20 Eylül 2019 05:29

Şipal: Edebiyatın ince ırmağı

Tevfik TAŞ

Gülümsüyorum.
“Gece Lambalarının Işığında.”
Elimdeki kitap.
İlk cümleyle gülümsüyorum.
“Aynada kravatını bağlıyordu, beğenmedi.”

Bir imge bu, metafor... Aynaya bakarak değil; kravatını doğrudan doğruya “aynada” bağlıyordu adam.
Fakat bu, Türkçeyi bilmeyen bir adamın satırı değildi, tersine çok, çok iyi bilen bir adamın sözüydü.
Basit, süzülmüş imgenin gücünü anlayabilen bir okuyucu bilebilir aslında bu cümlenin birkaç katman olduğunu...
Adam aynadaydı. Aynaya bakıp bakmamayı değil, daha başka bir şeyi konuşmak üzere dizilmişti söz, satır:

“Aynada kravatını bağlıyordu, beğenmedi. Bir maske gibi, diye düşündü. Bir maske gibi. Kravatın bir ucunu aşağı doğru çekip düğüm yerini boynuna kaydırdı. Düğüm yeri oturdu boynuna, boynunu sıktı. Bir maske gibi. Ve yıllar yılı, azar azar... Düğüm yerini küçük bularak çözdü, yeniden bağladı. İrice bir düğüm, daha irice, daha bir irice, çöreklendi boynuna. Yüzüne kan geldi. Kırmızı kan. Damarlarda kan. Atardamarlar, toplardamarlar, ve bir şahdamar. Yıllar yılı, azar azar...”

Kravat = Maske = Alışmak...
“Gibi” sözcüğü giderek, akışla yok oluyordu; alışılan o boğulma; kana ve boğulmaya “alışmak” geliyordu...
Dünyanın kravatla, insanın zorunlu çalışmayla, ticaretin yaşamla, sevmenin parayla daha binlerce şeyin öteki binlerceyle ilişkisinde maskenin, yedek kişiliklerin, kravatın, gücün ve simgelerinin payına ilişkin bir tartışma başlamıştı bile aklımda.
Gülümsüyorum.
“Gece Lambalarının Işığında,” Kamuran Şipal’ın Beyhan, Elbiseciler Çarsısı, Büyük Yolculuk, Buhûrumeryem, Köpek İstasyonu gibi beş öykü kitabının toplandığı bir “Beşibiryerde.”
Yazar Adana doğumlu ve İstanbul, Almanya filan derken, uzun yıllardır çalışma tezgahını yine Adana’ya kurmuştu. Adana’ya gidip de onunla sohbet etmemek eksiklik olurdu.
Çukurova’nın sıcağında, Süreyya Filiz’in balkonunda sohbet, edebiyattan Marx’a, yabancılaşmadan Kafka’ya akıp gidiyor...

***

Dün ölüm haberi geldi Kamuran Şipal’ın.
Doksan dört yaşındaydı.
Onun nasıl biri olduğunu özetleyecek cümlelerden birini yine Süreyya Filiz söyledi: “Beyin kanaması geçirdi ve biraz atlatır atlatmaz yine çalışma masasına gömüldü. Sonra yine hastalandı. Doktorla pazarlığı şöyleydi: Elimde çok güzel bir metin var, haz alıyorum. Onunla işim bitinceye dek biraz iyileştirebilseniz keşke!”

Çalışma masası dünya olanlar vardır, Şipal öyleydi. Röportaj vermez, fotoğraf çektirmemek için kaçabildiği yere kadar kaçardı.

En iyisi Birsen Ferahlı’nın sözünü yinelemek: “Kâmuran Şipal insanoğlunun yalnızca ürettikleriyle bir değer olabileceğini, zamana iz bırakabileceğini; bunları yapmak için kendinden başka kimseye gereksinimi olmadığının canlı örneğidir.”

Seyhan Irmağı’na bakarak konuşuyoruz, “Ve kadehler / Kadehler ki ses verir yıldızlardan...”

Konuşurken sözcüklerin her anında sakinliği, bilgelikle yeniden üretmek. Konuşurken sözcük aramak değil de daha ince bir anlamı düşünmek... Budur Kamuran Şipal. Hep işini yaptı, hep sessiz...
Bundan mıdır bilmiyorum; o harikulade emeği, o emeği verenin sessizliğinden daha da katmerli suskunluklarla karşılandı Demir Köprü romanı ya da Sırrımsın Sırdaşımsın romanı da neredeyse görülmedi...

Kamuran Şipal, salt öyküler romanlar yazarak değil; Alfred Adler’den, Ingeborg Bachmann’a, Wolfgang Borchert, Heinrich Böll, Alfred Brauchle’den, Bertolt Brecht’e, Elias Canetti, Sigmund Freud’dan, Günter Grass’a, Herman Hesse’e yüzün üzerinde çeviriyle de bezedi okuyanların yaşamını...

Türkçe yazılan öykülerde, Kur’an-ı Kerim’i kaç kişi doğrudan anmıştır bunu bilmiyorum; ancak Şipal ayetleri, sureleri, o dini metindeki görsellikleri incecikten çeker ve o gerçeküstücü ayetleri insanın önüne serer:

 “Hani biz dağı adeta gölgeledik gibi çekmiş üstlerine doğru yüceltmiştik ki neredeyse üstlerine düşecek sanmışlardı.” Araf suresinin bu ayeti, salt alıntı sanatının öyküdeki salınımı değildir; söz emeğinin geçmişinin de yad edilmesidir.

Öykülerindeki cinsellik için çok şey yazılabilir, fakat ben yine onun Buhûrumeryem’e aldığı şu ayetle özetlediğiyle gülümseyelim, derim:

“Bir de elini koynuna sok da, diğer bir mucize olmak üzere, o ayıpsız ve bembeyaz bir hâlde çıkıversin.” (Tahâ: 22.)

Şipal ilk şiirini Varlık dergisinde 1949’da yayımlamış: “Yine bıraktığın gibi bu diyar / Sen sonbahar şiirlerini severdin / Yine sonbahar” Bir sonbahar günü geldi ölüm haberi.

Türkiye şiirinin bir başka ince ustası Behçet Necatigil’le kankaydı Kamuran Şipal. Sırdılar, sırdaştılar. Bizim içimizde elbet: ”Eskilerin durduğu bir zaman olmalıdır...” Lakin yoldaşını Necatigil’in dizeleri uğurlamalıdır:

“Birden hatırlarsın,
O da seni – birden bazan:
Nerde, ne yapar şimdi
Parlar bir özlem anılar arasından.

Bu akşam ne garip sözcük”

Evrensel'i Takip Et