13 Temmuz 2019 23:20

2- Topraksız köylünün gösterişsiz yaşamındaki sahipsiz sefaleti

Küçük kasaba, büyük sanayi şehri Aliağa’da para sahiplerinin gösterişi ve yoksulların sefaleti... | Rüstem Karasu Evrensel Pazar için yazdı.

Conrad Felixmüller'in  "Ruhrrevier" eseri.

Paylaş

Rüstem KARASU

Hatice, ellili yaşlarını geçmiş, yürürken tek bacağı topallayan, 179 işçi ile beraber işten atılmış belediye işçisi. Görünümü Alman dışavurumcu ressam Conrad Felixmuller tablolarındaki, elinde kazması kirli, yorgun, çıkık kemikleri, sertleşmiş ve biçim kaybetmiş bedenleriyle demir çelik fabrikasından veya bir kömür madeninden oğluyla beraber çıkıp gelen işçilerin portrelerini anımsatıyor.

Mart 1920’lerde Almanya’nın Ruhr bölgesinde gerçekleşen büyük işçi isyanlarında “Muazzam ve doğal olmayan korozif çukurların karşısındaki dumanlı manzarada yalnız duran hüzünlü ve harap işçi evlerinin manzarası sonsuza dek kalbimde unutulmaz bir hatıra olarak kalacak” diyerek tarif ettiği, Ruhrrevier serisinin ilki ve C. Felixmuller’in en büyük ve etkileyici eseri olan Ruhrrevier I resmi, bacasından kara duman çıkan büyük endüstriyel fabrikaların dibine, pencereleri mezar taşı şeklinde sıra sıra kulübelerden kurulu kasvetli mahallede, havaya gece vakti görünümü veren bir karanlıkta kucağında küçük bebeğiyle çare arayan kadın figürüdür. Bu kadının çizimi Hatice’nin görünümüne paraleldir. Sadece Hatice’nin, kafasında ege tarzında sardığı, arada gün boyu boncuk boncuk akan terleri silmekten kendinden geçmiş örtüsü, onun altında dağınık, sağa sola saçılmış beyaz saç telleri var. Hatta yüzünde çaresizlere ait perişanlık da benzer.

İzmirlilere özgü koketçe görünüm, yoksul ve sıradan Ege köylüsü görünümüne sahip Hatice’ye, 1920 yılında çizilen bu resimden daha uzaktır. Geçmiş yaşı ve ona ağır bir yük gibi binmiş iş kazası sonucu oluşan sakatlığıyla her gün belediye binasının temizliğini sağlayan Hatice temizlik yaparken düşmüş merdivenlerden.

Kızınca, güneş yanığının altında bir zamanlar beyaz olduğu anlaşılan teninin kızarması belli olmuyor artık. Kendisini işten çıkaran, başına gelen musibetlerin sebebi olan belediye başkanına olan öfkesini ses tonuna yansıtıyor, biraz da moraran ve şişen kemikler üzerinde kalmış damarlarına.

17 yıldır çalıştığı belediye binasında bina temizliği ve çay servisinden sorumlu olan Hatice, yerleri silerken merdivenden kayıp düşmesi sonucu geçirdiği kazada ayağını kırdığını ve o günden bu yana da topalladığını söylüyor. Şimdi sağ bacağına basmakta zorlanıyor. Bu yüzden yürürken aksıyor.

Küçük çarşı boyunca yürürken yanından geçtiği manavdaki bir tezgahtan 3-5 kiraz alıyor, havada uçan yaprakların kaybolması gibi ağzında kayboluyor. Sonra kiraz yiyerek yanından geçtiği manavdaki gence başıyla selam veriyor, genç umursamıyor. İlerde bir adamla bağırış çağırış selamlaşıyor, hal hatır soruyor. Yan sokakta bir perdecinin önünde akşamüstü molası icabı yere serilmişçesine oturan kadın erkek 3-4 kişiyle sohbet ediyor, gürültülü, kahkahalı... Neşeyle yanıt veriyorlar takılmalarına.

Caddeden aksayarak geçerken kendine gelen arabaya, sanki bir buzağıyı kovalıyormuş gibi, “Hooaa yoldan ablan geçiyor yavaş” diye seslenerek hızını değiştirmeden yürüyor. Araba sanki onun seslenişini duymuş gibi yavaşlıyor.

Evine giderken kullandığı İZBAN’da merdivenleri inerken yan basmak zorunda kalıyor. Bacağına ellerini dayanak yaparak inerken zorlanıyor. Yardım kabul etmeden ama zorlanarak ve yavaşça merdivenleri indikten sonra iki nefes alacak kadar duraksayıp yürümeye devam ediyor. Ayağını yere saplanan bir çivi gibi atması sanki sakatlığından değil... Adeta incir ağacının taşa, toprağa kök salması gibi kuvvet harcıyor.

İzmir’de her incir ağacının yanında mutlaka zeytin ağacı da vardır. Aliağa ve Aliağalılar da bu uyumlu, birbirine yaslanarak oluşan, dalları çoğu zaman birbirine değecek kadar yakın durarak oluşan incelik ve ebedilik kaynağından, anlama dair güzellikten mahrum değil. Hatice de incir ağacının taşa, toprağa yayılan kökleri gibi, ayaklarını yere sert ve sağlam basması ve yabani zeytin ağacı gibi yamru yumru, zamana meydan okuyan kırışıklıklardan oluşan vücuduyla bu uyumlu birlikteliği bir bedende topluyor. Yürürken eşe dosta dağıttığı selamlarla, kimi zaman insanların yüzüne kimi zaman yanından geçerken laf atmasıyla gövdesinden rastgele yayılan yapraklı dallarını sallar gibi yürüyor. Bu yapraklar kimi zaman incir yaprağı gibi genişçe bir aydınlık yayıyor etrafına, kimi zaman da zeytin yaprağının iğne ucu gibi sivri oluyor ve batıyor karşısındakine.

Emekli olmasına 1089 günü kalan Hatice, işinden atıldığı bugünlerde, kalan süreyi günlük nafakasını da kazanmaya devam edecek şekilde çalışarak ya da bekleyerek geçirmek zorunda. Eşini 17 sene önce kaybeden Hatice’nin hayatınca pek çok zorlukla karşılaşmış olsa da şu an sıcak ve sakatlığı dışında zorlanmasına sebep olan yeni bir sorun artık parasızlık ve işsizlik. Bu haldeyken Helvacı köyünden arada direnişe gelmeye çalışıyor ve evinin ihtiyaçlarını kimseye yük olmadan karşılamaya. Yol parası bulamadığında “istemek pek hoşuna gitmese de” oğullarından ödünç alarak direniş yerine geliyor ya da o günü kurtarmaya bakıyor. İki oğlu var ve ikisi de evli. Çocuklarıyla kendi evi birbirlerine yakın.     

- Gelinim, Mehapeli o, ailecek. Geçen seçimde Serkan’a çalıştı. O kazandırdı ona, başkan oldu başımıza. Bu seçimde Özcan Bey’e çalışmıştı. Serkan bunun kocasını, benim büyük oğlanı işinden etti! Söz verdi PETKİM’de işe sokacağım diye aldırmadı, bir bahane uydurdu, ‘Müdürle kavga ettik, küstük’ falan dedi. Olan bizim oğlana oldu, İDC’de çalışıyordu, elektrikçiydi. PETKİM’de işe başlayacağım diye işi bıraktı. 2 sene işsiz parasız kaldı, çok zorluk çektiler.

- 2 sene uzun bir zaman, zordur.

- Çok zorluk oldu. 2 sene iş bulamadı, sıkıntılar, dertler anca bitti, başka bir yerde işe girince.

- İşi de güzelmiş, bırakmasaymış iyi olacakmış...

- Serkan söz verdiydi, güvendi. PETKİM’e girer daha rahat eder diye düşündü. Demir çelik fabrikası zor, eşiyle çocuğuyla zamanı olur, rahat olur, kazandığı parasını da borca harca değil de ailesiyle harcar diye...

Kendi evinde yalnız yaşayan Hatice, evinin yakınında kirada kalan çocukları ile sabah akşam görüşme, oturma, yemek yeme fırsatı olmasına rağmen işten eve gidince akşamları arada uğradığını sabah kendi evinden işine gittiğini söylüyor.

- Çocuklar evlendikten sonra ayrı evi, ailesi, yaşamı olmalı. Onlar evini kurdu, uzaklaşmadılar da. Gelinlerimi de oğullarımı da severim ama ben kendi evimde onlar kendi evinde kalınca daha rahat oluyor. Geceleri evde tekim, bazen ağlayarak bazen de huzursuzlukla, hırsla ya da ne olacak şimdi diye düşünürken uykusuz geçiyor. İnsan birden çıkarılınca kabul edemiyor. Çocuklar da sıkılıyor bu durumumdan. Boş ver üzülme diyorlar. Bir gün bir gelin, diğer gün öbür gelin kahvaltıya ya da akşam yemeğine çağırıyor. Akşam bizde kal diyorlar. Gidiyorum onlara arada ama kalmıyorum herkesin ev alışkanlıkları var, ben dayanamam kendi evimde olduğum gibi olmamakta. Ben kalırım evimde diyorum.

Böyle birisi için emeklilik hakkını tamamlayamamak, çok uzak olmayan bir günde epeyi eksiklik içinde, ölene kadar belki de her gün bir başkasına bağlı olarak yaşamak demek. Ev birleştirilmese bile.

Saçaklı giyim kuşamı, sakat bacakları ve omuzlarından kendiliğinden sarkan kollarıyla yarı eğik yarı dik duruşa sahip olan Hatice, belediye başkanına kıyasla görünüşüyle benliği arasında ikiyüzlü, tutarsız, sahiciliğe gölge düşüren görünümden uzak.

Görünenin gerçeği yansıtmadığı, adeta onu gölgelemek için kurgulanmış burjuva gerçekçiliğine özgü ikiyüzlülüğün simgesi olabilecek kadar tipik bir görünüme sahip belediye başkanı, sonunu selam ve dua ile bitirdiği her mesajı, Osmanlı dönemindeki beyliklere özgü merhametsizlik, benbilirimcilik ve yapması gerekeni kendine ait olmayan bir cömertlikle bahşetmiş havası taşıyor. Şehrin muhtelif yerlerindeki, güler yüzlü olmasına rağmen aydınlık izi taşımayan, bunun yerine dijital bir beyazlık saçan ışık filtresinin kapladığı reklam posterlerindeki pürüzsüz yüzünde, her şeyi hor görme hakkını taşıdığını düşünen insanlara ait, burnu yukarı kalkmış, çenesi diklenmiş mağrur bir duruş, yüzünde gerçeği görmeye yarayan değil de gurur kaynağıymış gibi duran ve olduğundan büyük görünen gözlerinden yayılan kötücül bir ışıltı ve hiç acı, sıkıntı çekmemiş insanlarınki gibi dümdüz bir alnı var.

Hatice de incinmiş insanlara özgü onurlu ve dik duruşla akşamları belediye binasına giderek haklılık ve kararlılık sloganları atan, belediye başkanı ile görüşmek isteklerini, gasbedilen haklarını ve işlerini iade edilmesi için açıklama yapan sendikacılara ya da arkadaşlarına arada sorduğu “Biz haklıyız değil mi? Ne oldu şimdi bana da anlatın hele” derkenki sadeliğiyle, aydınlık yayan güleç yüzü ve bir şey bilmediğini gizlemeyen haliyle mahcubiyet taşıyor ve bunu abartısız yansıtıyor. Kaba görünüşünün aksine nazik bir insan ama orta sınıfa ait eğitimle elde edilen kibarlık ondan uzakta. Güldüğünde yüzünde geniş bir ferahlık oluşuyor.

Sevenlerince ya da gücünden yararlanmak isteyen dalkavuklar tarafından pop yıldızı havası verilen bu adama Hatice “Gaddar bu adam, gülüşünü görmeye insan dayanamıyor bazen” diyor, belediye başkanına atfedilen sempatikliği yapay buluyor, ona yakışmadığını düşünüyor. Başkanın eğitimle elde edilen ve gösterişten ibaret olan kibarlığını, nezaketten uzak halini, o ve direnişteki diğer işçiler gerçek haliyle görüyor.

Kıyaslama yapacak olsak, Aliağa’ya 7-8 sene önce neredeyse varlıksız bir avukat olarak gelen, belediye olanakları ile vücudun yanlardan şişerek kortizon etkisiyle büyümesi gibi kendisi ve varlığı da büyüyen, yüzünde sürekli ve özenli bakımla oluşturulmuş, geleceğe dair parlak günlerin ışıltısını taşıyan insanla, 2-3 kuşaktır bu topraklarda yaşayan, işten atıldığı ve haklarına el konulduğu için bugün günlük nafakasını kazanacak bir işe bile sahip olması engellenmiş, 17 yıllık birikiminden mahrum edilmiş, adeta toprak tarafından biçimlendirilmiş bir başka insanın görünümleri; harcanabilir, aynı zamanda her an tükenebilir, parayla kazanılmış ve zorla elde edilmiş kendine ait olmayan bir büyüklük, gösterişlilik ile sefaletin yarattığı sertliğin, gücünden fazlasını yüklenerek ezilmiş biçimsizliğin, kıyaslaması olabilir. Şatafatla sadeliğin kıyası. Aynı zamanda kökleri Osmanlı zamanından kalma bir efendilik, fermana dayanan beylikle zamana meydan okuyan ilk insanlardaki ayakta kalma gücünün kıyaslanmasıdır.

İnsanlar ve şeyler üzerinde egemen olma gücü, ilahi ve ulvi maskeler altına gizlenmiş dünyevi arzular, paranın sağladığı ihtişama çok arzulu biriyseniz benliğinizden büyük bir bedel pahasına başkanın gücünden faydalanabilir ama insanlığa dair inançlı, bir kere kazanılan erdemden taviz vermeyen biriyseniz ikincisinin gücünden güç alır ve karakter kazanırsınız.   

Başkanın karakterini siyasi ya da dünya görüşüne bağlayanlar var elbette. Siyasi, dünya görüşü, ahlak anlayışı bir biçim olarak ortaya çıksa ve daha sonra karaktere etki etse bile, kişiliğin içeriğinin, yapısının, insanın çevresi ile ilişkisinden doğan çelişkiler ve buna karşı aldığı tutumdan ileri gelen, daha çok para ve güç hırsıyla kurduğu ilişki ile oluşan, sınıfsal varlığı ile belirlendiğini söylemek gerekir. Böylesi bir ifade gerçeğin yalın halini dile getirmek demektir. Yoksa şimdiki genç başkanın MHP’li, varlığını borçlu olduğu eski yaşlı başkanın CHP’li olması sıradan bir tesadüf mü?

ÖNCEKİ HABER

OHAL Komisyonundan BES üyesi Mithat Tokur’a ret

SONRAKİ HABER

Fransa’da kapitalizmin kâr hırsı yargılandı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa