"Sennur Sezer sınıfımızdaydı, yine sınıfımızda, hep olacak sınıfımızda"
Elif Ekin Saltık, Sennur Sezer Emek-Direniş Öykü ve Şiir Yarışmasının özel öykü ödülünü alan Özlem Keskin ile konuştu.
Fotoğraf: Özlem Keskin arşivi
Elif Ekin SALTIK
"1979 İnebolu doğumluyum. Uzun değil geçmişim. Sanki bir anlık… Ne kadar yaşarsak yaşayalım; küçücük bir an elimizde kalan. İşte ben o ana tutunup bağıra çağıra kendimi arıyorum. Çamurlardan pasta yaparken, gazoz kapağı sayarken, öğretmencilik oynarken öğretmenliğe bulaştım. Her gün uzak bir köye gidip yokluklardan sonucu ekmek olan denklemler kurup çözmeye çalışıyorum. Hiçbir canlı, dallar, otlar böcekler dahil ben bakarken haksızlığa uğramasın diye şiirle sarmaş dolaş yaşıyorum" diye anlatıyor kendini öz yaşamında Özlem Keskin.
Manos Kitap ve Gıda-İş Sendikasının düzenlediği Sennur Sezer Emek-Direniş Öykü ve Şiir Yarışmasının dördüncüsünde özel öykü ödülünü alan Özlem Keskin ödülünü alırken de “Bu ödülü, yurdumun çalışmak zorunda bırakılan, savaşmak zorunda bırakılan, ölmek zorunda bırakılan çocuklarla beraber taşıyacağım” dedi. Özlem Keskin’le yazma serüvenini, öğrencilerini ve Sennur Sezer’i konuştuk.
Öykü yazma serüveniniz nasıl, ne zaman başladı?
Benim yazmaktan başka çarem yoktu. Çok erken fark ettim bir baş etme biçimine ihtiyacım olduğunu. O da yazmaktı. Öykü nedir, bilmediğim zamanlardan söz ediyorum. Bu konuda çok uzun konuşabilirim keyifle.
’80’li yılların çocuğuyum ben. Ailem köyden kasabaya göçeli çok olmamış. Evde bizimle beraber ninem yaşıyor. Son sözü hep o söylüyor yüksek sesle. Annem küçücük bir kadın; sessiz, çok konuşmuyor. Yerlisi, köylüsü muhabbetinin çok döndüğü bir kasaba… Ninem, yerli kadınların işlerini yapmaya gidiyor. İneğimiz, tavuklarımız var. Bahçe yapıyoruz. Sütü, yumurtayı, sebzeyi satıyoruz. Para ninemin çıkınında birikiyor. Yemeğimizi ortadan yiyoruz. Gece ninemle yatıyoruz. Gündüz yaramazlık edince ninem yanında yatırmıyor. Bunlar yaşamımıza dair ilk tespitlerim. Bakıyorum, herkes bizim gibi değil.
Bir de 12 Eylül ne desen geçmemiş. İzleri sürüyor. Üniformadan korkuyoruz ailecek. Sessiz konuştuğumuz konular var. Ninemin kitaptan, defterden ödü kopuyor. Sakladığı kitaplar var. Oğlunun cezaevi sürecini bağışlayamıyor. Bütün bunlardan anlıyorum ki biz ötekileriz.
Ninemle sağa sola hayvan yiyeceği toplamaya gidiyoruz. Tam sekerek yürüdüğüm çocuk zamanlar. Ninemin çok sinik olduğunu, korkarak yürüdüğünü tespit ediyorum. Mesela yolda bir adamla karşılaşıyoruz. Ninem durup yol veriyor, beni de durduruyor. “Dur adam geçsin” diyor. Bu adamlardan yol kapmak benim ilk başkaldırım. Ninem kafama yapıştırıyor ama umurumda değil. Sırıtarak atlıyorum geçiş önceliğine.
Ben bütün bunları o yaz okulda bitmeyen defterlerime yazıyorum. Bunlar ilk yazmalarım oluyor.
Bu arada ninemin sakladığı kitapları da okuyoruz annemle. O da en az benim kadar meraklı bir çocuk. Okuyoruz, konuşuyoruz gizli gizli. Roman o kitaplar. İlk annem gösterdi bana hayatta dengeler ve çelişkiler olduğunu. Sınıf en önemli çelişki… Bunu anladıktan sonra içi içine sığmıyor ki insanın. İçime sığmayınca yazıyorum. Yazdıkça da üstesinden geldiğimi fark ediyorum.
Sennur Sezer Emek-Direniş Şiir ve Öykü Ödülleri’nde yaptığınız konuşmada “Sennur Sezer sınıfımızda bile var” dediniz. Sennur Sezer hayatınızda, sınıfınızda, öğrencilerinizin yaşamında nasıl var?
Ben hiç tanışmadım Sevgili Sennur Sezer’le. Fakat o kadar iyi tanıyorum ki bir araya gelmeden. O kadar çok gördüm ki ben onu. İşçilerin, emekçilerin yanında gördüm, direniş çadırlarında gördüm, yoksullarla, ezilmişlerle birlikte gördüm, zulme uğramışlarla, kadınlarla gördüm. Yaşamın her yerinde gördüm.
Nereden elime geçti bilemiyorum; ilk okuduğum kitabı bir şiir kitabıydı sanırım ya da bir dergiydi. Yıllar sonra ara verdiğim yerden yaşamaya devam ettiğim memleketim o zamanlar çok daha uzak, çok daha daracıktı. İnsanlar birbirlerine veriyordu okuduklarını. En sağlam hatırladığım; adı Sennur. Sennur, kadın adı. Nasıl şaşırıyorum. Okul kitapları dışında şiir bilmiyordum. O şiirleri de hep erkekler yazmıştı. Sennur Sezer, bizim konuştuğumuz şeylerden bahsediyordu. Ondan öğrendim kadınların da şiir yazabileceğini. Şiirin insanlar için yazıldığını, şiirin insanı anlattığını... Sonra hep karşılaştık onunla. Sınıfımı tespit ettiğimde, ait olduğum yere baktığımda o oradaydı. O kadar sağlam, o kadar dikti ki hayranlıkla baktım ben hep o ablaya.
Doya doya okudum ben onu. Dönüp dönüp okudum. Çok şanslıydım; onun yaşadığı zamana tanık oldum, benim gördüğüm dünyayı onun anlatılarından okudum. O yazmasaydı nereden bilecektik kadınların doğum sancısını, tencerelerin nasıl kaynadığı, çocukların nasıl giyindiğini, eğer istersek çok uzak ellerle de tutuşulabileceğini. Her kar yağdığında ürperdim hatırlayıp Annem ve Kuşlar şiirini. “Acaba şu an bir anne kuşları pişirmekle sınıyor mudur anneliğini!”
Sınıfımdaki çocukları onsuz bırakmamın imkanı yoktu. Çünkü ha bir çocuk doğurmuşsun, ha sınıfına yeni bir çocuk gelmiş, ikisi de bir. O, masallarıyla, şiirleriyle sınıfımızdaydı. Gelmiş, geçmiş tüm öğrencilerimin düşlerini de rengarenk boyadı. Çocuklar çok sevdiler onu; onun kıpır kıpır şiirlerini ezberlediler.
Sennur Sezer’i kaybettiğimizi öğrendiğimde bir akşamüzeri sınıftaydım. Çocuklarla paylaştım. Önce sustuk. Sonra çocuklardan biri kitaplıktan Pencereden Bakan Çocuk kitabını aldı. Sırayla okuduk. Çocuklar ona seslerini, sevgilerini, şiirlerini gönderdiler. Bir şair ki; çocuklara ne güzel dokunmuş anne eli. Elleri şiirli… O sınıfımızdaydı. Yine sınıfımızda. Hep olacak sınıfımızda.
SENNUR SEZER ÖDÜLÜNÜ ALMAK BANA KOCAMAN BİR SORUMLULUK YÜKLEDİ
Sennur Sezer Ödülü’nü almak ne hissettirdi size?
Sennur Sezer’in bu ülkede üstlendiği ağır bir yük var. Emeğin, direnişin, halkın şairi o. Yüce gönüllü bir emekçi, kararlı bir direnişçi de aynı zamanda. Yaşamın tam ortasında duran bir şair… Her alana dokunmuş, duymuş, hissetmiş. Evinin yazmak için döşenmiş bir odasına saklanarak yazmamış. Cesurca çıkmış evinin kapısından. Onun şiiri yaşam. Sımsıkı yaşamış. Yazmış. Bir adamın ellerini çok güzel tutmuş. Çok güzel sevmiş, çok güzel sevilmiş. O gün derinlemesine tanık olma şansı yakaladım bu ödül sayesinde. O güzel adam, gözlerimizin önünde taşı sevdi, toprağı sevdi, kelebeği sevdi, mezarın üstünde uçan sineği sevdi, sevgilisine şiir okudu. Sevdiğinin adını söylerken yüzüne baktım; şimdiye kadar gördüğüm hiçbir adam, bir kadının adını o kadar aşkla söylememişti. Sennur Sezer aşkın da şairi. Onun adıyla herhangi bir şekilde yan yana gelmek benim için çok büyük bir onur. Çok mutlu oldum. Ama korktuğumu da söylemeden geçemem. Daha çok çalışmalıyım artık. Onun adına bir ödül almak bir günde biten bir şey değil. Bu bana kocaman bir sorumluluk yükledi. Hep bir çaba içinde olacağım; bir elimi ülkemin çocuklarının yarasına bastırırken bir elimi çocukları öldürülmüş annelere dokunacağım. Bir elim fabrikalarda, tersanelerde, inşaatlarda, tarlalarda emekçilerle olacak öteki elimle yazacağım. Gece vardiyasında bir kadının düşlerine ortak olamadıktan sonra yazıyor olmanın bir anlamı yok ki…
ÇOCUK ÜLKEDE BİR SIĞINMACIYIM BEN
Öğretmen olmanın, çocuklarla birlikte olmanın öykücülüğünüze, öykülerinize nasıl katkısı oluyor?
Çocuklarla birlikte olmak inanılmaz güzel, bu nasıl tarif edilir bilemiyorum ama ben, öğretmen olmamı çocuklarla birlikte olmakla sınırlandırmıyorum. Birlikte olmak, sınırları olan bir şey…
Çocuk ülke diye bir yer var. Ben bu ülkeye inanıyorum. Sınıfların, hırsların, acımasızlıkların, haksızlıkların olmadığı bir yer. Her zaman, herkese anlatıyorum bu ülkeyi. Sınırları olmayan, tarifsiz geniş bir ülke… Herkes her şeyin ortak sahibi… Ben kendimi o ülkeye kabul edilmiş şanslı bir sığınmacı olarak görüyorum. Her gün biraz daha yerleşiyorum, biraz daha öğreniyorum. Öyle bir yer ki; hem akıl almaz bir mutlulukla, hem de büyük bir dikkatle yaşıyorum.
Her sabah, kalbini yeniden çıkarıp orta yere koyuyorsun. Etrafın orta yere koşulsuz bırakılmış kalplerle dolu. Hepsine dokunuyorsun. Herkes seninkine dokunuyor. Coğrafyalar, etnik kökenler, diller, inanışlar, ekonomik durumlar değişiyor sadece, varlığını devam ettiriyor çocuk ülke.
Etkilenmemek, kişiliğine, ömrüne, öykülere katmamak imkansız… Yaşasın, diyorum bazen. Onların baktıkları yere bakabiliyorum, onların gördüklerini görebiliyorum. Çocuklar yaşamın incecik ayrıntıları. Ben durmadan öğreniyorum onlardan. Ben o ülkede birikiyorum. O ülkede yazıyorum. Onlarla bakıyorum, onlarla görüyorum. Onlarla dupduru hayaller kuruyorum.
YAZAR ÜRETENDEN, EMEKTEN, EMEKÇİDEN YANA OLMALI
Öykü yazan, yazmak isteyen gençlere, kadınlara tavsiyeleriniz var mı?
Bence yazacaksak, yazıyorsak bir meselemiz, bir tarafımız olmalı. Bunu yapamazsak yalnızca uyumlu sözcükleri bir araya getirmiş oluruz. Tarafımızı belirleyemezsek gücün, güçlünün hizmetçisi oluruz. Benim için yazmanın bir işlevi olmalı, yazdıklarımız bir ihtiyacı karşılamalı. Okuyup bitirildiğinde okurda bir soru kalmalı. Ancak soru soran insanlar akışa boyun eğmezler.
Yazarken bir amacımız olmalı. Öykünün ana malzemesi insan. İnsan sınırları olmayan bir kavram… Çok iyi gözlem yapmalı. Yazar yaşadığı coğrafyayı, o coğrafyanın insanını çok iyi tanımalı, bir yandan da dünyaya bakmalı. Çok okumak gerektiğini düşünüyorum. Okumadan bilinmiyor. Bilmeden de yazılmıyor.
Bir de bir garip burnu havada olmak durumu var son zaman edebiyatımızda. Yazdıkları var bir tarafta, bir tarafta hayatla aralarına set çekmişler. Çok biliyorlar. Her şeyi bildiklerini düşünüyorlar. Kendi iç dünyalarından çıkmadan dünyanın lafını ediyorlar. İkna olunmamış bir laf kalabalığı oluşuyor o zaman. Ben o kalabalıktan çok rahatsız oluyorum.
Üretenlerin sahip olduğu bir dünyaya inanıyorum. Yazar üretenden, emekten, emekçiden yana olmalı. Emeğin kültürüne katkı sağlamalı.
Öyle bir birikmişliği var ki ülkem kadınlarının; yazmalılar. Kadınlar çok yazmalılar. Yazmak dışından konuşmaktır. Dışımızdan konuşmalıyız. Kadınlar okuyup yazarsa değişim kaçınılmaz. Ben eminim gücü elinde tutanlar en çok kadınların gücünden korkuyorlar. Yazmak, paylaşmaktır. Ürküterek güç sahibi olanlar, severek paylaşanlarla yıkılacaklar.