Anneliğin siyaseti ya da kimin ‘ana’lığı daha kutsal?
Sosyal Psikolog ve Araştırmacı Elif Sandal Önal, annelerin HDP Diyarbakır il binası önünde yaptıkları eylem üzerine gündeme gelen tartışmaları Evrensel Pazar'a yazdı.
Fotoğraflar: DHA ve Twitter
Elif SANDAL ÖNAL*
Annelik son yıllarda sadece kadına biçilen bir toplumsal cinsiyet rolü olmanın ötesine geçip, sürekli değişen, dönüşen ve yayılan sosyal ilişki ağları içerisinde normatif, baskın kültürel kodlarla bezenmiş bir kategori halini almaya başlarken; siyasetin de vazgeçilmez söylemlerinden biri olmaya devam eder. Kadınları ‘biyolojik kadercilik’ kolaylığı ile annelik ve potansiyel annelik ikilemine sıkıştıran, muhafazakar, erkek-egemen siyasal söylem için anne olmayan, olamayan, olmayı reddeden kadın eksiktir, yetersizdir, sorunludur ve dolayısıyla da ‘öteki’dir. Kadının hem biyolojik hem de toplumsal olarak kendini gerçekleştirmesinin tek yolu olarak gösterilen annelik üzerine son yıllarda, Öztan’ın (2015) deyimiyle ‘Bir söylem patlaması’ yaratılırken, bu söylemler kuşkusuz anneliğin içinin nasıl doldurulması gerektiğine dair dev bir külliyat yaratmaktadır. Annelik tanımı ve bu tanımı mümkün kılan ahlaki yükümlülükler ise, diğer pek çok sosyal kategoride olduğu gibi iktidarlar tarafından belirlenir. Dolayısıyla, kadının ‘kadın’ olabilmesi için annelik ön koşuldur ve bunun sınırları tam da bu biyolojik indirgemeci görüşün üreticisi olan iktidarlar tarafından çizilerek, makbul olan ve olmayan(1) anne tanımları ortaya konur.
Son günlerde HDP Diyarbakır İl Başkanlığı binası önünde, dağa kaçırıldıklarını söyledikleri çocukları için oturma eylemi yapan anneler, yukarıda belirtilen, sınırları iktidar tarafından çizilen makbul ve aynı zamanda kutsal annelik kategorisinin temsilcileri olarak, anneliğin nasıl olması gerektiği, hangi annenin acısının paylaşılmasının daha makbul olduğu hatta kime ‘gerçekten’ anne denebileceği sorularının resmi söylem dahilindeki cevapları olarak araçsallaştırılmaktadırlar. AKP iktidarı tarafından, özellikle Kürt sorunu bağlamında, güvenlikçi-tektipleştirici-dışlayıcı biçimlerde yeniden üretilen ulus kimlik anlatısının içerisinde konumlandırılan bu annelik; bilindik “Çocuğu için kaygılanan veya çocuğunun matemini tutan acılı kadınlar”da vücut bulurken, tam da aynı biçimdeki ortak acıları ile kolektif eylemliliğin içinde olan Cumartesi Anneleri, beyaz tülbentli anneler veya iktidarın topyekün saldırısının hedefi olmuş Gülsüm Elvan ve Gezi direnişinde öldürülen diğer eylemcilerin anneleri; ‘anne’ olmalarına rağmen makbul ve kutsal olamamışlardır. Benzer şekilde, çocuğunun ölü bedenini buzdolabında saklamak zorunda kalan, parçalarını eteklerinde toplayan anneler, cesedi günlerce yolun ortasında bırakılan Taybet İnan veya mezardan çıkarılan Hatun Tuğluk da annedir ama onların anneliği ‘kutsal’ mertebeye erişememiştir; zira bu kişiler zaten insan veya vatandaş olma hakları inkar edilen ötekilerdir.
Kimin makbul insan veya makbul vatandaş (Üstel, 2004) olabileceğine dair sınırları koyan iktidarlar, anneliğin de hangi şartlar altında ‘kutsal’ olabileceğine kararı verirler ve bunun için kullandıkları iki ölçütten bahsedilebilir: Bunların ilki, annenin ‘ürünü’ olan çocuğun kendisidir. ‘Türk’ ulus kimliğinin içeriğinin doldurulmaya başlandığı cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ‘özgürleştiği’ söylenen kadının ödevlerinin başında yine annelik gelmektedir: Ey analar! Ey müstakbel analar! Çocuk yalnız sizin değildir. Türk vatanının kendi malı Türk milletinin kendi varlığıdır. Size emanet ettiğimiz bu canlı cevherleri büyük emeklerle yetiştirmek vatani bir borçtur(2).
Bir vatan borcu olarak, vatan için yaşayacak, çalışacak ve gerekirse ölecek olan evlatları yetiştiren anneler makbul ve kutsaldır. Üstelik bu aynı zamanda kadının vatandaşlığa dair haklardan yararlanmasının da ön koşuludur(3). Dolayısıyla kadının anneliği, makbul vatandaşlar doğurması ve yetiştirmesi ile kutsal hale gelir. Çocukları vatan uğruna ölen ‘şehit anneleri’nin(4) kutsanması ve bunların ‘tüm ulusun annesi’ payesi ile taçlandırılması bu nedenledir. Cumartesi Anneleri, beyaz tülbentli anneler ve yukarıda bahsi geçen tüm “öteki” anneler, makbul vatandaş olabilecek çocuklara sahip olmadıklarından, ne çocukları için çektikleri acı gerçektir ne de annelikleri kutsaldır. Tam da bu nedenlerle, kutsal olmayan annelerin kolektif biçimde politikleşmeleri ve kamusal alanda bilindik annelik kaygılarını sergilemeleri kabul edilemez.
Hangi annenin daha kutsal olduğunu belirleyen ikinci ölçüt ise daha genel ve kapsayıcı olan “itaat”le açıklanabilir. Anneliğin sınırlarını belirleyen iktidara sorgulamaksızın uyum göstermek, yaşadığı kaygı veya acıyı bu itaatin çerçevesi içerisinde normalleştirmek veya meşru hale getirmek anneliği iktidarın nezdinde kutsallaştıracaktır. Ülkesi/devleti için ölmeyi göze alan bir çocuğa sahip olup acısını “Vatan için bir evlat verme” gururu ile taçlandıran annelerin yanı sıra, makbul addedilmeyen ama masum/kandırılmış çocuklar doğurmuş olan anneler de, vatana/devlete/bayrağa olan sadakat duygularını sergiledikleri sürece kutsallık mertebesine erişebilirler. HDP binası önünde eylem yapan anneler işte bu ikinci ölçüt çerçevesinde kutsal annelik payesini almış ve “öteki” annelerden farklarını ortaya koymuşlardır. İktidar için, kendisine tehdit olarak gördüğü her tür kimlik, grup veya söylemin karşısında politikleşen ve kendisine bağlılığını ilan eden annelik; makbul olma sınırları içindedir ve eylemleri desteklenebilir.
Burada göz önünde bulundurulması gereken önemli bir politik devamlılık mevcuttur. Annelik sınırlarını yukarıdaki iki ölçüt çerçevesinde belirleyen iktidarlar, görünürde birbirleri ile zıt ideolojik duruşlar sergiliyor ve farklı değerler üzerinden kitleselleşme çabaları gösteriyorlarsa da anneliğin ne zaman daha kutsal olabileceği ve hangi annelerin acılarının politize olup paylaşılabileceği konusunda aynı noktada durmaktadırlar. Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk ulus kimliğinin makbul vatandaşlık çerçevesindeki inşası içinde yer alan modern, Kemalist annelik anlatısı ile kendisini bu dönemin ideolojisinden ayırarak popülerleşen AKP iktidarının annelik anlatısı tutarlı bir devamlılık göstermektedir. Her iki politik gücün de güvenlikçi-tektipleştirici-dışlayıcı ulus kimlik anlatılarının içinde, ereği anne olmak olan kadının bunu nasıl gerçekleştirmesi gerektiğine dair ölçütleri ortaktır. Bu devamlılık bugün kendisini, HDP Diyarbakır il binası önündeki annelerin eylemini, alışıldık ‘antiterör’ söylemleri ile destekleyen İslamcı/muhafazakar, ulusalcı, milliyetçi ve benzeri politik kimliklerin ortaklaşmasında göstermektedir.
Tüm bunların ötesinde, biyolojik olarak belirlenmiş / sınırları iktidarlar tarafından çizilmiş / Ruddick’in (1989) ifadesi ile ‘tereddütsüz’ olanın dışında süregelen, iktidarlar tarafından meşrulaştırılmış erkek şiddetinin karşısında konumlanabilecek bir annelik tahayyülü ve deneyimi mümkündür. Anneliğin, biyolojik bir kategori olarak değil, bu kategoriye ait duyguların; şefkatin ve bakım pratiklerinin gerçekleştiricisi olarak barışın inşa edilmesindeki rolü son derece önemlidir. Ruddick (1980, 2009)(5) çocuğun ihtiyaçlarının karşılanması pratikleri ile belirlenen sosyal bir inşa şeklinde tanımladığı anneliğe, barışçıllığın içkin olduğunu ve bunun iktidarlar tarafından belirlenen ölçütler nedeniyle devre dışı bırakıldığını belirtmektedir. İktidarın hegemonik, dışlayıcı ve çatışmayı sürdürme amacı taşıyan biyolojik indirgemeci annelik anlatılarının yerine, barışın politikasını sürdürebilmek için annelik deneyimlerini koyma amacı, toplumdaki tüm muhalif kesimlerce üstlenilmelidir.
Halihazırda indirgemeci ve özcü bir kategori olarak hem biyolojik hem de sosyal / politik düzlemlerde, sınırları iktidarlar tarafından çizilen annelik anlatılarının, toplumsal kutuplaşma ve çatışmanın sürdürülmesine olan katkısı göz ardı edilemez. Bu nedenle de anneliği kadın olmanın normatif yükümlülüğü olarak değil, savaşın ve çatışma söylemlerinin sonlandırılması ve barışın tesis edilmesi için bir bakım pratiği olarak ele almak ve bunun üzerinden, toplumda ötekileştirilen kesimlerin birer özne olarak merkeze alındığı kolektif eylem biçimleri tasarlamak elzemdir.
* Sosyal Psikolog - Araştırmacı /Bielefeld University, Institute for Interdisciplinary Research on Conflict and Violence (IKG)
1 Bk. Kazak, S. (2009). Anneliğin Siyasal Alandaki İnşası, Türkiye ‘de Annelik ve Siyaset: Makbul ‘Anneler ve Sözde ‘Anneler. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
2 Gürbüz Türk Çocuğu (1926) dan alıntılayan Demirci-Yılmaz, T. (2015). Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemi Türkiye modernleşmesinde annelik kurguları 1840-1950. Cogito, 81, 66-90.
3 Cinsiyetlendirilmiş vatandaşlık görevi, Üstel, F. (2004). Makbul Vatandaş”ın Peşinde: II. Meşrutiyet’ten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi, İstanbul: İletişim Yayınları.
4 Bk. Militer anne (military mother) Ruddick, S. (1989). Maternal thinking: Toward a politics of peace. Boston: Beacon Press.
5 Ruddick, S. (1980). Maternal Thinking. Feminist Studies, 6(2), 342-367. Ruddick, S. (2009). On” Maternal Thinking”. Women’s Studies Quarterly, 37(3/4), 305-308.