Ümit Akçay: İktidar koalisyonu bu süreci taşıyamaz
Doç. Dr. Ümit Akçay: Öncelikli dert iktidarda kalmak. Bunun ekonomik gereklerini yapıyorlar. Ancak bu da ekonomiyi iyice kilitliyor.
Ümit Akçay | Fotoğraf: Serpil İlgün/Evrensel
Serpil İLGÜN
Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, 20 Eylül 2018’de Yeni Ekonomik Programı açıklarken ekonomik kriz için “En kötüsü geride kaldı” demişti. Öyle olmadığını milyonlarca işçi ve emekçi her gün deneyimledi ve bu deneyim sandığa da yansıdı.
Dövizdeki her oynamayı, yapılan her zammı endişeyle takip eden milyonlar için, geçtiğimiz çarşamba günü açıklanan ekonomide “reform” paketi, çarşı pazardaki yangının dinip dinmeyeceği, işsizliğin, yoksulluğun, hak gasplarının büyüyüp büyümeyeceği gibi temel soruların yanıtı açısından önemli.
İktidarın sandık sonucunu tanımama tutumunun gün geçtikçe artırdığı siyasi kaosun gölgesinde kalan “Yeni Ekonomik Program Yapısal Dönüşüm Adımları 2019” paketini Doç. Dr. Ümit Akçay’la konuştuk.
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan, seçim sonrasında ekonomiye odaklanacağını ilan etmiş, TÜSİAD da 31 Mart gecesi yaptığı açıklamayla “reform paketinin” ivedilikle çıkarılmasını istemişti.
Peki, 6 ay sonra gelen ikinci ekonomik programın gündelik hayatımızdaki karşılığı ne olacak? Program neyi hedefliyor? Kıdem tazminatından sosyal güvenliğe, pek çok başlıktaki “reform”lar işçi ve emekçiler için ne anlama geliyor? Reform, mali disiplin, sürdürülebilirlik, kalkınma gibi kulağa hoş gelen terim ve kavramlar çıkarıldığında, geriye kalan ne? Siyasi belirsizlik ekonomiye nasıl yansıyacak? Seçimlerin yenilenmesi krize nasıl etki eder?
Ümit Akçay yanıtladı.
AKP’nin seçimin hemen ardından ‘acı reçete’yle yüklü bir program sunması bekleniyordu. Çarşamba günü açıklanan program, faturanın hangi kesimlere kesileceği, dolayısıyla iktidarın yüzünü hangi sınıfa döndüğü sorusuna nasıl bir yanıt vermiş oldu?
Önce, bugün gelinen durumu anlamak için kısa bir hatırlatma yapalım; 2002-2013 arası AKP’nin hem siyasi olarak güçlenebilmesini, hem de bir çeşit canlı ekonomik büyümeyle bunun desteklenmesini sağlayan konjonktür 2013’ten sonra değişti. 2013’e kadar dışarıdan kaynak girişleriyle, içeride de kredi genişlemesine dayanarak canlı ekonomik büyüme gerçekleşmişti. Bu dönemde AKP hükümetleri üç ayaktan oluşan sert bir neoliberal paket uyguladılar. Bunların ilki özelleştirme, bir diğeri emek yasasının dönüşümüydü. 2003’te çıkarılan yeni iş kanunu sonrası, taşeronlaştırma, esnek çalışma uygulamaları gerçekleşti. Üçüncüsü de Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ve sıkı mali politikalarının ücret artışlarını sınırladığı bir makro ekonomik çerçeve. Bu üç ayak 2013’e kadar geldi.
Normalde bu tip politikaları uygulayan hükümetlerin siyasi desteğinin azalması beklenir ama bu olmadı, aksine her girdiği seçimde oyunu artırarak gelen bir siyasi iktidar gördük.
Bu nasıl sağlandı?
Bunun için toplumu karşıt kutuplara bölen siyasi stratejilerin yanı sıra, bu stratejileri maddi olarak da destekleyen iki telafi mekanizmasını uyguladılar. İlki yaygın şekilde tartışılan sosyal yardımlardı, bir çeşit yeni kısmi sosyal refah devleti uygulaması devreye sokuldu. İkincisi de borçlandırma. 2013’e kadar düşük faizlerle ve TL’nin nispeten güçlü olduğu bir ortamda kolay borçlanma sayesinde insanlar gelirleri artmasa da harcayabilme olanaklarına kavuştular. 2013 sonrasında bu ekonomik politik model tıkandı. Tıkanınca neoliberal politikalar ve telafi mekanizmalar arasında bir tercih yapmak zorunda kaldı hükümet. Ancak yaşanan her ekonomik darboğazda tercih yapmayı öteledi.
Erteleyebilmek nasıl mümkün oldu?
Erteleyebildiler çünkü örneğin 2014’te AB Merkez Bankası parasal genişleme ilan etti, uluslararası borçlanma olanakları kolaylaştı. 2016’da 15 Temmuz sonrasındaki siyasi istikrarsızlık, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının not indirmesi gibi gelişmeler Türkiye’ye para girişini tekrardan azaltmıştı. 2014’teki gibi yeniden ekonomik daralmanın yaşanması söz konusu oldu ve ekonomi yeniden bir darboğaza girdi. Yine bir tercih yapmak zorunda kaldılar: “Sosyal refah harcamalarını, borçlandırma olanaklarını devam ettirecek miyiz, yoksa örneğin kıdem tazminatını ortadan kaldıracak, neoliberalizmi daha da derinleştirecek bir programı mı uygulayacağız?” Orada yine eski modeli sürdürmeye çalıştılar ve neticesinde şu anda yaşadığımız krize zemin hazırlayan, 2018’in ikinci yarısından itibaren gördüğümüz ekonomik daralmayla karşılaştık.
Uluslararası sermaye kuruluşları ya da yabancı yatırımcılar Eylül 2018’deki Yeni Ekonomik Program’da bu tercihin yer almasını bekliyorlardı. “Acı reçete” programı buydu, yani emeğin daha fazla esnekleştirilmesi, kıdem tazminatının ortadan kaldırılması, ücretlerin daha sert baskılanması ve “Türkiye’nin rekabetçiliğini artıracak” diye söyledikleri başka birtakım uygulamalar...
Bunlar açıklanan programda yer almıyor mu?
Eylüldeki programda buna kısmen değiniliyordu, 10 Nisan günü açıklanan programda da bu bir arka fon olarak duruyor. Yatırımcılara, uluslararası sermayeye, finans piyasalarına bu bir vaat olarak, kıdem tazminatının kaldırılması, bireysel emekliliğin neredeyse zorunlu hale getirilerek ikisinin de ortak bir fona devredilmesi gibi bir çerçeve sunuluyor; ama ben açıkçası bugünkü siyasi ve ekonomik ortamda bunun hayata geçirilmesinin hiç kolay olmadığını düşünüyorum.
Yani tercihin sınıfsal karakterinde bir tereddüt yok. Zira, kıdem tazminatı, zorunlu BES, vergilerin ‘tabana yayılması’ gibi emek karşıtı kararlar almakta bir tereddüt gösterilmiyor...
Elbette. Programın emek karşıtı olduğu ya da sermayenin çıkarlarını gözettiği konusunda hiçbir şüphe yok, zaten sermaye örgütlerinin açıklamalarına bakıldığında bunu rahatlıkla görebiliriz. “Vergi reformu” kurumlar vergisinin düşürülmesi; “verginin tabana yayılması” ise ücretlilerin daha da vergilendirilmesi. Yani o tercihte bir tereddüt yok. Zaten TÜSİAD’ın daha seçim akşamı yaptığı açıklamaların etkisini hükümetin açıkladığı metinde görüyoruz. İktidarın tereddüt ettiği konu, sermaye grupları arasında hangisini kurtaracağı. Bankacılık sistemini mi, reel sektörü mü; enerji sektörünü mü sanayiyi mi; turizmi mi inşaat sektörünü mü kurtaracağı... Bunu siyasi maliyeti nedeniyle yapamıyorlar. Yapamadıkları sürece de kilitlenme devam ediyor.
HEDEFLERİ 2019’U ÇIKARMAK
Peki, paketten ne çıktı, ne hedefleniyor?
Aslına bakarsanız içi boş bir paket çıktı. Basın toplantısını açarken Sayın Albayrak dedi ki “Önümüzde 4.5 yıl seçimsiz bir dönem var!” Ama açıklanan program 8 ayı kapsıyor. Madem 4.5 yıl var o zaman 4.5 yıllık açıklasalardı! Belli ki böyle bir hazırlıkları yok. Zaten siyasi ufukları da bence 4.5 yıllık seçimsiz bir dönemi öngörmüyor, o yüzden 2019’u çıkarmayı önüne koyan, krizin daha acil müdahale edilmesi gereken noktalarına odaklanan 8 aylık bir geçiştirme programından bahsediyoruz.
İktidarın acil müdahale listesinde neler var?
2016’daki ekonomik daralma sonrasında 2017’de Türkiye ekonomisi yüzde 7’ye yakın büyüdü. Yani bir zıplama gerçekleşti. Bu, kredi garanti fonu uygulaması ve muazzam bir kredi genişlemesiyle gerçekleşmişti. Orada şöyle bir tercih yaptılar. Normalde kriz zamanlarında yüksek borçlu ya da kar oranları düşen firmaların batması, yani elenmesi gerekiyordu. Hükümet bu kredi genişlemesiyle böyle bir elenmeyi engelledi. Aslında batan firmalar siyaseten yaşatılmış oluyor, çünkü çok sayıdaki küçük sermaye grubunun iktidara desteği sürdürmeleri isteniyordu.
Seçimi kazanmak için erteledikleri bu iflasların faturası daha da artarak şimdi hükümetin önüne geldi, ama ilan edilen programda bu sıkışmanın nasıl çözüleceğine dair bir doğrultu tespit edilebilmiş değil. İnşaat ve enerji sektörü ayrıcalıklı denilerek, bu alandaki batık kredilerin kurtarılacağı vadediliyor ama bunun da detayları yok.
Özetle Hükümet yine bir tercih yapmıyor. Çünkü o tercihi yaparsa zaten daralan siyasi tabanı daha da daralacak, elenen sermaye kesimleri, KOBİ’ler siyaseten de bu projeyi desteklemez hale gelecek. Bu kesimleri hele de böyle bir dönemde kaybederse iktidarın nasıl sürdürebileceği konusunda endişeleri var. Öncelikli dert iktidarda kalmak. İstanbul seçimi ve diğer mazbata tartışmaları bunu gösteriyor. Bunun da ekonomik gereklerini yapıyorlar. Ancak bu da ekonomiyi iyice kilitliyor.
TÜSİAD İLE YENİ ZENGİNLEŞEN SINIF KARŞIT DEĞİL
‘Yandaş’ sermaye ile ‘geleneksel’ büyük sermaye arasındaki çatışmanın derinleşmesi, sözünü ettiğiniz tercihin oluşturulmamasında bir faktör mü?
Bunun çok etkili olduğunu sanmıyorum. Çünkü her ne kadar örneğin havaalanı projesinde, alt yapı yatırımlarında adı çok duyulsa da AKP ile ilişkili sermaye kesimlerinin Türkiye’nin geleneksel büyük sermaye kesimlerini tehdit edecek düzeyde büyümediğini biliyoruz. Bu dönemde hiçbir değişim olmadı demek istemiyorum elbette, zaten gözlerimizin önünde gerçekleşiyor bu yeni sınıf fraksiyonunun zenginleşmesi; ama bu yeni zenginleşen sınıf ile eski geleneksel sermaye sınıfı karşı karşıya ve hükümet bu ikisi arasında tercih yapamıyor gibi bir durum olduğunu düşünmüyorum. Çünkü TÜSİAD’ın karşısında konumlanmış bir AKP sermaye sınıfı yok. Ya TÜSİAD’ın alt işvereni ya da birlikte iş yaptığı kesimler bunlar zaten. Daha basit söylersek örneğin otomotiv sektöründe büyük firmalarla ilişkili Bursa’da yüzlerce, hatta binlerce yan sanayi firması, KOBİ’ler var. Yani TÜSİAD ve KOBİ’ler o açıdan karşıt değil. Ama siz ekonomi yönetimi olarak büyük otomotiv firmasını mı kurtaracaksınız, yani bir firmayı mı kurtaracaksınız, yoksa bin firmayı, KOBİ’yi mi? Şimdilik tercih edemedikleri yer orası.
KAMU BANKALARININ YENİDEN KREDİ VEREBİLİR HALE GELMESİ HEDEFLENİYOR
Açıklanan “reform paketi” esas olarak nereye odaklanmış?
Bu programın odağı, kredi genişlemesini sürdürmek ve ekonomik canlılığı sağlamak. Geçtiğimiz yılın ikinci yarısından itibaren kamu bankaları öncülüğünde gerçekleştirilen kredi genişlemesi dalgası kamu bankalarında bir tahribat yarattı. Bu tahribatı engellemek için Hazine devreye girecek. İlk olarak bu çıktı programdan. Böyle yaparak kamu bankalarının düşük faizle ve yüksek tempoyla kredi vermesinin devamını sağlamaya çalışıyorlar ki hem firmalar, hem bireysel tüketici yeni borçlar alabilsinler.
İkincisi, inşaat ve enerji sektörünün kurtarılmasıyla ilgili. Bu da dolaylı olarak yine bankacılık sektörünü kurtarmayla ilişkili. Bankacılık sistemindeki batık kredilerin çıkarılması ile özel bankaların da yeniden kredi verebilmesi sağlanmaya çalışılıyor.
Üçüncüsü, programın sınıfsal tercihini açığa çıkaran kıdem tazminatı konusu. BES’i zorunlu hale getirip kıdem tazminatıyla birleştirerek dış kaynak girişinin olmadığı durumda, iç kaynakları mobilize etme çabası var. Eğer açıklamada söylendiği gibi milli gelirin yüzde 10’u kadar bir kaynak yaratılabilirse, bu kabaca 80 milyar dolar demek. Yani bir IMF programına gerek olmadan, krizden çıkış için gerekli fon. Ama buna TÜRK-İŞ dahi karşı çıkıyor. Her ne kadar işçi sınıfının örgütlülük düzeyi tarihsel olarak en geri seviyelere gelmiş olsa da, kıdem tazminatının kaldırılmasının yine çok düşük bir ihtimal olduğunu düşünüyorum.
Albayrak, gıda enflasyonuna müdahale iddiasıyla tarımda milli birlik projesi oluşturulmasından söz etti. Bu iddianın altı ne kadar dolu?
Orada çok çelişkili şeyler söylenmiş. Bir yandan tarımda bir kooperatifçilikten, bir yandan sözleşmeli çiftçilikten bahsediliyor. Bunlar birbiriyle taban tabana zıt. Sözleşmeli çiftçilik, çiftçiyi topraksız işçi haline getiren uygulamalar. Örneğin Bursa’da domates tarımını yapan çiftçiler şu anda salça fabrikalarının işçileri haline gelmiş durumdalar. Bu tarımdaki sürdürülebilirliği de tahrip eden bir uygulama. Bunlar hem proleterleştirmeyi, metalaşmayı arttıran, hem de sorun yüksek gıda fiyatıysa onu çözemeyecek uygulamalar.
Paketin içine “yargı reformunun” yerleştirilmesinin anlamı ne?
Yargı reformu ile kastedilen icra iflas kanunu, mahkemelerin özellikle ticari davaları görme süresinin kısaltılması gibi uygulamalar. Firmaların piyasaya girip çıkma sürelerinin kısaltılması, iflas ettiğinde tasfiye sürelerinin kısaltılması, mahkemeye düştüğünde mahkemede geçen gün sayısının azaltılması gibi bazı kriterler var Dünya Bankası’nın yaptığı iş yapma kolaylığı endeksinde. Ona yönelik olarak spesifik bir yargı reformundan bahsediliyor. Yoksa demokratik standartları yükseltmeyle ilgili bir “reform” söz konusu değil.
ZOR BİR DÖNEM BİZİ BEKLİYOR
Vatandaş olarak esas merak ettiğimiz konu, açıklanan programın gündelik hayatımıza nasıl yansıyacağı; ağırlaşan ekonomik krize deva olup olmayacağı...
Açıklanan programın Türkiye ekonomisinin gidişatına olumlu ya da olumsuz bir etkisi olacağını sanmıyorum çünkü zaten krizdeyiz. IMF dün dünya ekonomisiyle ilgili 2019 tahminlerini açıkladı. Türkiye ekonomisi ile ilgili 2019 yılı için yüzde 2.5 daralma öngördü. Yüzde 2.5 daralma, işsizliğin çok daha yükselmesi demek. Türkiye ekonomisi zaten yıllık yüzde 4-5 büyüdüğü zaman yüzde 10 işsizliği ancak tutabiliyordu. Ekonominin yüzde 2.5 daralacak olması, daha kitlesel bir işsizlikle karşılaşacağımız anlamına geliyor. Aynı zamanda enflasyonun da beklendiği gibi hızla düşmesi zor, çünkü enflasyonun temel sorunu TL’nin değersizleşmesi. Geçtiğimiz haftadan beri TL yüzde 5 değer kaybetti, bu otomatik olarak önümüzdeki ay fiyatların tekrar artmasına neden olacak. Özetle, ekonomik daralmanın olduğu, işsizliğin ve fiyatların arttığı zor bir dönem bizi bekliyor.
SERMAYEYE NİYET BEYANI
IMF, ekonomik kriz tartışmalarında kendine yer bulan bir başlık olduğu için soralım; Açıklanan program, “Türkiye zorunlu olarak IMF’nin kapısını çalacak” yargısını kuvvetlendirmiş mi oldu?
IMF tartışması biraz abartılıyor gibi geliyor bana. Onun da nedeni biraz muhalefetin güçsüzlüğü. Şöyle bir yaygın bir beklenti var: “AKP’nin iktidardan düşmesi oldukça zor, biz muhalefet olarak bunu sağlayamıyoruz, IMF gelirse örneğin Kanal İstanbul gibi projelere izin vermeyebilir!” Hatta daha ileriye götürenler “hukukun üstünlüğü tesis edilir” diyor. Yani muhalefetin yapamadığı denge ve denetleme işlevini bir uluslararası teknokratik kurum yapabilirmiş gibi yaygın bir kanı var. Aslında IMF’nin böyle şeyler yaptığı yok. Örneğin şu anda Mısır’da, Ürdün’de, Pakistan’da IMF programı uygulanıyor. Bu ülkelerde şeffaflığın arttığı, hukukun üstünlüğünün geliştiği, mevcut iktidarların sınırlandırıldığı bir ortam yok. IMF’nin spesifik amaçları var, ülkenin borç ödeme kapasitesinin sürmesi, yabancı borçların geri ödenmeye devam edilmesi; bunun için de kamu harcamalarının, ücretlerin daraltılması, vergilerin arttırılması. Çok basit standart bir reçete bu, her yerde de bu uygulanıyor. Peki Hükümet neden bunu yapmıyor? Kamu harcamalarını daraltması gerektiği için böyle bir programa gitmiyor. Çünkü bunun siyaseten altını oyacağını düşünüyor.
O halde bu IMF’siz IMF programı da değil?
Aslında Eylül’de açıklanan yeni ekonomik programı oydu ama seçim nedeniyle ilan ettiklerini yerine getiremediler. Şu anda ilan edilen de IMF’siz IMF programıdır dememiz için bir veri yok elimizde. Çünkü hiçbir rakamsal hedef yok. “Yıllık büyümemiz şu kadar olacak, yıllık enflasyon hedefimiz bu, fiyat artışlarını buna göre şöyle sınırlandıracağız” denseydi bunu söyleyebilirdik ama herhangi bir sayı telaffuz edilmedi. Diğer yandan sermaye sınıfına, biz buradayız, işlerinizi yapmaya devam ediyoruz dendi. Doğrultu olarak, IMF politikalarının da özünü oluşturan neoliberal çerçevenin içinde bir niyet beyanı olarak görülebilir.
Açıklanan program, ekonomi yönetiminin ABD’de sermaye ve finans temsilcileriyle şu günlerde başlayan görüşmelerde elini rahatlatmış mı oldu?
ABD’ye giderken, “Bakın biz bankacılık sistemini bu şekilde düzenliyoruz, kamu bankalarını sermayelendireceğiz, gayri menkul sektörünü, enerji sektörünü kurtarmak için elimizde planlar var!” denmiş oldu. Ama bu, kuvvetli bir sermaye girişi için yeterli olur mu olmaz mı, bilemiyorum. Sağlıklı bir ekonomik büyüme beklentisi olmadan bu tip uluslararası yatırımın sürüyor olması çok zor.
MUHALİF ÇEVRELER BİR ADIM SONRASINA HAZIR OLMALI
Sandık sonuçlarını tanımama nedeniyle siyasi belirsizlik sürerken, Bakan Albayrak konuşmasında durum tam tersiymiş gibi bir resim çizdi ve ‘4.5 yıl seçim yok’ söylemini yeniledi. Bunun gerçekleşmeyebileceğini söylediniz ama, erken genel seçim bir yana, tek başına İstanbul seçimlerinin yenilenmesi durumu ekonomik krize nasıl etki eder?
Doğrusu böyle bir ortamda tekrar seçime gitmek iktidar için hiç tercih edilebilir değil, ancak buna mecbur kalabilirler. Orta vadede, uygulamaya mecbur kalacakları ücretlerin ve emeğin baskılanmasına dayanan bir kemer sıkma programının gelmesi durumunda iktidarın siyasi desteğinin daha da azalacağı bir sır değil. O ortamda seçim tekrar gündeme gelir mi, gelirse nasıl gelir tahmin etmek güç. Bu nedenle sürekli “4 yıl daha seçim yok” diye tekrar ediyor iktidar sözcüleri. Ancak mevcut siyasi ortamda sert bir ekonomik paketi uygulamak, ya otoriterleşmenin daha da derinleştiği bir ortamı gerektirir ya da mevcut iktidar koalisyonu bu süreci taşıyamaz ve erken seçim gündeme gelebilir.
Böyle bir olasılık için muhalif çevrelerin daha hazırlıklı hale gelmesi gerekiyor. Zira AKP’nin yenilmez olmadığı, bir muhalif blok oluşamamasına rağmen akıllı taktik hamlelerle iktidarın geriletebileceği görüldü. Onun bir adım sonrası kurucu pozitif politika ve onun ekonomik programını hazırlamak.
Açıklanan programdaki tercih belirsizliğinde seçimlerin sonuçlandırılmamış olmasının ve İstanbul seçimlerinin tekrarlanmak istenmesinin payı olmuş mudur?
Olabilir, çünkü sürecin nasıl süreceği hala belli değil. Eğer açıklanan program çok sert olsaydı ve 60 gün sonra seçimler olacaksa, iktidar için çok zor bir durum yaratırdı. Paketin açıklanmasının ertelenmesinde ve sonunda içinin neredeyse boş olmasında, İstanbul seçimlerinin yenilenebileceği ihtimalinin göz önüne alındığı olasılığı geliyor insanın aklına.
ALBAYRAK’IN GİTMESİ DURUMU DEĞİŞTİRMEZ
Erdoğan’ın 31 Mart yenilgisinin faturasını bazı bakanlara çıkaracağı, örneğin ekonominin Berat Albayrak’tan alınarak, yerine Mehmet Şimşek gibi bir ismin getirileceği söylendi. Gözleminiz ne, yakın vadede Albayrak görevden alınır mı?
Şu anda kurumsal bir karmaşa söz konusu. Cumhurbaşkanlığı etrafında örgütlenen ofislerin, kurulların işleviyle bakanlıkların işlevlerinin çakışan yanları var. Açıklamada da bunu görüyoruz, örneğin lojistik planı ulaştırma bakanlığı yerine Varlık Fonu yapacakmış. Lojistikle Varlık Fonu’nun ne alakası var? Veya tarım bakanlığının açıklayacağı şeyi hazine bakanlığı niye açıklıyor gibi kurumsal mimariye dair henüz çözülemeyen bir dizi sorun var. Bu durumda Berat Albayrak’ın gidip Mehmet Şimşek’in gelmesi pek bir şey değiştirmez. Çünkü karar alma mekanizması merkezileştirildi ve Cumhurbaşkanlığına bağlandı. Siyasi sorumlu Cumhurbaşkanı Erdoğan, ki kendisi de bunu seçim kampanyası boyunca da söyledi. O nedenle isim değiştirilerek sorunların giderileceği veya erteleneceğini sanmıyorum.