Murat Sevinç: Cumhuriyet tarihinin en sürreal hikayesine tanık oluyoruz
Eğer "eşik" sözcüğünü kullanacaksak, evet çok hacimli bir eşik daha aşıldı. "İstikşafi müzakere" zırvası ilkiydi. Bu ikinci ve daha çarpıcı bir durum.
Doç. Dr. Murat Sevinç
Serpil İLGÜN
“Murdar” ilan edilen İstanbul seçimi, “İsteniyor ama yapılamaz” yaklaşımlarının aksine 6 Mayıs’taki YSK kararıyla iptal edildi. Seçim sonucunu daha önce “sandık darbesi” olarak niteleyen iktidar bloku, iptal kararını ise “demokrasinin zaferi” olarak tanımladı.
Aynı gerekçelerle yapılan muhalefet başvurularının reddedilmesi; binlerce polis eşliğinde seçmen avına çıkılması; seçmenin soyadından oy tercihinin belirlenmesi; sonuç değişmediği halde tekrar tekrar saydırılan sandıklar, sonuca etki ettiği iddia edilen 19 bin sandık kurulunun görev yaptığı sandıklarda AKP’nin önde olması; KHK’li seçilmişlerin görevden alınması; sadece İstanbul’da değil, Diyarbakır, Mardin ve Van’da da mazbataların verilmesine gösterilen direnç…
Seçimi iptal etme hedefi yolunda dahasının da yaşandığı son bir ayda gösterilen bu yoğun çabanın hiçbir aşamasında, itirazları hukuka uydurma kaygısı taşınmadı.
“Nasıl olur", "yok artık” şaşkınlığının iktidar bloku seçmeni arasında da belirmesinde bu konuda da eşiğin atlanmasının payı büyük.
Cumartesi söyleşisinde bu hafta, seçim iptalinin daha da hararetlendirdiği “Nasıl olur” sorusuna, YSK kararının siyasi, ekonomik, toplumsal nasıl sonuçlar üreteceği başlığını da ekleyerek Doç. Dr. Murat Sevinç’e başvurduk.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Hukuku Öğretim Üyeliği görevine Şubat 2017’deki OHAL KHK’siyle son verilen Murat Sevinç, akademinin bu soruları yöneltebileceğimiz yetkin ve üretken isimlerinden. Sevinç, ‘Milletvekillerinin Dokunulmazları’, ‘Türkiye’nin Anayasa İmtihanı’, Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası-1921 Anayasası ve Tutanakları (Dinçer Demirkent’le birlikte) kitaplarının ardından geçtiğimiz yıl da ‘Hey Garson’ isimli kitabıyla okurlarının karşısına çıkmıştı.
YSK’nin iptal kararıyla ilgili Gazete Duvar ve Diken’de yaptığınız değerlendirmelerde ‘Bu bir karar değil’ dediniz. Bu değerlendirmenizi, iptal kararının en çok sorulan sorusunu yönelterek açmanızı rica edelim. Sandık kurullarının oluşumunda usulsüzlük varsa, nasıl oluyor da aynı zarflardan çıkan üç seçim sonucu geçerli kabul edilerek, sadece İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı sonucu iptal ediliyor?
Evet Duvar’da böyle bir eleştiri yönelttim. Diken’deki kısa yazıda da, Duvar’da da, bu kararın ‘karar’ sıfatını hak etmediğinin altını çizdim ve Diken’deki yazıda 2007’deki “367” kararından örnek verdim. Abdullah Gül de aynı karara atıf yapmış. Kısmen haklı tabii ama o kararın her ne kadar hiç katılmasam da bir ‘argümanı’ vardı. Oysa bu kararın iler tutar bir yanı yok. Her şey gözümüzün önünde oluyor ve seyretmek zorunda kaldığımız bu anormalliklere bir isim vermek zorunda kalıyoruz. Sizin haklı sorunuz da aslında aynı yararsız çabanın ürünü! ‘Nasıl sadece belediye başkanlığını iptal ediyor da diğerlerini etmiyor’, diye soruyorsunuz. Bunun mantıkla, hukukla, yasayla açıklanabilecek bir yanı var mı? Zaten gerek de yok. Çünkü konunun teknik hukuk tartışması ile ilgisi olmadığı açık. O alanda değiliz artık.
Sorunuzun muhatabı, sanırım giderek daha da ‘bağımsızlaşan’ yargıçlarımız ve YSK olmalı. Örneğin, neden 11 üye oy kullandı, henüz onu da anlamış değilim. Yedi asıl dört yedek üye var, neden hepsi oy verdi? Bilemiyorum. Ancak bunlar, bir saçmalık içindeki tali konular kaldı. Duvar’daki yazıda söylüyorum ya, YSK boşanma davasına baksa şaşıracak insan kalmadı memlekette. Sorunuza, “Allah’ın bir hikmeti olsa gerek” dışında yanıt gelmiyor aklıma. Tabii İstanbul’daki tüm seçimleri yenilerlerse kazandıkları ilçeleri kaybetme ihtimalinden endişe duyuyorlardır.
Hukuk içinde açıklamanın imkanı olmayan gerekçelerin nerelerden ve nasıl üretildiğini anlamamızı sağlayacak bir diğer soru da şu: Sandık kurullarına itiraz süresinin geçmesi halinde bu yöndeki itirazların değerlendirmeye alınmayacağı yönündeki kendi kararına YSK neden uymadı?
Uysaydı, bu kararı veremezdi! Bu kararı vermek için kendi içtihatlarını da yok saydı. Söz konusu tavır, bizim aşırı bağımsız yargı açısından çok yeni bir durum da değil. Yüksek lisans tezimi parti yasakları üzerine yazmıştım. O zaman fark ettim ki, çoğu durumda AYM/devlet önce partiyi kapatma kararı alıp ardından bir gerekçe yazıyor! YSK kararının kendi içtihadına uymadığını görüyoruz. İyi güzel de, sizce on binlerce yurttaş sorgusuz sualsiz nasıl atılabildi? OHAL KHK’leri yasaldı ve hukuka uygundu da, YSK kararı mı değil! Allah aşkına, Demirtaş neden içeride? Sırrı Süreyya? İki gün önce Prof. Füsun Üstel neden cezaevine girdi? Nasıl oluyor da suç unsuru olmayan bir metni imzalayan akademisyenler yargılanıyor? Nasıl oluyor da aynı imzadan, her biri başka ceza alıyor? Osman Kavala neden cezaevinde? İşte insanlar neden bunu yaşıyorsa, YSK kararı da aynı gerekçeyle verildi. Siz havuz medyası, ben de havuz soytarılarından biri olsaydım, bu sanki tartışılabilir bir şeymiş gibi davranabilirdik, ancak değiliz. Sürelere neden uyulmadı? Neden uyulsun? Biz bu eşikleri aşalı çok oldu ne yazık ki. Nasıl oldu bu? E oldu işte, çünkü yapabiliyorlar, mesele bu.
HUKUKA AYKIRILIĞI GİDEREBİLİRSİNİZ, AMA YOK SAYMAYI GİDEREMEZSİNİZ
İmal edilen gerekçelerin odağında sandık kurulları var. Yasada (özetle) ‘Seçimden sonra sandık kurulu başkan ve görevlilerinin görevlerini kötüye kullanmalarının söz konusu olması ve suçun oluştuğunun anlaşılması ilgililerin cezalandırılmalarını gerektirir. Ancak seçimin iptaline neden olmaz” şeklinde hüküm varken, YSK nasıl oluyor da altı doldurulamayan itirazı dikkate alıyor ve yine sadece büyükşehir belediye başkanlığı için bundan geri dönüyor?
Evet yasada öyle yazıyor. Ve yasayı ciddiye almıyorlar. Yanlış hatırlamıyorsam Orwell’da geçiyordu, artık bir yasa yoksa, aykırılık da olmaz! Ayrıca görevini kötüye kullanan filan yok. O sandık kurullarını oluşturan da, seçim günü o imzaları atan da rahmetli babam değil. Bakın, ortada bir şey olmadığı için sürekli ‘hissediyoruz’ dediler. Seçim ‘hisler’ nedeniyle iptal edildi. Cumhuriyet tarihinin en sürreal hikâyelerinden birine tanık oluyoruz. Siyasal İslamcılar İstanbul’dan vazgeçmeyi sindiremedi, bu kadar basit. Yasalarda ne yazarsa yazsın. Ali Duran Topuz’un antihukuk terimine bu nedenle sık başvuruyorum. Hukuka aykırılık değil bu. Onu giderebilirsiniz. Oysa hukuku yok saymayı gideremezsiniz. Dolayısıyla olabildiğince saçma örnekler seçiyorum. YSK boşanma kararı verebilir her an, diyorum. Böyle bir şey olsa bir gün, tartışır mısınız? Medeni Kanun’a aykırı der misiniz? Bu seçimi, ilk ilan ettikleri gibi Binali Yıldırım üç bin oy farkla kazansaydı bunları tartışıyor olacak mıydık? Şimdi neyi tartışıyoruz o zaman!
Ek olarak, kamu görevlisi olmayan kişilerin sandık kurullarında görevlendirilmesi YSK onayından geçtiğine göre, YSK kendi sorumluluğunu neden seçmene yüklüyor?
Kime yüklesin? Geçen hafta Galatasaray, benim takımım Beşiktaş’ı 2-0 yendi. Farz edelim ben çok güçlü biriyim. İtiraz ettim. “İçimde garip hisler var, o maçta bir şeyler oldu” dedim. Top toplayanlardan birinin malum bankada parasının olduğunu iddia ettim. “Bütün ülke maçın tekrar edilmesini bekliyor” diyerek ısrarcı oldum. Federasyon 2-0’lık skorun taraftar vicdanını rahatsız ettiği kanısıyla maçın tekrar oynanmasının doğru olacağını düşündü. Bir gerekçe buldu ve dedi ki, teknik direktörün sözleşmesinde bazı eksiklikler varmış. Şimdi siz bana, “GS taraftarına yazık değil mi?” diye soruyorsunuz. Vallahi yazık tabii!
YSK, aynı gerekçelerle başvurulan Maltepe ve Büyükçekmece’de seçimin yenilenmesi talebini neden reddetti peki?
Bilmiyorum. Oralarda güçlü şekilde bir şeyler ‘hissetmediler’ demek ki. Hisler önemli.
YSK KENDİSİNİ TÜKETTİ
Tartışılan bir diğer konu, seçimin bundan sonra nasıl yürütüleceği. YSK sorumluğunu yerine getirmediği için İstanbul seçimleri yeniden yapılacaksa, buna neden olan aynı YSK İstanbul’daki tekrar seçimi ve önümüzdeki seçimleri nasıl yapacak?
Siz YSK’ye güveniyor musunuz? Sorunuzun yanıtı burada gizli. YSK 1950’den bugüne Türkiye demokrasisinin göz bebeği olmuş bir kurumdu. İlk kez bir ülke, seçimlerin hem yönetimini hem denetimini hâkimlerden oluşan bir kurula bırakmıştı. 1961’de Anayasa’da düzenlendi. 1982 Anayasası olduğu gibi benimsedi. O YSK son yıllarda verdiği kararlarla, özellikle 6 Mayıs kararıyla kendisini tüketti. Çok yazık oldu. Bundan sonraki seçimi nasıl yönetirler? Tahmin ediyorum hisleriyle!
YİNE BİR ŞEYLER HİSSETTİLER MUHTEMELEN
AKP’nin ‘oy da kullanmasınlar’ talebinde bulunduğu KHK’lilere önce ‘seçime girebilirsiniz’ denip, seçildikten sonra ‘hayır, vazgeçiyorum’ demesinin sizdeki yansıması ne oldu?
Ah bu konuyu Diken’de yazdım. İdari kararla attıkları insanların temel yurttaşlık haklarını ellerinden almayı düşünecek durumdalar! O bıyıklı arkadaş bu konuda da ‘bence’ dedi hatırlarsanız. Yani yine bir şeyler hissetti KHK’lilerin durumuyla ilgili. “Bence oy vermeliler” filan deyiverdi. Bunlar çok özel insanlar. Kıymetleri bilinmeli. O yazıda başka öneriler getirmiştim. Oy hakkını almakla yetinmemeli. KHK’lilere farklı kıyafet uygulamasına geçilmeli. Toplum içinde fark edilmiyoruz, araya karışabiliyoruz. Bedenimizin bir yerlerine, tercihan anlımıza bir damga vurulması yerinde olur. Bu yöntem, siyasal İslamcı rejime çok yakışır ayrıca.
Seçilmişin elinden alınan mazbatanın ikinci sıradaki adaya verilmesini nasıl değerlendirirsiniz?
KHK’li adayın mazbatasının alınması skandal, ikincinin koşa koşa gidip alması ise arsızlıktır. İlki hukuksal/siyasal, ikincisi toplumsal/ahlaki bir tartışma gerektirir. Ne yazık ki henüz mahcubiyet duygusunu zorunlu hale getiren bir kararname çıkarılmadı! KHK’lilerin ‘adaylığını’ kabul eden YSK, seçildikten sonra mazbatayı vermedi. Yine bir şeyler hissettiler muhtemelen. Ne hissettiklerini biz bilemiyoruz tabii. Daha dün gazetede okudum, ikinci olmasına karşın o belediyelerden birine çöken herif, hemen kardeşini yardımcı yapmış. AKP’lilerin bu halinden memnunum. Yüz yıl anlatsak inandıramazdık!
KHK kararını Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) taşıyan, önümüzdeki günlerde AİHM’e de başvuracaklarını açıklayan HDP’nin bu girişimlerinden bir sonuç çıkar mı?
Bireysel başvurunun kabul edilmesi, konunun aynı zamanda AİHS kapsamında olmasını, yani ‘keşişim alanında’ bulunmasını gerektiriyor. Hem Anayasayı hem AİHS’yi ihlal ediyor olması gerekir anlayacağınız. Fakat AİHM bu konuda daha önce kararlar verdi. AYM de Mansur Yavaş hakkında verdi. Yerel seçimleri bu kapsamda görmüyorlar. Seçilen organın ‘yasama yetkisi olması gerektiğine’ hükmettiler. Özetle, bu açık ihlal AYM’den de AİHS’den de döner. Türkiye’de bireysel başvuru, önemli konularda hiçbir işlevi olmasın diye getirilmiş gibi. AYM de bu durumdan memnundur tahmin ediyorum. Onlar da asıl kritik konularda karar vermemekten ya da ihlal bulmamaktan yana. Kritik olmayan davalarda ihlal kararları verip, asıl önemli olanlarındaysa kulaklarının üzerine yatıyorlar. Ama bugün Ayşe öğretmenin mahkumiyetinde ihlal bulmuş. Eh bravo, hiç olmazsa arada bir doğru ve zamanında karar vermesi de kârdır.
GÜÇLÜ İKTİDAR TWEET ATAN ŞARKICILARLA UĞRAŞIR MI?
Her ne kadar yapamaz denilen her şeyi yaptı ise de AKP/Erdoğan’ın, Türkiye’nin iyi kötü işleyen seçim kurumuna müdahale etmeye ‘cesaret edemeyeceği’; ekonomik kriz de hatırlatılarak bunun büyük risk, büyük hata olacağı değerlendirmeleri yapılıyordu. Erdoğan neden bu büyük riski göze aldı?
Vallahi müneccimlik iyi şey değil. Evet, yapılamaz denilen her şeyi yapıyorlar. Bana kalırsa, başka türlü yapamadıkları için böyle davranıyorlar. İktidarda kalmak zorundalar. Bildikleri başka bir yol da kalmadı. İlk yıllarda sahip oldukları araçları; maddi güçlerini, özellikle haklarında açılan davalar karşısındaki ahlaki üstünlüklerini ve insan kaynaklarını tükettiler. On yıl önceki AKP kadrosundan kim kaldı? Mehmet Ağar ve Tansu Çiller zihniyeti/yılları ile mücadele edeceğini vadeden bir parti, artık onları onur konuğu olarak ağırlıyor. Seçmelerine söyleyecek bir şey kalmadı. Bu yüzden daha fazla yok sayma, daha fazla aşağılama, daha fazla kibir... Ekonomi iyi olsa, bunlar pek dert olmazdı belki ama değil. En son, ‘Her şey çok güzel olacak’ diyen şöhretleri el yazısıyla not alıp internette yayınlamış bir Saray görevlisi. Hâl bu. Bunlar güç değil, güçsüzlük göstergeleri. Son kırk günde biri AKP’ye “Öyle şeyler yapın ki hepsi aleyhinize olsun” dese, bu kadar başarılı olmayabilirlerdi. Bu yönetim tarzı bir zorunluluk haline geldi. Eşlerinin kendilerini terk etmemesi, sözlerini dinlemesi için onlara şiddet uygulayan erkekler misali.
İstanbul’un kaybedilmesi bu zorunluluğu pekiştirmiş mi oldu?
İstanbul, Türkiye nüfusunun beşte biri. Sermayenin merkezi. AKP yıllarca vakıflar ve belediyeler aracılığıyla kurdu iktidarını. İstanbul vazgeçemeyecekleri kadar değerli. Bu yüzden çileden çıktılar ve hissederek iptal ettirdiler seçimi. Pardon, YSK seçimin yenilenmesine karar verdi! En güçlü göründüğünüz an en zayıf anınız olabilir. Beş yıl önce sorsanız, her şeyi incelikle planlıyorlar diyebilirdim. Şu anda çok emin değilim. Hırsla, kaybediyor olmanın endişesiyle davranıyorlar. Olup biten her şeyin ‘tersini’ söyleyerek bir süre idare edersiniz belki ama bir sınırı var. Ekonomik kriz yok! Öyle mi, gel de bizim bakkala anlat onu. Soğan alamayan adama, dış güç filan dediğinde üç gün beş gün kafa sallar, sonra ucuz soğan vaat edene oy verir! Özetle, İstanbul çok değerli ve evet, ne kadar şuurlu davranıyorlar, hiç emin değilim. Güçlü iktidar, tweet atan şarkıcılarla uğraşır mı sizce?
SANDIK VAR AMA BİLDİĞİMİZ SANDIK DEĞİL, SİHİRBAZ SANDIĞI GİBİ!
AKP’nin seçim sonucunu tanımama tutumunun yeniden öne çıkardığı, meşruiyet-sandık ilişkisi konusuna Diken’deki köşenizde siz de değinmiş ve “Kazandığı seçimleri meşru, kaybettiklerini gayrimeşru görme eğilimindeki zihniyet, kendi meşruiyetinin temelinde yer alan ‘sandığı’ da gözden çıkaramayacağı” notunu düşmüştünüz. Tek adam tek parti rejiminin sandık/seçim kurumunu gözden çıkarması ne anlama geliyor?
