Bir füzenin içine ne kadar sorun sığar?
Peki S-400 krizi ile başlayıp Doğu Akdeniz sorunu ve Suriye ve Irak ‘ta yapılan yeni harekatlar ile gelişen durum ne ifade ediyor?
fotoğraf:pexels
Türkiye dış politika açısından hem bölgede hem de uluslararası koşullarda önemli etkileri olabilecek yeni bir tartışmanın ortasında. Peki S-400 krizi ile başlayıp Doğu Akdeniz sorunu ve Suriye ve Irak ‘ta yapılan yeni harekatlar ile gelişen durum ne ifade ediyor?
Bilindiği gibi Türkiye’nin özellikle Ahmet Davutoğlu’nun İçişleri Bakanlığı döneminde başlayan komşu ülkelerle sözde “sıfır sorun” politikasının yarattığı birçok sorun ve krizin başında Suriye İç Savaşı’na müdahil olma ve bölgede bir süper güç odağı haline gelme çabaları yatıyordu. Bu minvalde AKP Hükümeti’nin 2005-2010 arası dönemde yürütmekte olduğu AB’ye uyum sürecinde öne çıkan liberalleşme adımları, çözüm sürecinin de son bulmasıyla birlikte yerini daha saldırgan ve bölge politikalarında aktif olarak söz sahibi bir role bıraktı. Bunun altında yatan en önemli sebeplerden birini özellikle Türkiye’de sermaye sahiplerinin komşu ülkelerde yaşanan iç karışıkları birsermaye ihracı ve ucuz pazar alanları yaratmada bir fırsatı olarakdüşünmeleri ile birlikte hükümetin Neo-Osmanlıcı politikalarına gösterdikleri katkı, uyum ve beklenti oluşturuyordu. Türkiye’nin dümenin yönünü kırdığı bu yayılmacı dış politika ile birlikte iç siyaset de yeni bir döneme girmişti. Suriye ve Kürt sorununda şiddetin belirleyicisi olduğu bu yeni dönem ile birlikte gerek medyada gerekse AKP sözcülerinin dilinde çokça duymaya alıştığımız yeni bir kavram ile tanıştık: yerli ve millilik. İşte bu kavramın siyasetin diline katılmasıyla birlikte aslında Türkiye’de her daim tartışma oluşturmuş olan bir konu çok daha üst perdeden tartışılmaya ve bu konuda yeni adımlar atılmaya başlandı.
DIŞA BAĞIMLILIK VE MİLLİLİK
Ne zaman Türkiye ile ABD veya başka bir ülke arasında politik bir gerginlik yaşansa evde yapılan bir tartışmadan tutun da üst düzey bürokratların bulunduğu bir yuvarlak masa toplantısına kadar her ortamda odak haline gelen konulardan birisi Türkiye’nin kendi silahını yapamadığı ve savaş sanayisinde dışa bağımlı olmasının olumsuzluğuyla ilgilidir. Söz konusu vatansa gerisi teferruattır... gibi görüşlerin, çoğu vatandaşı etkilediği bir ülkede hal böyle olunca “kendi silahımızı yapıyoruz” cümlesi çok farklı karşılıklar bulabiliyor. İşte yerli ve millilik;AKP ve Türkiye’de savunma sanayisine büyük sermaye yatırmış olan gruplar da bu sözün etkisi ile gün aşırı yerli ve milli savunma sanayi projeleri açıklamaya ve bu projelerin bize satılan silahlardan çok daha gelişmiş ve bizi dışa bağımlılıktan kurtaracak önemli hamleler olduğuna dair propagandalarını yapmaya başladılar. Milli uçak, milli tank. milli gemi derken gazetelerde her gün en az bir tane proje ile vatandaş tanıştırılmaya ve savunma sanayimizin ne kadar güçlendiği anlatılmaya başlandı. Buradaki hükümet açısından en önemli dönüm noktalarından bir tanesi ise başta dediğimiz vatansever söz öbekleri ile birlikte hükümet ile devleti karıştırmayın, yapılıyorsa helal olsun görüşlerinin çoğu kişiyi etkilemesi ve yapılan projelerin kime fayda sağladığının aksine vatana ve millete hayırlı olacaksa yapılsın görüşünün çoğu kişiyi olumlu etki altına alması oldu. Çünkü Türkiye’de her ne kadar partiler farklı politikalar için tartışsa da konu Suriye ve sınır güvenliği ile ilgili harekat tezkereleri olduğunda vatan için herkes elini taşın altına koymaya hazır olduğunu göstermeliydi. Sonuçta her ne kadar motoru Alman, milli değil diyen bir kesim olsa da savunma sanayinin üretiminin kimin ve ne uğruna yapıldığı sorgulanmadan en çok bütçe aktarılan projeler olması ülke içerisinde kabul edilmiş bir olgu haline geldi. Fakat mesele yerli ve milli silah ile sınırlı kalmadı. Türkiye yürüttüğü aktif siyasetin bölgede yaşattığı kayıplar ve düşman olarak gördüğü odakların güç kazanmasıyla birlikte bölgede aktif hareketine yardımcı olabilecek güçlü bir aktör ve yerli, milli olması pek de önemli olmayanadımlar atmaya başladı. Bu durumda da Nato üyesi bir ülke olarak elde pek fazla bir seçeneği gözükmese de kapıda göz kırparak bekleyenleri de değerlendirmeden geçmek AKP ve ittifak arayan sermayenin mantığına pek uygun değildi. Bundan dolayı yeni aktörler ve yeni stratejiler en önemli konu olarak gelmeye başladı önümüze. Birinci sırada da hava savunma sistemleri ve Türkiye’nin yeni ihtiyaçları vardı. İlk olarak kurulması büyük tartışmalara yol açan, Kürecik’e konuşlandırılan Patriot hava savunma bataryalarının Nato ağına bağlı olsa da Türkiye’nin hava güvenliği açısından yeterli olmadığı görüşü ile birlikte 2013 yılında Çin ile gelişen ilişkiler doğrultusunda Patriot sisteminden birçok açıdan daha gelişmiş olan uzun menzilli füze savunma sistemini ihaleye çıkarmış ve Çin şirketi bu ihaleyi kazanmıştı. Fakat ihaleyi kazanan şirket ABD tarafından ambargo uygulanan bir şirket olması ve yine ABD’nin başını çektiği Nato ülkelerinin “Nato ile uyumlu olmayan sistemler kullanılmaması” tarzındaki açıklamaları ile Türkiye bu anlaşmayı iptal etmişti.
YENİ YAKINLAŞMALAR VE HUZURSUZLUKLAR
Filmi 4-6 sene ileri sarıp sadece bir adım geri çekilip haritaya baktığımızda AKP ve bölge politikalarının beklentileri aksine bir başarı değil kriz, güçlü ortaklık değil gerilimli ilişkiler yarattığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Özellikle Suriye’de güç dengelerinin değişmesi ve sahada ABD’nin Ypg ve Pyd’ye IŞİD karşısında aktif desteği ile birlikte AKP’nin belirlediği hiçbir gelecek tahmini gerçekleşmiş olmadı. Bunun yanında bölgede yıkılacak denilen Esad rejimi ve en büyük destekçisi Rusya ise bölgeyi karadan ve havadan tamamen denetleyen ve gözetimi altına alan bir yapıya bürünmüş oldu. Hal böyle olunca Türkiye sınır güvenliği adı altında yaptığı Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı gibi operasyonları sadece Nato ve ABD’ye bağımlı değil aynı zamanda Rusya’ya da bağımlı bir şekilde organize etmek zorunda kaldı.ABD’nin bölgede yara alan güç odağı imajı ve onun yerini çok büyük ölçüde Rusya’nın almasına başta destek sunmayan ve Rusya ile uçak geriliminden kaynaklı krizi bile göze alan AKP ve sermaye güçleri, tutunacak dal bulamayımca bölgenin stratejik olarak en büyük gücü ile ilişkileri düzeltme işine sarıldı. Ortak operasyonlr, seçim tebrikleri, ortak anlaşmalar derken Suriye’de denklem bu sefer de ABD’nin istemediği şekle bürünmeye başladı. Ekonomik ve askeri açıdan bölgedeki en önemli ittifaklarından birinin iki kutuplu düzenden bu yana ambargolar ve operasyonlar ile tehdit ettiği Rusya ile yakınlaşması bölge siyaseti ve kapitalizmi açısından beklenmedik gelişmelere yol açma olasılığı vardı.
F-35, S-400 VE ÇOK BİLİNMEYENLİ DENKLEM
Tam böyle bir ortamda patlak veren S-400 krizi ise Türkiye’nin tüm dış politakası ve sermaye güçlerinin tavrı açısından önemli nüveleri ile gündemin en sıcak konusu haline geldi. Öyle ki Türkiye’ye uygulanacak ambargolar dahi artık gündemde tartışılıyor. Peki nedir bu krizin kodları.
Öncelikle Türkiye’nin de içerisinde bulunduğu ve ABD’nin en büyük savunma projelerinden biri olan F-35 projesi için Nato ülkeleri ile ortak bir program yürütülüyor. Bu programa göre Nato ülkeleri uçakların hem yapımı hem de dağıtımı açısından ortak durumda. Yani şöyle ki parçacıl olarak üretilecek olan F-35 parçaları bir araya getirilecek şekilde ABD’nin elinde toplanıyor, uçak imal edildikten sonra eğitim uçuşları ile birlikte Nato ülkelerine dağıtılıyor. Türkiye’de birçok sermayedarı ile birlikte F-35 ‘in önemli parça tedarikçisi konumunda. Fakat hava savunma sistemleri acil ihtiyacımız şeklinde hükümetten yükselen sesler ile birlikte Rusya ile imzalanan S-400 protokolü ile birlikte Türkiye, Patriot’lardan diplomatik anlamda vazgeçmiş durumda. Bu durum başta ABD ve Nato ülkeleri tarafından Nato ile uyumlu çalışmayan hava sistemleri ile ortak hareketin zedeleneceği, daha sonra ise eğer Türkiye füze alırsa F-35 programından çıkartılıra kadar geldi. Önemli bir diğer gelişme ise F-35’in imal programının iç dinamiklerinden dolayı, eğer Türkiye programdan çıkarsa uçakların tesliminin ve parça ikmalinin aksayacağı görüşü, Türkiye’de özellile hükümete yakın kaynaklar Nato ve ABD’nin Türkiye’yi program dışı bırakamayacağı görüşüne bu sebeplerle daha da bağlanıyorlardı. Fakat tam böyle bir ikili sürecin ortasında ABD Savunma Bakanlığı’ndan Hulusi Akar’a yazılan bir mektup tekrar dengeleri değiştirdi. Gelen mektupta S-400’den vazgeçilmezse F-35 programı ile Türkiye arasındaki bağın kesileceği açık bir şekilde deklare edilmişti. İşin garip tarafı ise ABD’nin Türkiye’yi program dışı bırakacak böyle bir hamleyi sadece savunma programı çerçevesinde yürütecek bir yasal dayanağı yok, bunun yerine CAATSA Kararları olarak bilinen ABD’nin düşmanları ile mücadele eylem planı çerçevesinde bunu yapabilir. Bu dayanak da Kuzey Kore, Rusya ve Çin tarafına ABD tarafından uygulanan ambargoların temel dayanağını oluşturuyor.Başta ABD ve Nato, Türkiye’yi programdan çıkartamaz görüşünde olanlar ise böyle ciddi bir yaptırım karşısında eski alışkanlıklar ve siyasetin ülke dilindeki haline çabuk bir dönüş yaptılar. Başta bahsettiğimiz vatansever siyaset yine ayağa düşerek ABD’nin tehditlerine pabuç bırakmayacak bir düzende yapılan açıklamalar ile yine gündeme oturdu ve çıkarsak çıkalım Nato’dan ne olacak gibi tartışmalar dahi yapılmaya başlandı. Burada Nato’dan çıkılabileceğinin temel dayanağını ve güven noktasını oluşturan birincil husus özellikle Rusya, Çin ve İran ekseninde oluşmuş olan cephe ile Türkiye’nin yakınlaşabileceği ve ambargo dahil çoğu sıkıntıyı bu grubun ortak hareketiyle çözebileceğine dair bir saptamaydı. Genel olarak ABD ile gerilen ilişkiler bir bağımsızlık ve yerli, millilik olarak lanse edilmeye çalışılsa da değişen koşulların aslında pazarlık masasına başka birini de davet etmek gibi görülebileceği aşikardır. Bu yeni pazarlık masasının nasıl olacağı ve kimlerin aktif rol alacağı iktidar ve onun yanında yer alan ulusalcı cephe tarafından farklı ve eksik bir şekilde topluma kanıksatılmaya çalışılıyor.
PERDELERİ ARALAMAK LAZIM
Öncelikle değişen pazarlık koşullarının Rusya ve Çin’e olan yüzde yüz güven koşulları altında hiçbir problem olmadan yaşanabileceğini savunan ve bunun gerekliliklerini tartışan bazı kaynaklara göre bu geçişle birlikte Türkiye ABD boyunduruğundan kurtulacak ve kardeş ülkelerle güle oynaya yeni bir güç denklemi oluşturacak. Burada dikkat edilmesi gereken husus tam da buradadır. Ortaya konulan yeni pazarlık biçiminde Türkiye sermayesi, iki emperyalist ülke arasında kalmış bir aktör gibi davranarak hem emperyalist kutupları birbirine karşı kışkırtan hem de pazarlıktan olabildiğince yararlanma isteğini ön plana koymaktadır. Emperyalist kutuplar ise Türkiye’yi bölgede bir araç konumuna koyarak onun üzerinden bölgede değişmekte olan güç denklemini olabildiğince kendi lehlerine tayin etme isteklerini göstermektedirler. Bu pazarlık masasındaki tarafların ve Türkiye’nin takındığı tutumlar göz önüne alındığında; bize anlatılan tam bağımsızlık yerine ABD emperyalizmi ile Rus ve Çin emperyalizmine arasındaki tercihin Türkiye’nin kurtuluşu olacağı gibi ancak dışa bağımlılığı her koşulda savunan bir görüş doğruymuş gibi aktarılmış oluyor bizlere.
Türkiye’yi başta savunma sanayisi olmak üzere diğer dış ilişkiler anlamında revize etmeyi düşünen bu görüşün odaklandığı bir diğer nokta ise tam bağımsız savunma silahlarına ve bölgedeki tehditlere karşı önemli bir güç olarak Türkiye’nin ayağa kalkacağıdır. Militarist ve vatansever bir havada geçen bu güzellemeler ile ortada duran bir diğer soru ise şudur ki Türkiye aldığı yeni silahlar ve savunma sistemleri ile kendini koruma adı altında bölgede daha önce yaptığı hataları tekrar etme, bölgedeki barışın tesisi yerine özellikle bölge halkları ve komşu devletler başta olmak üzere yeni yardımcı aktörleri ile birlikte yeni bir fasıl açma potansiyeli barındırmaktadır. İster Nato ve ABD, ister Rusya ve Çin’in yanında yer almak, Türkiye’de ve bölgede yaşayan halklar için ne bir kurtuluş yolu, ne de bağımsızlığı taşımaktadır. Başka emperyalistler ve emperyal hayalleri olan bir hükümetin birlikte atacağı adımlar başta bugünün gençlerini ve tüm emekçilerini farkında olmasalar da mahkum ettiği geleceksizlik, ekonomik kriz, adaletsizlik ve giderek artan ayrıştırmayı artıracak adımlardır. Bugün eğitime değil savaşa, savaşın aktörlerine ve savaşması istenen kitlelere hükümet ve füze tartışmalarından düşen kısım vatanseverlik ve vatanını sevmek değil aksine barış içinde yaşayamayacak, eğitim ve sosyal hakları gasp edilmiş bir gençlik bırakma hayalidir Akp ve emperyalistlerin. Üzerimize düşen kimin silahı ile kimi hedef alacağımızı değil hep birlikte barış içinde ortak bir mücadele ile geleceğimizi nasıl kazanacağınızın cevabının verilmesidir.