20 Ekim 2012 15:28

Siz hiç 18 yıl beklediniz mi?

Altın Portakal’da Türkiye galasını yapan Küf, Ali Aydın’ın yol bekçisi olarak çalışan ve 18 yıl önce bir faili meçhule kurban giden oğlunu bekleyen Basri’nin öyküsünü anlatıyor. Venedik’te Geleceğin Aslanı ödülünü alması ve Antalya’da eleştirmenlerce festivalin en iyileri aras

Siz hiç 18 yıl beklediniz mi?
Paylaş
Çağdaş Günerbüyük

Küf’lü bir bekleyişi konuştuk.

Şuradan başlayalım; nedir Küf?
Film olarak, şöyle anlatayım. Asistanlık yaparken bir yıl ara verdim. El yordamıyla senaryonun nasıl olacağını öğrenmeye başladım. 2003 yılında gördüğüm bir belgesel vardı, yol bekçilerini anlatıyordu. Bunu anlatan bir film yapılabilir mi, bir de hikaye etrafında örmek olur mu diye düşünüyordum. Bir de açıkçası hep yabancı, mesafeli kaldığımı hissettiğim faili meçhul cinayetlere uğramış kişilerin yakınlarının, yani cumartesi annelerinin hikayesiyle ikisini buluşturmayı uygun buldum. Çünkü bir yandan bu da vicdanen rahatsız olduğum bir şeydi. Tepkisizliğim aslında rahatsız olduğum taraftı. Onları yaşayanların hafızası bende yok, dolayısıyla bu çok empati kurulabilir bir durum olmadığı için, karakterin mesafesini korumayı düşündüm. Senaryoyu bu şekilde oluşturmaya başladım.

Faili meçhullerin üstünde neden özellikle durmak istediğinizi biraz daha açalım mı?
Politik olarak görüşlerinizi söylemenin tehlikeli olduğu bir dönem ‘90’lar. Toplumsal olarak bugün de bir baskı hissediyoruz ama daha büyük bir baskı hissedilen dönemdi. Tabii öncesini de yadsımamak lazım, onunla ilgili de onlarca film yapmak lazım. Şu an faili meçhuller yaşanmıyor belki ama iki yıl sonra, on yıl sonra olmayacağından emin miyiz? Ben değilim. Bununla yüzleşmek gerek. Kayıtsız kalıyorsunuz ister istemez, sıradanlaşıyor ve en çirkin şey sıradanlaşması. Her cumartesi orada sessiz bir şekilde, babalarının, kocalarının, oğullarının, kardeşlerinin fotoğraflarıyla bekliyor insanlar ve siz o ritmin içinde sağır ve dilsiz bir hal almaya başlıyorsunuz, körleşiyorsunuz. Bakar mısın şu duruma, umut dediğin şey, aslında umutsuzluğun ta kendisi. En başa dönmek gerek o yüzden. O gün insanlar neden bu şekilde kaybedildi, aileler neden bu şekilde yok sayıldı? Bir aileyi yok etmenin en kolay yoludur, içinden birini al, kaybet, aileyi o bekleme haliyle baş başa bırak.

Basri’ye buradan gelelim. Ercan Kesal’ın oynadığı Basri 18 yıl önce kaybolan oğlunu arayan ve bekleyen bir baba. Onun bekleyişi de, oğlunun kemiklerini almak için değil sadece, bu aynı zamanda öldürüldüğünün kabul edilmesi ve hayatına devam edebilmek demek tabii bir yandan, değil mi?
Esasında benim de filmde yapmaya çalıştığım şey buydu. Madem acıyla empati kuramıyoruz, o zaman beklemenin ne olduğunu anlayalım. 18 yıldır bekleyen bir adamın hayatını başka nasıl anlatabilirdim, bilmiyorum. Filmin biçimlendirilmesi üstüne de epey düşündüm. Hangi görsel yapı içinde vücuda getirmek doğruydu? İnsanların en çok hissetmesini istediğim şey, o bekleme halinin ne mene bir şey olduğunu anlamalarıydı. O yüzden kameranın konumu hep bakan, izleyen bir konum.

Bir de Cemil var, Tansu Biçer’e ödül getiren. Kayıtsız, Basri’yle uğraşan bir karakter. Basri’nin yaşadıklarını onun gibi tecrübe etmeyen, uzaktan yaşayan insanlar, duyarsızlaşmalarıyla biraz Cemil mi oluyorlar?
Ben en sert halini anlatmaya çalıştım Cemil’de. Onu anlatırken de şu anlaşılsın istedim. Cemil çok hoyrat bir adam ama kendi cehenneminin içinde çok mutlu biri. Başkası onun hayatına müdahale ettiği zaman hırçınlaşmaya başlıyor. Birinin ölümü karşısında sessiz kalmak bizim haddimiz değil. İşte o adalet duygusunun nasıl kaybolduğunu da orada anlatmaya çalıştım. Cemil’in yaşadığı hayatı, ölümün nasıl meşrulaştığını da anlatmaya çalıştım. Vicdan tek boyutlu bir şey değildir. Karşı tarafa bakmak da gerekiyor. Basri’nin karşısında duran, o arama arzusuyla alay eden birinin nasıl olabileceğini merak ettim. Öyle bir karakter yazdım.

Basri gibi daha çok bekler miyiz sizce?
Bence çok uzun beklemeyiz. Ona inanmak istiyorum. Yoksa hayat dediğin şey salt beklemekten ibaret değil. Nefes almak lazım. Bunun için de çok beklemeyeceğimizi umuyorum.


DÖNEMİ ANLATAN FİLMLER VE KÜF

Konuyu okuduğum zaman Tayfun Pirselimoğlu’nun ‘Hiçbiryerde’si aklıma gelmişti, kayıp oğlunu arayan bir anneyi anlatan. İzleyip düşündükçe ‘Min Dît’, yine ‘90’larda faili meçhul anne babanın çocuklarının hikayesi, ya da o dönemin öldürülen gazetecileri üstüne ‘Press’ gibi filmleri çağrıştırdı. Hepsi de ilk filmler. Siz bu filmlerle Küf arasında nasıl bir yakınlık kuruyorsunuz?
Yakınlık kurmaktan ziyade, söylediğin filmlerin üçünü de çok önemsiyorum. Kullandıkları dili, yaklaşımlarını seviyorum. Ben Küf’te bir yandan bir dil de oluşturmaya çalıştım. Filmlerin biçimleri konusunda da düşünüp bana bundan sonraki filmlerim için yol açmasını istedim. İkinci filmde böyle bir biçimi tercih eder miyim bilmiyorum çünkü denemek istiyorum, aramaya devam edeceğim. Yapmak istediğim şey bu. Bu film bu yüzden o filmlerden ayrıdır demek istemiyorum, onu yargılayacak olan izleyicidir. Bu dört filmin de yolunun apayrı olduğunu düşünüyorum.

OĞLUNU BULMA ARZUSUYLA YAŞIYOR

Toplumsal olarak bu hesaplaşmanın neresindeyiz, dersiniz, hani o dönemle hesaplaşmak adına, faili meçhullerin sorumlularını yakalamak adına sürdüğü söylenen birtakım davalar olduğuna bakarak?
Ama ivme kazanmıyor. Soruşturma başlıyor, yürüyor ama bir sonuca ulaşamıyor. Bir meclis araştırma komisyonu var, iki yıl önce bu insanlarla temas edildi, gündeme alındı, neredeler peki şimdi? Hesaplaşmaktan ziyade onunla beraber yaşayıp, olabildiğince geri planda tutmayı çok seviyoruz. Ben Berfo ananın, Kars’ta o kadının 104 yaşında hâlâ yaşıyor olması inadının oğlunu bulma arzusu olduğunu düşünüyorum. Bu başka bir kudret, başka bir onur. Hesaplaşmanın çok da üstüne gidildiğini söyleyemem ama bir gün olacağına inancım ve umudum var açıkçası.

ÖNCEKİ HABER

Bir logar kapağı daha yuvarlandı gitti işte...

SONRAKİ HABER

Cezaevi ölüm evi olmasın

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa