Ütopyadan distopyaya...
Ev dediğiniz nedir? En basit haliyle barınma mekanı. Çoğaltırsak; yaşam alanı, konfor, aile, güven, vs... Liste uzar gider. ‘Ev’ aynı zamanda, ‘bir zamanlar’la başlamayacak kadar uzak tarihten beri, sınıfsal farklılıklarla da birlikte farklı anlamlar taşımaktadır zaten.Öyle şatolara ya da saraylara kadar uzanmadan, yakın bir zaman
Öyle şatolara ya da saraylara kadar uzanmadan, yakın bir zamanın içinde ev kavramını şöyle tanımlayabiliriz: “Artık ev almak çok kolay, gelin bankamıza ve sizi ömrünüzün sonuna kadar süründürecek taksit seçenekleriyle birlikte yuvanıza kavuşturalım.” Bir zamanlar gelir seviyesi düşük insanlar için ev sahibi olmak ne kadar zor bir işse de, peynir ekmek gibi dağıtılan krediler sayesinde tüketim kültürünün bu en taşınmaz ve ağır ‘parçası’, artık çok daha kolay sahip olunan bir mülk haline geldi. Üstelik bu modelin anası sayılabilecek olan Mortgage sisteminin ABD’de çökmesi ve bunun yarattığı krizin dünyaya yayılması hiç önemli falan da değil. Elbette bu kadar fazla kredi seçeneğinin olduğu bir yerde inşaat sektörü, her bulduğu alana, lüks konutlar, siteler, güvenlikli yaşam alanları inşa etmeye çalışacaktır. Hal böyle olunca, modernliğe giden yolda, kentsel dönüşüm illetinin; plazalar, residencelar ve alışveriş merkezlerinin yarattığı rantın kıskacı altında, insanlığı muasır medeniyetler seviyesine taşıması kaçınılmaz hale geliyor!..
TÜKETİMDEN ŞİDDETE...
J. G. Ballard’ın 1975 yılında kaleme aldığı Gökdelen, tam da rantların ve kentsel dönüşümlerin vaat ettiği konforlu modern dünyayı konu alan bir roman. Dış dünyadan izole, sakinlerinin tüm ihtiyaçlarını dışarıya çıkmadan giderebilecekleri bir sisteme sahip, upuzun gökdelenlerden oluşan dev bir site. Başlarda herkesin huzurla ve konforla yaşadığı bir ütopya, fakat sistemde çıkan küçük pürüzlerle birlikte bu ütopya birdenbire içinden çıkılmaz bir distopyaya dönüşüyor.
Gökdelen, görece gelir seviyesi üst düzeyde olan insanların yaşayacağı bir bina olarak tasarlanmıştır. Artı değer üretimine dayalı bir sınıf ayrımı olmasa da gökdelen kendi içersinde belli katmanlara, amiyane tabiriyle sınıflara ayrılmıştır. En alt katlar toplumsal yapı içersinde diğerlerine göre gelir seviyesi daha düşük aileler içindir. Orta kısımlar daha çok akademisyen, doktor gibi mesleki açıdan yüksek gelirli ailelere tahsis edilmişken, en üst katlarda ise yüksek gelir düzeyine sahip burjuvalar yaşamaktadır...
İki bin kişinin oturduğu 40 katlı bu dev gökdelen, neredeyse küçük bir ilçe görünümündedir. 10. kata kurulu olan alış veriş merkezi, okul ve ortak kullanıma açık havuzuyla bünyesinde yaşayanlara, “dışarı” çıkmadan tüm olanaklara sahip olma seçenekleri sunan, sıkıştırılmış bir dünyadır adeta.
Fakat bu seçeneklerin kullanımı, bir süre sonra gökdelende yaşayan insanlar arasında husumet doğmasına sebep olur. Her şey gökdelenin ‘Kritik kütle’ye dönüşmesiyle başlar. Gökdelene yerleşen iki bininci kişi ile birlikte başlayan sonu gelmez partiler, birbirinden rahatsız olmaya başlayan gökdelen sakinleri, ardı ardına bozulan asansörler, yığılan çöpler, gökdelenin seçkinci ve konforlu yaşamını bir süre sonra bir kaosa sürükler.
Vandallığın en üst düzeye ulaştığı gökdelende, konfor nasıl dışarıdaki dünyadan izole ise içerde yaşanan savaş da dışarıya yansıtılmaz. Tüketimin geldiği son noktada ise şiddet, bir süre sonra yaşam biçimi halini alır.
Gökdelen sakinleri arasındaki düşmanlığın, bir orta kat sakini olan Doktor Laing, alt kat sakini olan sinemacı Wilder ve en tepedeki ve aynı zamanda binanın mimarı olan Royal’ın cephesinden anlatıldığı, harmanlanmış bir kurguya sahip roman.
KURMACADAN GERÇEĞE...
Sıra dışı bir savaşı anlatan Gökdelen, kurmacanın gerçekle bütünleştiği, yaratıcı bir dille yazılmış. Hedefinde modern dünya ve tüketim toplumu var. Roman, modern dünyanın ilk izleri olan kentleşme ve yeni bir toplum yaratma projesinden yola çıkarak yerleşim yerlerinin düzenlenişini ele almakla kalmıyor, gelir düzeyi farklılıkları bakımından kendilerini dış dünyadan izole etmiş bir şekilde yaşayan “seçkin” bir topluluk üzerinden de tüketimi ve yozlaşmayı tasvir ediyor.
Yazıldığı dönemin bilim kurgusu sayılabilecek bu kurmaca dünya, aslında o tarihten bu döneme doğru gelindiğinde, hiç de gerçekleşmeyecek bir hayal gibi durmuyor. Günümüzde; okulundan, alış veriş merkezlerine kadar her türlü yaşamsal ihtiyacın karşılandığı, hatta Venedik’i, Manhattan’ı dahi İstanbul’a taşıma iddiasındaki çılgın projelerle tasarlanan lüks yerleşim merkezlerinin reklamlarını her yerde görmüyor muyuz?.. Mesela, “Ali Ağaoğlu’nun hayallerini gerçekleştirdiğini” anlatan reklam, yavaş yavaş inşasına tanık olduğumuz bu distopyanın bir kanıtı sayılmaz mı?
Kitaptaki şu sözler durumu özetliyor: “On yıllardır toplanan veriler gökdelenin sürdürülebilir bir sosyal yapı olabileceği fikrine gölge düşürse de bu dikey kentler, halk konutlarının maliyetlerini düşürdüklerinden ve özel sektöre yüksek kazançlar getirebildiklerinden, sakinlerinin gerçek ihtiyaçları göz önüne alınmadan inşa edilip duruyorlardı.”