Prof. Dr. Ülkü Doğanay: Ekonomik kriz de iptal krizi de sandığa yansıyacak
Prof. Dr. Ülkü Doğanay ile 31 Mart ile 23 Haziran seçimleri arasındaki yaklaşık 3 ayda seçmenin tercihinde ne gibi değişiklikler olduğunu konuştuk.
Yazar Prof. Dr. Ülkü Doğanay | Fotoğraf: Ülkü Doğanay'ın arşivinden alınmıştır
Çağrı SARI
İstanbul
CHP adayının kazandığı İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçiminin Yüksek Seçim Kurulu (YSK) kararı ile AKP’nin taleplerine uygun olarak iptal edilmesiyle birlikte gidilen 23 Haziran seçimlerine bir aydan az bir zaman kaldı. Seçimlik Demokrasi Kitabı Yazarı Prof. Dr. Ülkü Doğanay, mart seçimlerine itiraz sürecinin sadece muhalefeti değil AKP seçmenini de ikna etmediğini ifade ederken, seçmenin tüm bu yaşananlara "hak yeme" olarak baktığını söylüyor. Doğanay, tam da bu nedenle, hem AKP, hem de muhalefet bloku için 23 Haziran seçimlerinin bir ‘kader’ seçimi olarak görüldüğüne dikkat çekiyor. 31 Mart sürecini belirleyen ‘ekonomik kriz’e bir de yaşanan ‘seçim iptal krizi’nin eklendiğini söyleyen Doğanay, bu iki etkenin de 23 Haziran’da sandığa gidecek seçmen için belirleyici olacağına dikkat çekiyor.
Prof. Dr. Ülkü Doğanay ile, 31 Mart seçimleri ile 23 Haziran seçimleri arasındaki yaklaşık 3 ayda seçmenin tercihinde ne gibi değişiklikler olduğunu, adayların nasıl bir yol haritası izlemeye karar verdiğini ve hükümet medyasının provokatif haberleri karşısında CHP’nin Adayı Ekrem İmamoğlu’nun nasıl bir sınav verdiğini konuştuk…
23 Haziran seçimlerinin temel belirleyeni ne olacak? 31 Mart seçimlerinde ekonomik krizin sonuçlarının yansıdığını gördük, örneğin seçimlerin iptal edilmesinin seçmen cephesinde nasıl bir etkisi olur?
Ekonominin seçmen davranışları bakımından belirleyici rolünü koruyacağını düşünüyorum. Bu sefer “tanzim satış kuyrukları” görmüyoruz ancak krizin etkileri seçmenin gündelik hayatında hâlâ fazlasıyla görünür. Bunun dışında 31 Mart sonrasındaki itiraz sürecinde yaşananlar, YSK’nin iptal kararıyla birlikte AKP’nin seçimin yenilenmesi konusunda ikna edici bir gerekçe sunamamış olması özellikle AKP seçmeni olmayan kesimde önemli bir konsolidasyon yarattı. Yalnızca CHP veya Millet İttifakı seçmeni açısından değil bu, şu ya da bu sebeple AKP’ye oy vermemiş olan seçmen de ortada bir “haksızlık”, bir “Hak yeme” olduğunu görüyor. Üstelik bir kez daha, ama bu sefer daha güçlü biçimde, bu seçim hem muhalefet bloku hem de AKP bakımından bir kader seçimi gibi algılanıyor. 16 Nisan referandumunda ve bir ölçüde 24 Haziran’da olduğu gibi. Muhalefet cephesi 31 Mart’ta uzun bir süreden beri ilk kez bir şeylerin değişebileceğini gördü; bu önemli bir eşikti. Seçimin yenilenmesi bu bakımdan muhalefetin bir kez daha değiştirmek için bir araya gelebilmesinin, üstelik bu sözü kullanmayı sevmiyorum ama ortada apaçık bir “mağduriyet” varken daha sıkı biçimde konsolide olmasının önünü açtı. Ama diğer yandan AKP seçmeni de partisinin seçim kaybedebileceğini, yenilebileceğini gördü. Bu noktada, AKP’nin “küskünler” olarak adlandırdığı, ancak gerçekte AKP’den tümüyle vazgeçip geçmediklerini bilmediğimiz seçmeni ne ölçüde yeniden harekete geçirebileceği önem kazanıyor.
İktidarın ‘çaldılar’ ifadesi, AKP’li kararsız seçmeni ne kadar etkiliyor? Bu propaganda tuttu mu?
Bu propagandanın, koşulsuz şartsız partiye ve lidere bağlılığını sürdürenler bakımından tutabileceğini düşünüyorum. Binali Yıldırım Fox TV’de katıldığı programda “Çaldılar demeye mecburdum” diyor. Böyle söylemek zorunda kalmış olmakla gerçeğin böyle olması arasında önemli bir fark var. Kimin neyi çaldığına dair gerçekçi hiçbir açıklama getirilemiyor ama bence bunun altında partinin de sandıklardan belediye meclisine oy çıkarken belediye başkan adayına oy çıkmamasını doğru okuyamaması yatıyor. Hâlâ bunun teknik bir hata ya da küskünlerin ders vermek için yaptığı bir hamle olduğunu düşünüyor ve buna inanıyorlar. Oysa seçmenin partiye duyduğu geleneksel bağlılık ya da başka bir partinin ambleminin altına oy basmayı istemediği için AKP’ye oy vermesi ile gerçekte seçimi kimin kazanmasını, kenti kimin yönetmesini istediği arasında bir fark olabilir. AKP’nin açıklayamadığı, “Ne oldu bilmiyoruz ama kesin bir şeyler oldu” diyerek belirsizleştirdiği mesele burada düğümleniyor bence.
İSRAFIN İNSANLARIN HAYATINA NASIL DOKUNDUĞU GÖRÜLDÜ
İmamoğlu’nun 18 günlük başkanlığında israf belgeleri açıklaması ya da örneğin AKBİL’de yaptığı öğrenci indirimi ve suda yapılan indirim seçmeni ikna etmiş midir?
Daha önce de yolsuzluklar çokça konuşuldu, çokça belge saçıldı ortaya. İnsanlar israf ve yolsuzluk yapıldığını biliyorlar ve belki geniş bir kesim bunu dert edinmiyordu. Ancak bu sefer İmamoğlu bu israf ve yolsuzluğun insanların hayatına nasıl dokunduğunu, onları nasıl birebir etkilediğini gösterme fırsatı buldu. Tabii çok kısa bir süre içinde oldu bu. Biraz daha zamanı olsaydı etkisi daha fazla olabilirdi. Yine de insanların şehir başka türlü yönetildiğinde bunun onların hayatına doğrudan doğruya etki edebileceğini görmeleri bakımından önemliydi.
31 Mart seçimleri ve 23 Haziran seçimlerini iki adayı üzerinden karşılaştıralım. 31 Mart seçimlerine hazırlanan Binali Yıldırım ile 23 Haziran seçimlerine hazırlanan Yıldırım arasında nasıl bir değişim var…
31 Mart seçimlerinde Binali Yıldırım da dahil olmak üzere AKP’nin tüm adaylarının arka planda olduğunu söyleyebiliriz. Kampanyanın ana aktörü Cumhurbaşkanı Erdoğan’dı. Bilboardlarda da, meydanlarda da Erdoğan öne çıkıyor ve adaylar adına seçmenden oy istiyordu. Bu aslında Erdoğan’ın tüm seçim kampanyalarında uyguladığı temel stratejilerden birisi; yerel seçim veya genel seçim olması fark etmiyor bu bakımdan. 2014 yılındaki yerel seçimlerde de, özellikle İstanbul’da seçmenin karşısına çıkarak adeta kendisine oy vermelerini isteyen bir strateji izlemişti. Seçim konuşmalarında kurduğu İstanbul anlatısında kendisinin belediye başkanı seçildiği 1994 yılını, tıpkı İstanbul’un fethi gibi, şehrin tarihindeki dönüm noktalarından birisi olarak işaretliyordu. Ne var ki bu sefer, bu strateji büyük şehirlerde kaybetmesiyle sonuçlandı. 23 Haziran’da aday olarak Binali Yıldırım’ın öne çıkmasının sebeplerinden birisinin bu olduğunu düşünüyorum. Seçim kaybedilirse, kaybeden bu sefer Binali Yıldırım olacak. İkinci bir sebep ise Ekrem İmamoğlu’nun yalnızca belediye başkanlığı için bir aday değil, bir lider profili sergilemesi. İmamoğlu çok kısa sürede toplumun çok geniş kesimleri tarafından tanındı. Geniş bir seçmen tabanının beğenisini kazandı. Bu adayın karşısında Yıldırım’ın siyasetteki tecrübesi ve geçmişiyle seçmenin güvenini kazanacağını düşünüyor olmalılar.
"MECBURDUM" YILDIRIMIN İÇİNDE BULUNDUĞU DURUMU GÖSTERİYOR
31 Mart’a göre daha öz güvenli bir Yıldırım’dan söz edilebilir mi? İlk kez Fox TV gibi kendini eleştirebilen bir kanala çıktı, İmamoğlu ile bir televizyon kanalında tartışabileceğine dair sinyaller verdi.
Bu öz güven olarak tanımlanabilir mi emin değilim. Deneyimli bir siyasetçi olarak yapması gerekeni yapıyor. Aslında yukarıda değindiğim “Mecburdum” sözü içinde bulunduğu durumu belki daha iyi açıklıyor. Erdoğan da, partisi de İstanbul’u kaybetmeyi göze alamaz. Yıldırım, kendisini bu seçimi kazanmaya “mecbur” görüyor olmalı.
Seçim yenileme kararının ardından Yıldırım’ın daha ‘lider’ pozisyonunda durması, seçmen gözünde nasıl şekillenir, yani yeni oy kazandıracak bir değişim söz konusu olabilir mi?
31 Mart öncesindeki “beka” söyleminin ve agresif siyaset anlayışının seçmende istenen tepkiyi yaratmadığı görülmüş oldu. Binali Yıldırım siyasetçi olarak daha yumuşak, daha uzlaşmacı bir görünüm sergiliyor. 31 Mart öncesinin sert, düşmanlar yaratan ve her türlü muhalefeti bir beka sorunu olarak gösteren seçim stratejisine uygun düşen bir profil sergilemiyordu. Bu sefer Yıldırım’ın öne çıkmasıyla AKP’nin de belki Bahçeli’ye rağmen daha pozitif bir strateji izleyeceğini düşünüyorum.
İMAMOĞLU TETİKTE BEKLEYENLERE KOZ VERMEMELİ
Peki, 31 Mart seçimlerine hazırlanan İmamoğlu ve 23 Haziran seçimlerine hazırlanan İmamoğlu’yu karşılaştırmanızı istesem… Seçimi kazanmış İmamoğlu daha mı öz güvenli seçmen gözünde?
İmamoğlu’nun tanınırlığı seçimi kazanmasının ve 18 günlük belediye başkanlığının ardından çok fazla arttı. Kendisini iyi ifade etmesini bilen bir siyasetçi. Sakin duruşu, her ne olursa olsun kendisini anlatmaya, karşısındakini ikna etmeye çalışmaktan vazgeçmemesi alışıldık siyasetçi imajından farklı bir görüntü çiziyor. Sosyal medyada ve iktidar yanlısı medyada yürütülen bütün karalama kampanyalarına rağmen soğukkanlılığını koruyor ve gerektiği yerde gereken cevabı verebiliyor. Bu bakımdan seçmenin gözünde “samimi” ve “güvenilir” bir lider profili çizdiğini düşünüyorum. Ancak son zamanlarda üzerindeki artan baskının da etkisiyle, açığını bulmak için tetikte bulunanların eline daha fazla koz vermeye başladı. Habertürk’te katıldığı programda sorulan soruya yanıt verirken kullandığı “Buyurun birlikte yönetelim” sözlerinin amacından saptırılarak montajlanabileceğini ve aleyhine yürütülen kampanyada bu şekilde kullanılabileceğini öngörmesi gerekirdi. “PKK’ya, FETÖ’ye, yabancı basının Türkiye üzerinden tartıştığı meselelere ilişkin bir mesajınız olur mu?” sorusuna yanıt verirken cümlesine “Gelin hep beraber yönetelim” sözleriyle başlamasını kastediyorum. Bu sözler, başta değil, verdiği yanıtın sonunda yer alabilecek sözlerdi. Bir başka sorun bir esnaf ziyaretinde verdiği tepkide karşımıza çıktı. Yine troller tarafından montajlanarak “İmamoğlu esnafa tokat attı” şeklinde sunulan görüntülerin orijinalinde, kendisini dinlememekte ısrar eden genç esnafın önce omuzuna, sonra yanağına dokunduğunu görüyoruz. Omuzuna bir samimiyet göstergesi olarak dokunuyor, ancak yanağına dokunduğunda aslında biraz sinirlendiğini ve konuştuğu esnafa yaşının çok genç olduğunu hatırlattığını görüyoruz. Seçmenle böyle bir temas içine hiç girmemesi, hele de genç olduğunu hatırlatmak için böyle bir jestte bulunmaması gerekiyordu. Elbette üzerinde çok fazla baskı olduğu görülüyor. Buna rağmen ısrarla kendisini anlatmaya, seçmene adeta dil dökmeye devam ediyor. Bu İmamoğlu’nun en büyük avantajı aslında.
İktidarın İmamoğlu’yu ‘FETÖ’ ve PKK ile ilişkilendiren söylemi ne kadar etkili…
Bu türden kara propagandanın daha çok buna inanmak isteyenler nezdinde etkisi olabileceğini düşünüyorum. Aksine bu iddialar o kadar absürt noktalara varıyor ki, sosyal medyada kolayca tersine döndürülebiliyor. Esnafa tokat meselesinde olduğu gibi, bir mizah ögesine çevrilebiliyor ve inandırıcılığını da yitiriyor. Kararsız seçmen üzerinde bir etkisi olacağını sanmıyorum.
MUHALEFET BİR ARAYA GELDİĞİ ZAMAN AKP’NİN UMDUĞU SONUCU ELDE ETMESİ ZOR
AKP’nin geriletilmesi için kendi doğallığında bir ortaklaşma söz konusuydu 31 Mart’ta; Şimdi YSK’nin hukuksuz iptali ile beraber bir çok parti aday da çıkartmadı. Bu birlikte hareket etme hali yarına dair bize ne söyler?
Başta da söylediğim gibi, 31 Mart’ta muhalefet ilk kez AKP’nin seçimi kaybedebileceğini gördü. Bu seçimin yenilenmesi, AKP bakımından, -eğer her ne olursa olsun seçimi kazanmanın bir yolunu bulacağını düşünmüyorsa- yanlış bir hamleydi. Sandığa gitmeyen ya da bilerek boş oy kullanan seçmenin ikna edilebileceğini düşünüyor AKP. Ama diğer taraftan muhalefetin bu şekilde bir araya geldiği ve birlikte bir şeylerin değişebileceğini gördüğü bir seçimde bu sefer AKP’nin umduğu sonucu elde etmesinin daha zor olduğunu düşünüyorum.