07 Ağustos 2019 16:41

Senarist ölür, sen repliği hatırla: Güle güle iki gözümüzün çiçeği

Hakan Güngör Umur Bugay'ı yazdı: Seslerin, doğal diyalogların, gerçek karakterlerin yazarıydı. Yazdığını yaşadı, yaşadığını yazdı.

Film afişler,

Paylaş

Hakan GÜNGÖR

Hayatımın en zor metnini, tuhaftır, Umur Bugay’a yazmıştım. Son kitabı “Karılar&Kocalar”ı ben yayıma hazırlıyordum. Yılların alışkanlığından olsa gerek, öykülerini el yazısıyla yazıp yollamıştı. Öyküler dizdirildi, bir ön okuma yaptım. Yine her zamanki gibi incelikli bir kalemden çıkan, “uzayıp giden” değil, “akıp giden” diyalogların ve “Bir yerden tanıyor olmalıyım” dedirten karakterlerin yer aldığı öykü kitabı için bazı notlarım ve hâlâ söylemeye çekiniyorum ama, ufak tefek önerilerim vardı. Siz kitabın daha iyi olması için işinizi yaparsınız ama bu kez durum farklıydı, o notlar ölümsüz eserlerin yaratıcısına gideceğinden bir mahcubiyet duyuyordum. Hele Hababam Sınıfı’nı, Çöpçüler Kralı’nı, Deli Yusuf’u yazmış birine, “Bir de şöyle yapılırsa, belki…”li, bol tereddütlü ve haddini aşmaktan imtina eden notlardı bunlar. İşin garip yanı, hemen hepsini kabul etti bu önerilerin. O, bir sinema tarihini yarattıktan sonra dahi, her sese kulak veren biriydi.

GERÇEK KARAKTERLERİN YAZARIYDI

Seslerin, doğal diyalogların, gerçek karakterlerin yazarıydı. Çünkü o, yaşamadığını yazan ve bu nedenle sentetik olmaktan kurtulamayan, kurtulamadıkça da hikayesini aşırılıklar, şiddet, acılar ve abartılarla örenlere benzemiyordu. Yazdığını yaşadı, yaşadığını yazdı. Kitabının önsözünde bunu şöyle ifade etmişti: “Bugüne değin, yaşamadığım, tanımadığım ortamları, hayatları yazmayı hiç düşünmedim…”

Üç bölüm halinde Ters Ninja’da 2013’te yayımlanan ve beni çok etkileyen röportajında da aynı noktaya vurgu yapıyordu. O kendi gürültüsünden başka şey duymayanlardan değildi, dinleyen ve gözleyendi: “Vapurda, otobüste, çay bahçesinde, sokakta… Hatta pazara gitmek, orada o yaşantıyı o dili görmek bana başka başka hayatların, dünyanın kapılarını açtı. O sahnelerin yazılmasında bu tarz gözlemlerimin etkisi büyüktür. İşte senaryo yazmak o dünyaları tanımanın yanında o dünyaları biriktirmek ve kendi akıl süzgecinden geçirerek aktarmaktır. Kim bunun tersini söylüyorsa doğru söylemiş olmaz.”

Okumadan da olmazdı elbette, Varlık okuyarak büyüyenlerdendi. Sait Faik, Orhan Kemal, Maksim Gorki, Panait Istrati okurdu. Tiyatro tutkusuydu, hem oynadı hem yazdı. Askerin tiyatrosunu bastığı da oldu, sıkıyönetim tarafından tiyatrosunun kapatıldığı da. Kitaplardan, tiyatrodan ve sokaktan öğrendikleriyle bir sinema dili yarattı. Dünyaları tanımak temas etmekten, halini sormaktan, kulak misafiri olmaktan, el sıkışmaktan geçiyordu. Bir çöpçü nasıl hayal kurar bilmeden Çöpçüler Kralı yazılamıyordu.

"İDDİASIZ" BİR İDDİAYDI BU FİLMLER

Kapıcılar Kralı ile Çöpçüler Kralı emekçilerin dünyasına, saflıkları ve uyanıklıklarıyla, kapı aralıyordu. Gündelik olanın içindeki güzelliği, hüznü, direnci gösterebilmek zor işti. Zengin kız/fakir oğlan’lı filmlerin zamanında “iddiasız” bir iddiaydı bu filmler. Senaryosunun inceliği, zekası, karakterlerin gerçekliği bir yana, Çöpçüler Kralı’nda biz umutlu, saf, uyanık, dalgacı bir çöpçüyü gördük ve gerçekti o. Kapıcılar Kralı’nda sınıf atlama çabası belli oranlarda karşılık bulan “uyanık” kapıcıda koca bir 1970’lerin sonunda “Kendi hal çaresine bakmayı kafasına koymuş” yurttaşın hikayesi vardı. Tüm hatalarıyla ve eksikleriyle üstelik. Başka yönetmenler, “Yoksullardaki hataları göstermek işime gelmiyor” derken ve sinema sektöründe çok büyük egemenlik kurarken, Umur Bugay-Zeki Ökten ikilisi insanı hatalarıyla dahi gösterebiliyordu. Çocukluk arkadaşıydılar, aynı yollardan geçmiş, aynı kitapları okumuşlardı. Sokağı iyi biliyorlardı, insanı da. Ve insanı her haliyle anlatmayı kafalarına koymuşlardı. (Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney ve diğerleri gibi…) Bu Türkiye sinemasının uzun sürmüş ergenlik döneminin bitip erişkinliğine işaret ediyordu. Biz, tek yönlü Yeşilçam tiplemelerinden sonra; her yönüyle ve tüm çatışmalarıyla karşımıza çıkan karakterler ve farklı bir sinema dili görüyorduk. Umur Bugay’ların kalemiyle büyüyorduk.

BİZİMKİLER, BİR TOPLUM ÖZETİYDİ

Öyle uzun soluklu işleri oldu ki, hem biz izleyiciler hem koca bir ekip büyüdü. Kapıcılar Kralı, sonra Bizimkiler olacaktı. Bizimkiler, adeta bir toplum özetiydi. Kendi ifadesiyle, “Parazit sınıflar, emekçiler, kapitalistler, adını ne şekilde koyarsanız koyun bütün bunları bir apartmanda toplayıp bir arada yaşamanın uyum ve uyumsuzluğunu tatlı dille yürütebilmenin imkanını anlatmaya çalıştım.” Bugay’ın senaryolarından bir meseleyi anlıyorduk. “Yoksul”luğu ve adaletsizliği de göstermişti.

Yoksul’u o yazdı, Davacı’nın senaryosu onundu, Düttürü Dünya’yı o kazandırmıştı Türkiye sinemasına. Sınıfsal ayrımların keskinleşmesinin, adaletsizliğin, gitgide yurttaşın boğazına sarılan geçim sıkıntısının tüm gerçekliğiyle ama aynı zamanda kendi ironisiyle yer aldığı o filmlerdi adı geçenler. Liberal ekonominin sert yüzünü de, Kemal Sunal’ın yaş aldıkça sertleşen yüz hatlarını da görüyor, buna göre kalemini sivriltip bambaşka hikayelerin ve Sunal’a yaraşır yeni karakterlerin peşine düşüyordu. Öte yandan… Ne yazık ki, Umur Bugay’ın ifadesiyle, gösterime girdikleri dönemde, “İş yapmadı bu filmler.” Ama kalıcı oldular. Kültleşmek başka nedir?

MERTEBESİ, BİR SİNEMA TARİHİYDİ

Kültleşmek demişken… Bir şeyi çok iyi yapabilmek takdire şayandır; birden çok şeyi çok iyi yapabilmek pek az insanın ulaşabileceği mertebedir. Hasip’le Nasip’te yazdığı o ironik, kara mizaha yaklaşan üslubunda da; Aslan Bacanak’ta (“Damda canavar var”, “Kedidir kedi”) denediği “halk sinemasında” da çok başarılı olmuştu… Toplumsal gerçekçi yanı ağır basan Kral’lar serisine bakmadan sinema tarihi yazamazsınız. Hababam Sınıfı’nda, aksayan pek çok yanı bir yana, durum ve diyalog komedisinin en ustalıklı örneklerinden birini sergiledi ve müthiş bir “zamanlama” eseriydi. Eğilmez’e, “Ben bugüne kadar karşılıklı konuşmaları böylesine hatmetmiş, özümsemiş birini görmedim” dedirtmişti. Mertebesi, bir sinema tarihiydi.

ROMANLAR, DESTANLAR VE HALK EDEBİYATI

Hababam Sınıfı’nın ilk filminin senaryosu onundu. Okuyanlar hatırlayacaktır, Rıfat Ilgaz’ın yazdığı ile filmlerdeki Hababam Sınıfı’nda ciddi farklılıklar da vardır. İnek Şaban karakteri epey değiştirilmiştir mesela. Kemal Sunal’ın önceki filmlerinden, Tatlı Dillim’de, Yalancı Yârim’de, Oh Olsun’da oynadığı küçük rolleri, Ertem Eğilmez’le birlikte büyüterek yeni bir İnek Şaban yaratmışlardı. Uzun yıllar başka yapımcı ve yönetmenlerle başka “İnek Şaban’lar” çekilirken, işte o rolü, üzerine koca bir kariyer inşa edilen rolü, Umur Bugay yazmıştı.

Romanlara yaslandığı gibi, destanlara ve halk edebiyatına da yaslanmıştı. Deli Yusuf’u o yazmıştı mesela, bir Köroğlu uyarlamasıydı. Kaçırılan at, akıllı bir araba oluyordu. Bolu Beyi’nin yerini Bolulu müteahhit almıştı. Canla başla gecekondu mahallesini zengine karşı koruyan bu mahalleliler, birlikte mücadelenin de tarihini yazıyordu.

DEĞERLİYDİ, DEĞER YARATMIŞTI

Ters Ninja’daki röportajında, “Özellikle mizahçı olduğum için bir şeyin ya da her şeyin tersini görmeye çalışıyorum. Tersinden, madalyonun öteki yüzünden anlatmaya çalışıyorum. Komedi budur, mizah budur. Bana göre mizah sapına kadar edebiyattır. Ulvi bir değerdir” diyordu. Değerliydi, değer yaratmıştı. Türkiye hâlâ ve kuşaklardır, Umur Bugay’a gülüyor.

Senaristler ölüyor, biz repliği hatırlıyoruz:“Güle güle iki gözümün çiçeği…”

ÖNCEKİ HABER

Aliağa’da işten atılan işçiler: Mücadelemiz bitmeyecek

SONRAKİ HABER

Bu bayramda Artvin’in köylerinde şenlik var

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa