03 Ağustos 2019 23:24

Rıza Saygılı'nın ölümü dolayısıyla yaşama ve kavgaya dair birkaç söz

Sadık Aytekin, hastalığı nedeniyle hayatını kaybeden Evrensel yazarlarından Rıza Saygılı'yı yazdı.

Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Sadık AYTEKİN

İnsanın insanla tanışmasının, birinin diğerlerini ya da bir diğerini tanımasının rastlantısal mı, gereklilikler ve gereksinmelerle bağlı olarak mı gerçekleştiği sorusunu, hayatın kendi kaotik, karmaşık, zıtlıklar ve bir aradalıklarla harmonik gerçekliğinden/gerçekliklerinden kopararak yanıtlamak ne kolaydır, ne de aslında mümkündür. Şurada ya da burada; bir fabrikada, işyeri, okul ya da semtte; yürürken, konuşurken, okurken, hatta dövüşürken bir şeylere dair ve bir şeyler için; yol açılmış, birilerinden birilerine bir ses, ışın ve ışık; atom ve molekül hareketinde ilerler insandan insana ilişkilenme. Arkadaşlıkların, amaç ve hedef birliklerinin şekillenişinde, rastlantısal olanla bilinçli olan bir arada rol oynar.

Bir grup arkadaş, Paris’te, Komünarların “göğü fethetme”ye kalkışarak dövüştükleri ve yiğitçe direnişleriyle tarihe, sömürülen sınıfın kahramanlığı ve askeri-politik zaferlerinden birini yazdıkları mahallelerden bugüne kalan bir küçük mekan’da, kurşuna dizildikleri duvarın dibinde durmuş, “Kömüncülerin Mezarlığı” olarak bahsedilen, ancak çok büyük bir alana yayılmış olan, ve çok farklı kesimlerden insanların (Zengin olanların da, yoksulların da, komünistlerin de, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya gibi sıla özlemi çeken siyasal sürgünlerin de) defnedildikleri mezarlığın, o tarihi köşesindeki mezarlara bakıyorduk. Yakınımızda üç beş kişilik bir grup daha vardı. Biri, onlara, o tarihi “vaka”yı, ayrıntılarıyla-ve tane tane-anlatıyordu. Meraklandık ve biraz yaklaşarak biz de dinlemeye başladık. Anlattıkları arasında en etkileyici olanlarından biri de on sekiz yaşındaki bir genç komünarın dövüşerek ölmesine dairdi. Beyaz Kilisenin, Komün direnişi ve devriminin yenilgiye uğratılması sonrasında, burjuvazi ve Kilise’nin “zafer anıtı” olarak dikildiğini de. Otuzlarında gösteren o genç adama, Y. Güney’in mezarının nerede olduğunu sorduk, tarif etmekle bulamazsınız diyerek bize rehberlik etti. Adının Rıza Saygılı olduğunu sonradan öğrendik. ‘Tanışlar’ sayılırdık artık!

**

Sözün müsrif zamanlarında/uğultuya boğulup anlamsızlığa itildiği/ucuza gittiği zamanlarda, bazı şeyleri özüne bağlılıkla anımsamak daha da önem kazanır. Öyle zamanlardayız işte! Sözün ve eylemin ancak ve ancak bir arada ve birlikte değiştirme gücü gösterdiğini ve birlikte önem ve değere sahip olduğunu öğreten materyalizmin izinden yürüyerek ilerlemeye çalıştığımız zamanlarda.

Ama buraya kolay gelmedik. Geçmişsiz şimdide değiliz, hiç olmadık. İnsan soyu var oldu olalı, yıkım ve birikim; düşüş ve kalkış; yarımlıklar ve daha “bütün”e ulaşma-yaklaşma çabası ve bunların sözü hep var oldu. İnkardan gelinenle geçmişten alınarak geleceğe devredilenin ritmi arasında da bir kavgadan, zıtlıktan söz edilebilir. Yeter ki “hakkaniyet”ten uzak olmasın. O bir büyük devrimin liderinin söylediği üzere, “yol” engebeli, zor, yalçın kayalıklı, uçurumlu, zindanlı, işkenceliydi. Toplumsal tarih ise sömürülen ve ezilenin eninde sonunda başaracağını, kazanacağını söylemekle kalmıyor, gösteriyordu da. Farklı kuşaklar, birbirlerinden de miras alarak biriktirdikleriyle o tarihten ve “bizim tarihimiz” haline gelmiş biçiminden kuşanarak-öğrendikleri/öğrenmeyi başardıkları kadarıyla kişiler, gruplar ve partiler halinde yüründü. Unutulmaması gerekenin aslında ‘büyük insanlık kavgası’nın tarihin şu ya da bu kesitindeki, şu ya da bu ülkesi, alanı, bölgesi, kıtasındaki “ol hikayat”ının bir parçası olduğunu bilerek, yaşananların sonbahar yaprakları gibi uçup giden türden olmadığını bilerek, ve gerçekliği ne kadar ve ne kadarıyla algılayıp bilebilir hale geldiysek-sınırımızı ve sınırlılığımızı da bilerek-, o büyük dava ve kavgasının okyanusuna katılan damlaların sesi-nefesinin önem ve değerini bilen bir gelenekti bizimkisi. Hayat denen badire ve deryada dikeni-gülüyle; ışığı-karanlığıyla; düşü, yanılgısıyla, umudu-ümitsizliğiyle, acısı sevinciyle bir “bütün”dük ve onun içindeydik. Her kim ki bir nefes kattı, kafası, eli koluyla o kolektif emeğe ve birikimine katıldıysa, her kim ki sömürülen ve ezilenin kurtuluş savaşımının nefer sıralarında yer alıp onun davasına bağlandı ve düşmana inat bir safta durduysa, bize dair, bize aitti. İnsandık ve her birimizin şöyle ya da böyle özellik farklılığıyla ve ondan kaynaklanan davranışıyla ilişkin “biz bize söylenecek olan”ların varlığı da dahil olmak üzere yaşanılan ne varsa hepsi, bu uzun yol yürüyüşündeki kaçınılmazlıklarıyla birlikte, olumlu ve olumsuz yönleriyle öğretici olacak şekilde yine bize ve mücadele sürecimize aitti.

**

Yetmişli yıllar devrimciliğinin özgün karakteristik özellikleriyle sonraki dönemlere bıraktığı miras, kimi liberal solcularla reformist uzlaşmacı laf ebelerinin şarlatanca küçümsemelerine rağmen, bugüne gelen mücadele birikim ve deneyiminde özel bir yere sahip olmuştur. Sömürü ve baskıdan arınmış tam bağımsız bir ülkede yaşam hedefiyle mücadeleye atılan ve işçi-köylü-genç-öğretmen-memur, kadın-erkek emekçilerin yığınsal mücadelesinin her alanında yer almak için ikirciksiz bir kararlılıkla hareket eden on binlerce devrimcinin halkın kurtuluşu ve sosyalizm davasına adanmış yaşamlarıyla yoğrulu bir süreçtir bu. Gücünü ülkede ve uluslararası alanda süren proleter ve emekçi mücadelesiyle ezilen halkların bağımsızlık savaşlarından alan bu bilenmiş inançlı kararlılık, adanmış bir tutum olarak şekillenirken, 15-16 Haziran’dan Tariş Direnişi’ne, Gültepe’den Dersim kitlesel boyun eğmezliğine, Anafartalar’dan İstanbul fabrika ve alanlarına; Adana grevlerinden ’89 bahar eylemleri, ’90 genel grevi, ’95 işçi eylemleri ve sonrasına uzanan devamlılıktan beslenerek kolektif bir kazanıma dönüşmüştür. Darağaçlarında, Kızıldere’de, işkencehanelerde destanlaşan devrimci direnişin fabrikalarda, sokaklarda ve alanlarda yükselen işçi-emekçi haykırışıyla birleşmesinin ifadesidir. Denizlerden İ. Gökhan Edge’ye, Yiğit İşçiler Ökkeş Karayiğit ve İmran Aydın’dan “çocuk yaşlı” büyük devrimci Erdal Eren’e, Türkiye’nin tüm milliyetlerden halkına mal olmuş devrimcilerinin emek verdiği, birikmesinde pay sahibi olduğu, miras bıraktığı kolektif güç ve iradenin ifadesi!

Döneme ilişkin kaynaklarda verilidir: İşçi sınıfı ve halkın çeşitli diğer kesimleri içinde önemli destek gören, ülkenin önemli işçi kentlerinde sınıf içinde örgütlü tek güç konumunda bulunan bir partinin yönlendirdiği ve 1979 sonlarında 46 bin gencin temsil edildiği gençlik örgütü kongresi yapan bu devrimci marksist gelenek sonraki yıllarda da örgütlü mücadelesiyle devrimci deneyim ve birikimin önemli bir odağı olagelmiş; bu birikim ve mücadele örgütü hem kendisinin yapısal bir özelliği olarak hem de uluslararası devrimci örgütlenmenin bir unsuru olmasıyla uluslararası karakterde olmuştur.

Büyük bir devrim lideri, düşman karşısında sarp kayalıklarla engebeli yollarda el ele yürümenin önemine vurgu yapmıştı. Bütün zorluklara rağmen, bu engebeli ve sarp yollarda mümkün düşüp kalkmalarla birlikte bir bütün yaşamın gözden kaçırılmamasının önemi de bu ders ve birikimlerde saklı olmuştur. Ve bu birikim, bu devrimci ‘ekol’ ve okul, bu adanmışlık ve örgütlü kolektivitenin işçi sınıfı ve emekçilerin içinde ve içinden hareketle şekillediği devrimcilerin her birinin “kişisel ve diğerlerinden ayrışan” şu ya da bu özelliklere sahip olmaları, “doğal”dı. Rıza Saygılı da, belirli kişisel özellik ve davranışlarıyla farklılaşan ve dikkat çeken devrimcilerden biri olmuştur. Bazı anekdotlarında bu “kişisel özellikler”i kolayca görülür. Aşağıda anlatımlara dayanarak bunlardan bazılarına yer verilmiştir.

***

Yaşamının uzun yıllarını işçi sınıfının uluslararası mücadelesinin bir neferi olmaya adamış; bu birikim ve deneyimden güç alıp yararlanmış bir devrimci olarak Rıza Saygılı, kendisini yakından tanıyan her yoldaşı, dostu, arkadaşı açısından, gıyabında hüzün ve sevinç karışımı bir anmayla kendisinden söz ettirecek “Nevi şahsına Münhasır” bir kardeş-yoldaş olmuştur. Bir sohbette, “Yahu Hemşehrim...” diye söze başlanmışsa, bilinir ki orada Rıza’nın bir anekdotu anımsanmıştır.

Konuşmada “ketum”dur: Bir konu üzerine konuşacaksa, kısadan hisse konuşacağı “kuvvetle muhtemel”dir. Sözü vurguyla kuruludur. Bir seferinde, Ekvadorlu bir parti yöneticisiyle Türkiye partisinden bir temsilcinin görüşmelerine tercüman olarak katılır. Türkiyeli temsilci birbirine bağlanmış uzun cümlelerle durumu anlatmaktadır. “Osman” araya girerek “Hocam sen çok uzun cümleler kuruyorsun, ben bunları çeviremiyorum, daha kısa cümlelerle konuşur musun” diyerek uyarır. “Tamam” der konuşmacı, ancak aynı şekilde devam eder. Rıza bir kez daha uyarır. Ne var ki, istediği gibi kolay çevrilebilir cümleler duyamaz. Bunun üzerine, “Hocam, sen uzun uzun anlatıyorsun, ama ben ancak ‘Ali topu at, Ali koş o topu tut” misali anlatabiliyorum, bu durumda boşuna yorulmuş oluyorsun!” deyiverir. İspanyolcayı yeni öğrenmiştir ve henüz yeterli bir pratiğe sahip değildir. Durumu “Rıza’ca” açıklamıştır.

Nüktedanlığı, hoşsohbeti ve güleç simasını “Osman” adıyla çelişkili gören Alevi inançlı Aynur teyze, “Sana Osman demişler ama Sen Osman olamayacak denli iyisin!” diye takılırken, O, “Yok ablam, biz Osmanlıyız!” diye ciddi ciddi sürdürür muhabbeti.

Bir dönem Evrensel’de yayımlanan ya da Özgürlük Dünyası’nda yer almış olan makalelerinden bilinir; anlatımı net ve yalındır. Birkaç kıtada çok sayıdaki ülkeye, uluslararası komünist işçi partileri ve örgütlerinin toplantılarına katılmak üzere giden Rıza Saygılı, bu ülkelerin devrimci işçi partileri ve örgütlerinin yöneticilerince de tanınan ve sevilen bir devrimci olmuştur. Kendisi gibi farklı dilleri bilen yakın arkadaşlarından birine “Söyle bakalım hemşehrim, sen kaç ülke gezdin, yarın o bir gün, torunlarını dizinin dibine oturtarak anlatacak bir şeylerin, bir anın var mı?​” diye takılır. Ya da, “Hemşehrim uçağa binip ta uzaklara gideceksin, dikkat et de okyanuslarda köpek balıklarına yem olma!” diyerek, ortalığı kahkahaya boğar.

“Muzip”tir Rıza; hal bilir ve inatçıdır! Ren Nehri kıyısında, “bir dostlar grubu”nda muhabbet gırla gitmektedir. Grupta Doktor da vardır, Doktor Kenan Ateş. Doktor’un konuşma zorluğu vardır, yani kekemedir. Arkadaşlarından biri takılır, “Doktor -der-benim şu şu şu rahatsızlıklarım var, sen doktorsun, bunlar neyin göstergesi olabilir?​”, Doktor, “Bunlardan onlarca sonuç çıkabilir” diye başlayınca, diğeri, “Bana sorsalar, hiç değilse üç ihtimale indirirdim, sen onlarcasından söz ediyorsun, ne biçim doktorsun” diyerek doktorun kızmasını sağlar. Doktor daha fazla kekelemeye başlayınca, Rıza, “Ya hemşehrim bu Ren Nehri ne tarafa akıyor, hele bir söylesene” diye araya girerek konuyu değiştirir. Bu sözü o günden sonra bir anekdot şeklinde, arkadaşlar arası sohbetlerde, konu değiştirme ihtiyacı duyulunca, sık sık kullanılır. Rıza’cadır!

***

Rıza Saygılı, torunlarına “anı anlatacak” denli yaşayamadı. Ama uzun yıllar bu örgütlü mücadelenin bir neferi olarak yaşadı. Adı, mücadele ve ‘anı’larda var olacak.

ÖNCEKİ HABER

İstanbul Protokolü’nün 20’nci yılında TİHV: İnsan hakları mücadelemiz sürecek

SONRAKİ HABER

Silivri'de işçilerin kaldığı konteynerde yangın çıktı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa