyucunun karşısına bir sandalye çekip oturmazsa olmaz. Öykücü okuyucuyla göz göze gelip konuşmazsa olmaz. Öykücü okuyucuyla hiç bilmediği-pek görmediği sokaklarda birlikte yürümezse, bir bombardımandan el ele tutuşup kaçmazsa, aynı trene bir gece yarısı aynı gardan binmezse, aynı vagon aralığında aynı karanlık boşluğa uzun uzun bakıp karşılıklı birer sigara içmezse olmaz. Yerküre üzerinde içten içe birbirlerine yaralarını göstermek isteyen kaç milyar insan kaldı ki?
İçerikteki popüler kültür unsurları, özel imajlar ve kullandığın dil, öykülerine, hipergerçekçi bir hava kazandırıyor. Bu, edebiyatla hayat arasında kurduğun ilişkiyi çok daha somut hale getiren bir seçim gibi. Ne dersin?
Belki evet. Öykünün tanımı tam da bu değil mi sence de? Eskiden öğretmenlerimiz devlet derslerinde hikaye kavramının tanımını yaparken hep şöyle derdi: Gerçek veya gerçeğe yakın olayların anlatıldığı bir anlatım türü. Öykücü öyküsüne reklam almaz belki ama o hayatı yaşar. O sokaklardan geçer, o okula gider, o blucini giyer, o uçağa biner, o kafede oturur, o arabayı sürer... Zaten bunları yapmazsa tuhaf olmaz mı sence de? Zaten eğer öykücü okuyucusuyla aynı hayatı yaşamaz ve anlatmazsa tuhaf olmaz mı? Gerçeklikten ve zamandan kopuk, saçma sapan bir şey çıkar ortaya.
Yerlilik kaygılarıyla yürüyen “yeraltı” öyküleri olarak okudum her iki kitabı da. Sert, acımasız, perişan bir dünyanın kapısından içeri davet ediyorsun okuru. Öyküler o yöne doğru mu aktı?
Mutlaka bir kaygım var. Yerlilik, yabancılık, estetik, şiirsellik veya diğerleri... Bunların hangisi var, bilemiyorum. Bu coğrafyada yaşıyorum ve bu coğrafyanın hem sevincini hem acısını biliyorum. Bu coğrafyanın insanıyla oturuyorum, konuşuyorum. Burası kusursuz hayatların yaşandığı bir yer değil. Dev bir üçüncü sayfa haberinin tam ortasındayız artık. Aslında kendim hiç o kıvama gelmedim ama toplumca cinnet geçiriyoruz. Sabah güler yüzüne selam verdiğiniz komşunuzun kapısına akşam ekip otomobilleri yanaşıyor. Metroda omuz başınızda duran kadının cesedini akşam haberlerinde yanmış halde görüyorsunuz. İster istemez yazdıklarımı şekillendiriyor tüm bunlar. Sayfalarımın arasında çok fazla ölüm teması var ama asıl kaygım sanırım yaşamsallık. Veya en azından “Neden böyle oldu?” sorusu. Bu benim olup bitene isyan etme biçimim.
Okurun zaman algısını alaşağı etmeyi önemsediğin hissediliyor. Her öykü, küçük ipuçlarıyla başlayıp zamanda ileri geri sıçramalarla yavaş yavaş açık ediyor meselesini.
Hayat bu. Yaşamın acımasız döngüsü bu. Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz. Bunu İsviçreli bilim adamları tanımladı: Dejavu. “Yine olsa yine yaparım” dediğimiz şey tam da bu. Kendimizi öldürürcesine yaşıyoruz. “Daha kötüsü olamaz” dediğimiz her şeyin “daha kötüsü” oluyor. “Daha kötüsünü yapamam” dediğimiz her şeyin daha kötüsünü yapıyoruz. Bu döngü bizi ölüme kadar götürüyor. Yaşadığımız her şeyin birbiriyle oldukça çok alakası var. Önce ya da sonra hep aynı şeyi yaşıyoruz. Bu yüzden öyküler bu tünellerde gezinip duruyor. “Bu daha önce de olmuştu” diyoruz “Meraklanma yine olur.” diye cevaplıyor bizi zihnimiz. Zaman ve mekan değişebilir, düştüğümüz dip asla...
Alttan alta sürekli kendini duyuran, dünya görüşünün muhtevasını okura hissettiren bir ses de var. İdeolojinin peşinden gitmiş, hazzetmediğin hiçbir unsuru dahil etmemişsin. Bu konuyu açar mısın biraz?
Aslında tam anlamıyla bir ideolojiye sahip miyim bilemiyorum. Ama kötülüğe tahammül edemiyorum. Bir insanın zekasının, yaşamsal arzularının, düşlerinin veya en azından aldığı nefesin bir çırpıda alaşağı edilmesine tahammül edemiyor, hazmetmek istemiyorum. Kendimce, hayatımda çürümüş hiçbir şeye yer bırakmıyorum. Öykülerimde de onlardan artakalan hiçbir şeye ya yer vermiyorum ya da istemsizce kelime öbekleriyle yumruklamaya çalışıyorum. Dünya görüşü dediğimiz şey nasıl ortaya çıkar, nelerden etkilenir, ben nereden etkilendim, ne oldum, ne düşündüm bilemiyorum ama burada her şey kötü. Ne yazık ki çok kötü. Belki elimden dünyayı değiştirmeye dair pek bir şey gelmiyor. İnsanın kötülüğüne dair bunun dışında tek bir şey yapamıyorum. Aksine daha çok ve daha kötüsünü görüyorum. Sadece yazmak benim silahım. Yazdıklarımın muhteviyatında bu irin var. Sadece akıtılması gereken bu berbat irin. “Bana göre kötü” her neyse onu kutsamadan yazmak istiyorum. Ben Robin Hood değilim. Benim zalimden alıp iyiye verme biçimim bu. Kötülüğün yüzüne tükürme biçimim bu. Benim elimden gelen bu.
‘DİZELERİ KENDİME SAKLAMAYI SEVİYORUM’
Göndermelerinde, “şiirle” kurulan bağ, özellikle dikkat çekiyor. Öyküleri besleyen, dönüştüren, anlatımı güçlendiren bir öge olarak sürekli karşımıza çıkıyor. Bir defasında, biraz da şaka yollu, “Ben şiir yazamam.” dediğini hatırlıyorum. Sağlam bir şiir okuru var öykülerde. Nedir şiirle olan ilişkin?
Aslında bu soruyu birçok insandan duydum ama sanırım ben gerçekten şiir yazamam. Ne yazık ki kendimde o gücü göremiyorum. Sıkı bir şiir okuyucusuyum diyebiliriz ama o dizeleri kendime saklamayı seviyorum. Şiir biraz da derdini kısa ve kusursuzca anlatma işi. Ben o kadar kısaca anlatamıyor, anlatabilenin derdini büyük bir hazla dizelerinden dinlemeyi seviyorum. Şiirle yoğrulmalı insan ruhu çünkü... Bugün ülkemizde milyonlarca şair var. Böyle diyebiliriz. Milyonlarca şair... Veya şöyle diyelim; kendini şair zanneden milyonlarca insan. Herkes bir şeyler yazmak istiyor, zorunda hissediyor veya güzel yazdığını zannediyor. Belki ben de öykü yazdığımı zannediyorum, kim bilir? Aslında imge kalabalığına boğmadan, ajitasyonun ekmeğini yemeye çalışmadan yazan, “şiirleyen” inanılmaz iyi kalemler var. Fakat acı olan şu ki, bu insanlar işi sulandıran milyonların arasında kayboluyorlar. Berbat şiirler yazan, hatta bilhassa komiğe kaçan öyle çok şair var ki, o kalabalığın arasında asıl iyi dizeleri göremiyoruz. Ben bu yüzden o işi ehillerine bırakmalıyım diye düşünüyorum. Benim şiire dair korkum, onlarla birlikte kaybolmak değil komiğe kaçmak. Şiir üzerine gülünecek bir şey değil. Belki matematiksel, belki felsefi, belki de diğer bilimlerle üzerine uzun uzun düşünülmesi veya yaşantılarla tecrübe edilmesi gereken bir tür. Ben öyküde işin kolayına kaçıyorum belki de. Okuyucumla gece boyu sohbet ediyoruz, birbirimize yaralarımızı gösteriyoruz, sonra o masadan kalkıyoruz, hepsi bu.