Bizimki gibi rejimlere, doğrusu biraz yumuşatarak ve Anglosakson literatürün katkısıyla ‘seçimli otoriterlik’ gibi isimler verenler var. Kısmen doğru ama fazla yumuşak bir tanım gibi görünüyor bana. Bu kategorideki rejimler hiç sona ermeyecek bir ‘onaya’ muhtaç. Baskıyla da olsa ‘rıza’ almak zorunda. O rızayı hukuk devleti sınırları içinde kalarak üretmek mümkün değilse, çıkarak alacak. Seçim iptal olmasaydı da, yaşadığımıza demokratik bir seçim süreci demek mümkün değildi. Kamu kaynakları bir taraf lehine pervasızca kullanılıyorken, muhalefet her gün hakarete uğruyorken, neredeyse tüm basın yayın organları iktidar kontrolündeyken yapılan bir seçim, seçim filan değildir. Muhalefet her seçime bunu kabul ederek giriyor. Boykot seçeneğini reddediyor. O zaman da atı alan Üsküdar’ı geçince sesini çıkaramıyor. Ezcümle iktidar sandığı reddetmiyor, bunun yerine kendi istediği şekilde biçimlendiriyor koşulları. Yani sandık var ama bildiğimiz sandık değil! Sihirbaz sandığı gibi. Hokus pokusla milyonlarca seçmenin iradesi uçuverdi. Şimdi yeni sandık kurulacak. E demokrasiyiz nihayetinde değil mi?!
Tabii eğer ‘eşik’ sözcüğünü kullanacaksak, evet çok hacimli bir eşik daha aşıldı. ‘İstikşafı müzakere’ zırvası ilkiydi. Bu ikinci ve daha çarpıcı bir durum.
AKP/Erdoğan’ın 23 Haziran’da seçimi kazanması, dayandığı, arzu ettiği meşruiyet zeminini sağlar mı?
Hayır sağlamaz. Kaybedilmiş bir seçim kaybedilmiştir. Artık kazanamazsınız. Yalnızca belediyeyi alırsınız, bu kazanmak demek değil. Muhalefet ve İmamoğlu kazandı. Bu kadar basit. Ama muhalefeti zor durumda bırakır tabii. Çünkü ‘oyun’ davetine ‘evet’ diyorlar. Kaybederlerse neye itiraz edecekler? Ben hiç kimsenin sağlıklı bir öngörüde bulunabileceğini düşünmüyorum şu anda. Dört ay önce İmamoğlu’nun adını bilmiyordum!
İstanbul seçiminin iptali, ‘AKP seçimle iktidarı devreder mi’ sorusunu şöyle dönüştürmüş oldu: 23 Haziran’da da kaybederse, sonucu tanır mı?
Bilmiyorum. 23 Haziran’a dair hiçbir şey düşünemiyorum, öngöremiyorum. İki gün sonrasını da bilmiyorum. Umutsuzluk aşılamaya da, amiyane tabirle ‘gaz vermeye de’ gerek yok. Yaşayıp görelim.
İptal kararı, ağırlıkla 7 Haziran sürecine benzetiliyor. Nitekim Abdülkadir Selvi de köşesinde, ‘Erdoğan 7 Haziran’daki yöntemi kullandı ve kazandı’ diye yazdı. Bugünün konjonktürü 7 Haziran’ ne kadar benziyor?
Benzemiyor. Düşünün, Gülben Ergen ve Yılmaz Erdoğan dahi İmamoğlu’na destek twiti atmışlar. Ne ülke aynı ülke, ne iktidar aynı iktidar, ne seçmen aynı seçmen, ne medya aynı medya, ne AKP aynı AKP, ne Erdoğan aynı Erdoğan, ne muhalefet aynı muhalefet... Buna mukabil, Abdülkadir Selvi aynı Abdülkadir Selvi. Dolaysısıyla yaptığı değerlendirmenin anlayışla karşılanması gerektiği kanısındayım.
YASA, İZİN VERİLDİĞİ ÖLÇÜDE YASADIR ARTIK
Hukuku, yargıyı araçsallaştırmanın ve bunu normalleştirmenin yığınla örneğini yaşamakla birlikte 6 Mayıs kararıyla çok daha derin bir eşiğin aşıldığını belirttiniz. Kurulmaya çalışılan yeni rejimin hukuku nasıl bir hukuk?
Ali Duran Topuz’un, bir süredir ‘anti-hukuk’ adlandırmasıyla yaptığı çözümlemelerin ne denli mantıklı olduğunu gösterdi. Yeni sistem ve bu sistemin sürdürücüleri başka türlü davranamazlar. Sistemin niteliği ve onların iktidarda kalma zorunlulukları başka bir hukuk yaratmaya ve uygulamaya izin vermiyor. Yasa, izin verildiği ölçüde yasadır artık. Ayrıca bu konuda Selçuk Kozağaçlı’nın cezaevinden yazıları da çok şey söylüyor. Keza, Selahattin Demirtaş’ın savunması. Diyeceğim şu, YSK kararından önce de birileri bazı şeylere dikkat çekiyor, çığlıklarını duyurmaya çalışıyordu. YSK kararı, muhalefetin bir türlü yapamadığını yapıp rejimin adını koydu.
ÇOCUKLARA TECAVÜZ DEĞİL AMA SOĞAN, BİBER FİYATI İKTİDARI ZORLAR
AKP çevrelerinde Erdoğan’ın seçim kampanyasında bu kez normalleşme, kucaklaşma diline başvuracağı iddiası sürdürülüyor. Ve bu iddia gündemde tutulduğu her gün, her saat başka bir şiddet, baskı, hak ihlali pratiği gerçekleşiyor. Ne dersiniz, kucaklaşma söyleminin barış imzacısı Prof. Dr. Füsun Üstel’in cezaevine girmesi, yeryüzü sofrasının dağıtılması, annelerin yerlerde sürüklenmesi gibi pratikleri etkisizleştirmesi mi umuluyor?
Her zaman gündeme geliyor bu söylem. Birkaç yıl önce ‘Beni kucaklamayın ne olur!’ diyen bir yazı kaleme almıştım. Vallahi insan dediğiniz taş değil, çimentodan yapılmamış. İdeolojik farklılıklarımızı bir yana bırakalım bir an; sabahtan akşama terörist, zillet, hain filan dediğiniz insanlara, bir ay sonra ‘gelin ülen sizi kucaklayacağım’ diyemezsiniz. Ben bu sözleri ciddiye alıp heyecan duyanlardan değilim, kusuruma bakmazsanız. Ayrıca öyle herkesle kucaklaşamam, prensiplerime aykırı. Onların da bir KHK’li ile kucaklaşacaklarını sanmam. Ay Allah korusun! Evet, Füsun Hoca cezaevine girdi. Çünkü muhterem toplum hiç umursamadı. Bunun bir ‘utanç’ olduğunu düşünen kaç kişi var sizce Türkiye’de? Ali Topuz’dan kavramını borç alayım: Hikâye bir “anti-medeniyete” dönüştü. Barış metnine imza atan bir kadın profesör cezaevine girdi. Bu cümleyi hangi dile çevirseniz rahatsız eder. Ama örneğin Türkiye’nin pespaye akademisini, üniversitelerini rahatsız etmiyor. Gıkları çıkmıyor. İhsan Eliaçık ve diğer iftar yapanlara müdahale edilmesi ise siyasal İslam’ın en kapitalist hallerinin çaresizliği. Eşitlik düşüncesinden nefret ediyorlar. Eliaçık’ın bir avuç sempatizanı var ama çileden çıkarmaya yetiyor. Adam dürüst çünkü. Mesele bu. Ha bu arada aynı görüntüler kazara CHP iktidarı döneminde olsa 21. yüzyılın sonuna dek sakız gibi çiğnerlerdi. “CHP zihniyeti oruç tutanlara saldırdı.” Neyse ki bu manzara siyasal İslamcılara nasip oldu. Ziyade olsun.
Durum böyle olduğu halde, ‘normalleşme’ iddiaları neden gündemleştiriliyor?
Enflasyon, faiz ve soğan nedeniyle sanırım. Türkiye’de, bazı vakıflarda çocuklara tecavüz edilmesi değil ama soğan ve sivri biber fiyatları iktidarı zorlar. AKP’nin esnaf partisi olduğunu, oy deposunu unutmayalım. Dükkanlar kapanıyor. Bir de tabii, İmamoğlu’nun üslubu zor duruma düşürdü bağırıp çağıranları.
TÜRKİYE HEP DEMOKRATİK İLKELERİN PEŞİNDEN GİTTİ, YİNE GİDECEKTİR
6 Mayıs kararıyla imha edilen sadece sandık/seçim kurumu mu? Biçimsel demokrasinin en temel ilkelerinin askıya alınmasının siyasal ve toplumsal başka ne tür etkileri olacak?
Değil kuşkusuz. Daha önceki sorunuza yanıt verirken YSK’nin öneminden, kırık dökük de olsa işleyen demokrasimiz açısından değerinden söz etmiştim. Çok önemli bir kurum, sistemin emniyet supabı kendini şu hale getirdi. Akıl alır gibi değil bu güçsüzlük. Batı’da da otoriterleşme artıyor deniyor. Doğru, kapitalizmin tükeniş aşamasının sonucu olarak her yerde höt zöt galip geliyor son yıllarda. Tabii kendi muhalefetini de yaratarak. İyi hoş da, o Batı’da hâlâ bağımsız sayılabilecek, özgüvenli bir yargı var. Güçlü bürokrasi var. Gelenekler var. Biraz nefes aldıran düşünce özgürlüğü var. ABD’deki, Fransa’daki akademik ve basın özgürlüğü ile Türkiye’dekini nasıl karşılaştıracaksınız. Hepsi kapitalist doğru da, her burjuvazi birbirine benzemiyor takdir edersiniz. Türkiye’nin, II. Mahmut’tan itibaren oluşmuş ve modern devletin temeli olan bürokrasisi çöktü. Devletin omurgası bürokrasidir. Gidin bir bürokratla konuşun anlatsın durumu. Çürüttüler. Yeni sistem dedikleri fantezi, durumu daha da vahim hale getirdi. İdare hukukçuları ne anlatacaklarını şaşırmış haldeler. Hukuk fakültelerindeki meslektaşlarım, ‘Biz ne yapıyoruz burada?’ diye soruyorlar kendilerine. Dolaysıyla YSK kararı gibi kararlar, yalnızca bir seçim iptali anlamına gelmiyor. Kurumsallığın yok edilmesi sürecindeki adımlardan biri bu. Vay be bu da yapılabildi, dedirtiyor herkese. A demek ki yapılabiliyormuş! Bu saçma gelişmeler nedeniyle üç gün sonrasını kestiremiyor yurttaş. Yani YSK kararı gibi gelişmelerin etkisi çok daha büyük ve yaygın bir kötümserliği besliyor.
İptal kararıyla siyasi, ekonomik belirsizliği, öngörülmezliği daha da artan Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor?
Modernleşme tarihimiz iki asırdan uzun. Cumhuriyet bir asra ulaşmak üzere. Basit bir yer değil burası, müthiş bir birikim var. 1877’de Abdülhamit’e muhalefet yapılıyor mecliste. Evet kurumlar çok yıprandı, ahlaki çürüme gözle görülür hâlde ama tarihimizi ve kendimizi küçümsemeyelim. Türkiye tarihi boyunca biraz gecikmeli de olsa hep demokratik ilkelerin peşinden gitti. Falcılık saymazsanız eğer, ben yine gideceğini düşünüyorum. Baksanıza insanlardaki heyecana ve azme. Yorgunluk evet, yılgınlık evet, şaşkınlık evet, endişe evet... Ama umutsuzluk yok. Asla.