Sakarya Nehri'nin doğuşuna şahit olmak
Sırtımda dalgıç tüpü, ellerimde paletler ve dalış kıyafetime takılı fotoğraf makinem. Hedefim, Sakarya Nehri'nin doğduğu kaynağa dalmak!
Fotoğraf: Anıl Yurdakul
Anıl YURDAKUL
“Basınçlı oksijen tüpleriyle dalgıçlar, balıklar kadar özgür yüzen gerçek astronotlardır.”
-Kaptan Cousteau
Kilometrelerce yolun ardından kendimi bulutlu bir havada, iki tarafı sazlıklarla çevrili nehrin yumuşak zeminine dikkatle basarak yol alırken buldum. Sırtımda dalgıç tüpü, belimde su altına dalmamı kolaylaştıracak altı kilo, ellerimde paletler ve dalış kıyafetime takılı fotoğraf makinem. Hedefim, Sakarya Nehri'nin doğduğu kaynağa dalmak! Bilimsel adı ile “Göze” olan kaynağın nasıl bir şey olduğunun canlı tanığı olmak... Dalabilecek miydim? Beni ne bekliyordu? Hiçbir bilgim yoktu; Jules Verne’e ilham veren girdap efsanesinin ta kendisine dalarak insanın doğa ile savaşının nasıl bir şey olduğunu tadacaktım…
Bir nehir nasıl doğar, nasıl oluşur? Bir ırmağın kaynağı nedir? Bu sorulara cevap bulmakla kalmayacak aynı zamanda belgeleyecektim. Arap sabunu kokan devletin ders sıralarında öğrendiğim tek şey “Eskişehir Çifteler’de Sakarbaşı olarak adlandırılan bölgeden gelen kaynak suları 824 kilometrelik Sakarya Nehri'ni oluşturarak Karadeniz’e dökülmektedir”. Beni bu sıkıcı bilgi kesmemiş ve maceranın kendisine dalmaya gelmiştim; sular köpürmekteydi! Bekle beni Hades’in kapısı, bekleyin beni denizkızları, bekle beni tabiat ananın nefes alan ağzı…
KUM FOKURDAMAKTA
Akıntının hızlandığını, suyun belli bölgelerde köpürdüğünü gördüğümde maskemi takıyor, reglatörümden nefes almaya başlıyor ve suya dalıyorum. Gözlerime inanamadım! Suyun altındaki kum belli bir bölgede durmaksızın fokurduyordu. Sığlık bu bölgede kendimden geçerek, fokurdayan kuma bakmaktan kendimi alamıyordum. Fotoğraf makineme sarılarak fotoğraf çekmeye başladım. Dayanamayarak heycanla, merakla fokurdayan kuma elimi daldırdım. Yumuşak ve sıcak olan bu kum tabakasına neredeyse dirseğime kadar kolumu daldırmama rağmen tabana ulaşamıyorum!
IRMAK İÇERİSİNDEKİ MAĞARALAR
Suyun içerisinde yüzerek ilerliyorum. Birkaç yengeç haricinde balık familyasından tür göremiyorum ta ki yeraltı dünyasının kapısına varana dek. Karşımda mitolojik dünyaya, gizemlere, yerin alt katmanlarına inen kapı durmakta! Yer altına dikey bir şekilde inen müthiş bir mağara. Burası Sakarya Nehri'nin gözesi, kaynağıydı! Gördüğüm manzarayı nasıl anlatabilirim bilmiyorum; “Sanki ölmüşüm de cennetteymişim!”
Mağaranın üzerine gelerek fotoğraf çekmek istediğimde ise şiddetli bir kaldırma kuvvetiyle kendimi suyun üzerinde buluyorum! Ne olduğunu anlamamıştım. Bölgeden uzaklaşarak tekrar suya daldım. Ek ağırlık sağlamak için bulduğum bir taş parçasını dalgıç kıyafetime yerleştirdim. Mağaranın ağzına yaklaştığımda zeminde kalmak için kayalıklara tutundum. Mağaranın içinde yüzlerce ufak balık bir çark içerisine kapılmışcasına dönüyordu. Bu çarka ise beyaz köpükler eşlik ediyordu.
Köpüklerin bu kadar hızlı gitmesinden kuşkulansam da mağaranın içine girmeye karar veriyorum. Kayalıklara sıkıca tutunuyorum. Ölçümü imkansız bir kuvvet beni suyun üzerine itiyor, bacaklarımı kontrol edemez hale geliyorum. Yerçekimsiz bir ortamdaki astronot gibiyim. Zorlu bir mücadelenin ardından tabana ayak basabiliyorum. Kafamı kayalıktan mağaranın içerisine çevirdiğimde kötü bir süprizle karşılıyorum; beyaz köpük sandığım şey, binlerce beyaz çakıl taşının zeminden yukarıya fırlatılmasıymış.
Pes etmeyerek kendime hem itme kuvvetinden hem taşlardan koruyacak bir alan buluyorum. Ufak balıklar turnike oluşturmuşcasına yüzerken taşlar durmaksızın fırlatılıyor. Mağaranın içinde ikinci bir mağarayı görünce şaşırtıcı görüntülerin bitmeyeceğini anlıyorum. Uzun bir süre dengemi kaybetmeden fotoğraf çekiyorum. Bir süre sonraysa merakıma yenik düşerek fotoğraf çekmeyi bırakıyorum.
Mağaranın içindeki ikinci mağaraya inmek imkansız görünüyor. Fakat bir şekilde ikinci mağaraya girdiğimde ise maskem suratımdan fırlıyor. Maskesiz çakıl taşları tarafından dövülüyordum. Pes edip, maskemin peşinden suyun yüzeyine çıkıyorum. Elimde yeteri kadar veri vardı. Daha önce keşfedilmiş fakat basında doğru düzgün görseli olmayan bu saklı cennete, artık fotoğraflarım rehber olabilir…
Tabiat ananın ağzı buradaydı. Ve o ağızın içerisine girerek evrenin içerisinde bir çakıl taşından ibaret olduğumuzu tekrar hatırladım. Hayatlarımızı nasıl da kolay harcadığımızı düşündüm; sabahın erken saatlarinde metro koridorlarında koşturmaca, metrobüste yer kavgası, iş cinayetleri, iş yerinde dedikodular-mobbingler, akşam aynı koşuşturmaca, asansörle varılan apartman dairelerinde internet başında uyumalar, geriye bir iz, bir imza bırakmadan ölümler…